SALIDAN CUMÂYA, YOLLAR SEMÂYA…
Salı akşamı 21.00’de hareket ettik terminâlden. Şehrin ışıltılı sâhillerini şöyle, ufak bir vedâ bakışlarıyla süzerek geçtikten sonra, Kumbaşı, Efirli, tüneller derken gecenin sessizliğine doğru akıp gittik. Sabah da AŞTİ’de indik hayırlısıyla.
Yolculuklarda, genellikle yanımdakilerle konuşurum. Bu sefer giderken de öyle oldu. Koltuğun yanına vardığımda, baktım; temiz yüzlü, hafif esmer, ince yapılı, duruşundan ünsiyet akan bir çocuk oturuyor pencere tarafındaki koltukta. Selâm vererek oturdum. Tebessümle karşıladı. Öyle bir müddet gittik, etrafı izleyerek. Bu arada, muâvin kimin nerede ineceğini soruyor ya; O, “Sungurlu!” dedi. Merak edip sorduğumda;
Memleketim orası. Okulum Giresun’da; öğretmen lisesinde okuyorum, diye cevâpladı.
Güzel, kaçta okuyorsun; adını da sormadık!
Adım Emre. 10. sınıftayım; yâni lise 2’de.
Halim-selim, efendi bir çocuk. Bir kardeşi daha varmış, adı Beyzâ. Babası öğretmen; branşı târih ve bir lisede müdür.
Bu arada otobüste ikram faslı başladı. Baktım, o da ayrıca bisküvi çıkardı. İlle bana da ikram etti. İstemedim, ısrar etti. Bir tâne aldım, teşekkür ettim. Sonra yine almam için ikramını tekrarladı. Ne yalan söyleyeyim; hoşuma gitti. Çocuk, ikramı öğrenmiş. Paylaşımı, insanlığı, edebi, saygıyı. Hayâtın çevredekiler dikkâte alınmadan, bencilce yaşanmasının şık olmadığını! İşin burası önemli, hem de pek çok.
Çocuğun yetişmesinde ve insanlaşmasında âilenin ne derece mühim olduğunu bir kere daha gözlemlemiş oldum. Zâten, verilen isimlerden, âilenin hassâsiyet kodları büyük ölçüde ortaya çıkıyor. İçimdeki duyguyu ifâdeden de kendimi alamadım;
Sen ne tatlı, ne hoş çocuksun; ne kadar çok Anadolu’sun böyle! Dedim, iltifat ettim.
Bilmiyorum, belki biraz abarttığım düşünülebilir! Ama, bir yandan da otobüste diziler oynuyor. Oralarda sergilenen tiplemelere, oluşturulan argomsu çarpık bir dile, ahlâksız, sevgisiz-saygısız edâlara, dîni-îmânı hiçe sayan tavırlara bakıyorsun; yanında da sanki onlardan hiç etkilenmeyerek sâfiyetini korumuş bir örnek görüyorsun, seviniyorsun.
Sabah Ankara’da dolaşırken de benzer duygular bırakmıyor sizi. Göz görüyor, söze geçince de adı gözlem oluyor! Binlerce insan; akıyor, akıyor… Hiç durmak yok. Her kes kendi âleminde ve kendi gerçeğine yürüyor.
Bir bahçede, bakıyorsun; bir kenarda, kendinden iri yapılı, kendine özel el arabasıyla getirdiği özürlü çocuğunu öğle vakti elleriyle yedirmeye çalışan bir baba, onun hemen öbür tarafında çimenler üzerine sere-serpe yayılmış kâğıt oynayan, çevresinin, sedyelerle, ambulanslarla gelip-geçenlerin hiç, farkında bile olmayan kendi âleminde gruplar.
Çantalarından, çevredeki fakültelerin öğrencileri oldukları anlaşılan kızlı-erkekli bu gençlerin ortak özellikleri, hepsinin de uzun saçlı, küpeli oluşları ve pervâsızlıklarıydı. Açığı örtülüsü, kendini örtülü sananı, ya da çağdaş geçineni, hepsi; yaşlısı-genciyle, herkes bir âlem, hepsi ayrı bir dünyâ…
Derken, bir ezan sesi çınlattı ortalığı. Oradan, öteden, beriden derken bir çağlayana dönüştü. Sıhhiye’desin. Oraya, buraya bakıyorsun; bir minâre göremiyorsun. Ne de olsa adı; MÂBETSİZ ŞEHİR’e çıkmış. Varsa bile binâlar kapatmış. Ama, yakından gelen sesin kaynağını araştırdım. Meğer, tam o üst geçidin üzerine bir direk dikmişler. Dört yanı hoparlör. Belediye mi, kim yaptıysa Allâh râzı olsun. Câmisi nerde diye aramak nâfile; bir iki yere baktım, çıkmaz sokak!
Bizim Ordumuz da Ankara gibi! Sevinse mi, üzülse mi? Başlıbaşına bir ilçe büyüklüğündeki DOĞAKENT ve onu 5’e katlayacak civar kentlerin ezansızlığı bir hoparlörle giderilmeye çalışılıyor. Ya Câmi?!
Dönüşte yan yana oturduğumuz arkadaş da 35 yaşında, 4 kardeş, 4 çocuklu, bakkal esnafı bir delikanlıydı. Adı Kemâl. Babası öleli çok olmuş. Ağabeyi akıl hastasıymış. Dolayısıyla âilenin tüm yükünün, üzerinde olduğu anlaşılıyor. Ortaokul mezunu. O da şuurlu bir Anadolu çocuğu. Namaza gittiğimde baktım orada. Ne güzel! hem genç, hem inançlı, bizzat çalışıyor, alnının teriyle kazanıyor. Çevresine faydalı. Yeni bir iş için gelmiş. Bir arkadaşıyla nakliyat işi yapacaklarmış. Rabbim yardımcısı olsun; yolunu ve bahtını açık eylesin.
Şimdi yollar çok gelişti biliyorsunuz. Bu gidişte daha da geliştiğini gördüm. Hele, Ankara ve çevresi. Otobüslerin yeni çevre güzergâhının etrafında da bayağı yapılanma olmuş. Hava da güzeldi. Her taraf yemyeşil. Siteler, TOKİ usûlü düzenli. Ağaçlar, parklar, mezarlıklar ayna gibi.
Şu bizim milletimiz ne kadar güzel bir millet. Hemen câmiyi konduruyor yerleşimlerin ortasına; hem de çifter minâreli dedim.
Doğru Âbi dedi yanımdaki. Bizim oralarda da öyledir. Ama, Ordu’nun bu konuda zayıf olduğu konuşuluyor, doğru mu? dedi.
Görüyorsunuz ya; elin gözünden bir şey kaçmıyor. Hele bir de lâz uşağıysa! Her gün buralardan gelip geçiyorlar. Biz de geçiyoruz. Karadeniz, sâhil boyu bir değerlendirme yapılsın bakalım;
Sizce bu genç haklı mı değil mi? Ne dersiniz?
Hiç düşünmeden, hattâ biraz düşünerek bile olsa, “haklı değil!” diyebilmenizi çok isterdim. Yine de bu konudaki karârı size bırakıyor, cumâmızın hayırlı, mübârek olmasını, gönüllerimizin inancımızın verdiği sevgi, sevinç ve neşveyle dolmasını diliyor, hepinize saygılar sunuyorum ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
13.05.2010