
KAŞIKÇIBAĞLARI’NDA DOLANIYORUM!
Haftasonu, çocuklarla berâber Tokat yollarındaydık. Ünye, Akkuş, Niksar üzerinden 220 km. Süre olarak da 3 saat civârında. Ancak, sâhillerden, yaylalara, oradan havza ve ovalara, ormanlardan tarlalara, otlaklardan kayalıklara gerçek bir tablo zenginliği ve manzara cümbüşü yaşıyorsunuz yol boyu. Türlü türlü iklimlerin içinden geçiyorsunuz. Mâvilikler, yeşillikler, yaylalar, dağlar derken, bir bakıyorsunuz beyaz güzellikler kesiyor yolunuzu. Küme küme renk renk bulutlar çok güzel ufuklarda. Hele de güneş batarken.
Ancak Akkuş deyince iş değişiyor. Siz mi yukarılara çıkıyorsunuz yoksa bulutlar mı aşağıya iniyor bilemiyorsunuz?! Yalnız, içerisine daldığınız pamuk kütleleri sizi bırakmak istemiyor. Zor sıyrılabiliyorsunuz ilgi kesâfetinden. Akkuş yayladır. Kardır, beyazdır. Kar yoksa bir başka beyaz keser yolunuzu; sis.
Bu yolculukta, hem gidişte hem de dönüşte sisten nasîbimizi -az da olsa- aldık. Akkuş, “kar yok diye, yayla olduğumu unutmayasınız sakın!” der gibi pamuk elleriyle tuta tuta bıraktı bizi. Ya da, kıvrılan yollarında dikkâtli hareket edelim diye tembih ve de temkin süzgecinden geçirdi belki de. Her neyse, o da sonuçta bir özellik ve de ayrı bir güzellik.
Argan, Çamiçi, Niksar vâdisi derken, Tokat şehrine vardığımız akşamın sabahında önce, çevreye bir baktık şöyle. Ev sâhibi arkadaş bulunduğumuz bu yörenin adının KAŞIKÇIBAĞLARI olduğunu, ancak görüldüğü gibi, o geleneksel, bereketli bağlardan eser kalmadığını, yerlerine işte böyle binâlar yapıldığını anlattı. Hemen yakındaki örnek bir bağ evini gösterdi. Gayr-i ihtiyârî oraya doğru gittik çocuklar aşağıya inene kadar. Bahçe kapısı aralandı bu arada tevâfukan. Evin oğlu işe gidiyormuş derken, içerde bir şeylerle meşgûl olan bir amca gördük. O da bizi görünce bizi buyur etti. Kendisi bağın ve evin sâhibiymiş.
Abdullah Amca, 72 yaşında. Çocukluğundan beri burada oturuyor. Yer kendisine babasından intikâl etmiş. İçerisinde meyve olarak, yok yok. Aklımızda kaldığı kadarıyla Dut, Şeftâli, Vişne, Kiraz, Armut, Elma, Erik vs. çeşit çeşit meyveler var. bizim tefek dediğimiz asmalar çoğunlukta. Adı üstünde, bağ deyince akla zâten önce üzüm geliyor tabiatıyla. Dışardan bakınca, avludan yollara taşan uzantılarıyla manzaraya hâkim olan da o!
Ayrıca, başta sulama olmak üzere çok amaçlı bir havuz var. Evin bahçeye bakan tarafı her türlü piknik yaşantıya müsâit. Çatı öne doğru çıkık. Masa, kanepe ve diğer istirahat imkânları mevcut. Dışarıya kapalı, rahat hareket edilebilecek, âileye özel, mahremiyet muhtevâlı bir yapılanma örneği.
Meyvelerden alıp yememiz, sonrasında da çay ikrâmı için ısrar ediyorlar hanımıyla berâber. Buraların aksine, orada dut olmamış bu sene. Biz seyrek görünce, savmış her hâlde dedik. “Hayır, bu sene yoktu!” dediler. Bir armut ağacı var. 100 yıllık olduğunu söylüyorlar. Adı da BALBARDAK. Ağustosta olgunlaşıyormuş. Belki de bizim buradaki, adı ballı ve belli olan armutlardan biri ama, buradaki adlandırması böyle.
Buralar, daha önceleri hep böylesi bağ ve bağ evlerinden oluşuyormuş ama, yapılaşma furyasıyla artık buranın da doğası bozulmuş. Kendi oğlu da müteahhitmiş. 18. maddeye göre belediye burayı iskâna açarak, 1,5 dönümün 1/3’ünü kamulaştırmış. Veryansın ediyor, haksızlık diyor. Ama, çağın getirdiği îcapların önünde de durulamıyor.
Gerçi, yeni evler daha güzel oluyor gibi ilk bakışta. Lâkin, gel gör ki, orijinâlitesi yok. Gizemi, hattâ, tâbiri câizse, rûhu, yâni kimliği, kişiliği yok. Hepsinin de, al birini vur ötekine. Hepsi birbirinin ufak rötüşlerle devâmı gibi. Bu anlamda, her bağ evi ayrı bir tasarım örneği iken, şimdikiler sıra sıra dizilmiş tuğlalara benziyor. İnsanlar, bağ evlerinde, âdetâ, kendi ülkelerinin sâhibi konumundayken, apartmanlarda birer karınca misâliler gibi!
Abdullâh Amca’nın, etrafı duvarlarla çevrili bağevi ve avlusunun girişinde, yol tarafında, kol kalınlığı bir oluktan akıp giden bir su var. Âdetâ bir köy çeşmesi. Amcamız, bu çeşmenin Rumlar zamanından kaldığını, suyun nereden geldiğinin, gözesinin yerinin bilinmediğini, borunun da kendi yerlerinden geçtiğini ifâde ediyor.
Sizin anlayacağınız, bu yöre, hakîkâten adı gibi bir KAŞIKÇIBAĞLARI yöresiymiş. Şehrin sebze-meyve ihtiyâcı büyük ölçüde buradan sağlanıyormuş. Şimdi ne kaşıkçılar kalmış, ne de bağları! Küme küme, boy boy siteler ve apartmanlar. Abdullâh Amca işte burada, ama o da sanki son örneklerden biri. Evirip çevirip bakıyorum uzaktan bağ evine. Fotoğraflar çekiyorum kare kare.
Arkadaşım Şefik Bey’le berâber, iki âile, bağ sâhiplerine çok teşekkürler ediyoruz; bizlere gönül evlerinin bahçelerini açtıkları, sebze ve meyvelerle, her şeyden önce muhabbet ve güler yüzle bezedikleri cennetsi bahçelerinde gezdirdikleri için.
Sonra, şehri çepeçevre kuşatan dağlara, tepelere, kalelere doğru yöneliyorum ve sanki bir bağ evinin penceresinden, bir kırık plâktan Barış MANÇO’nun o hüzünlü şarkısının buruk nağmeleri dökülüyor ve içimden de şu mısrâlar geçiyor!
Dağlar dağlar! Kurban olam, yol ver geçem;
Sevdiğimi son bir olsun, yakından görem…
İki âile arabalarımıza biniyoruz. Şehrin târihine doğru gidiyoruz derken, işte yerimiz bitiyor. Tokat şurası. Bugünün ulaşım ve yol şartları daha da yakınlaştırdı elhâmdülilâh. Bunu fırsat bilmek gerek. İmkânı olanlar gitmek, görmek gerek. Kendi şehrimizle kıyaslamak, fikir almak, târihimizle tanışmak, insanlarımızla kaynaşmak, bir şeyler öğrenmek adına.
Evet, sevgili okurlar; yolculuğumuz sürüyor. İnşâllâh, tekrar görüşmek,
buluşmak ve Tokat üzerine duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak üzere,
Allâh’a emânet olunuz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
29.06.2010