ORUÇ ŞEHRİNE VEDÂ GÜNLERİ…
Mâlum, fındık mevsimiyle Ramazan mevsimini birlikte idrâk ettik ve inşâllâh güzel de götürüyoruz. Allâh kolaylığını veriyor. Yeter ki samîmiyetle arzu edilsin. Şeytanın vesveselerine kulak kabartıp da, hemencecik bahânelere mürâcaat edilmesin. Ne mutlu. Bu, bir taşla iki kuş gibi bir şey. İnşâllâh, hem fındık, hem de Ramazan hasatlarımız bol, harmanlarımız bereketli olur. Yüce Rabbim, özellikle sıcak dönemlere denk gelmesi sebebiyle oldukça zorlu geçen bu çifte süreci lâyıkıyla değerlendirmeyi, oruçluyla ilgili, cennetin dilediği kapısından gireceğine dâir ilâhî vaadleri ziyâdesiyle hak etmeyi bizlere nasîp eder. Bu da, önce niyet, sonra azim, kararlılık ve biraz da gayret istiyor. Efendimiz (SAV)’in de belirttiği gibi Ramazan, sonuçta bir sabır ayı. Ve, “Şüphe yok ki Allâh sabredenlerle berâberdir.” Bakara 153
İşte sabrettik. Ne kaldı şunun şurasında. Önceki günden bu yana “ELVEDÂ, ELVEDÂ, ELVEDÂ YÂ ŞEHR-İ RAMAZAN!” demeye başladık bile. İşte bu kadar. Ne kaybettik ki? Sevap desen ganî. Allâh Teâlâ buyurur ki;
“Kulum, yemesini-içmesini ve şehvetini benim rızâm için terk etmiştir. Oruç, yalnız benim için tutulur. Ve onun hesapsız mükâfâtını ancak ben veriririm, başka ibâdetler ise on misliyle ödenir.”
Evet, Rabbimiz, diğer ibâdetler için bire on, bire yediyüz derken, oruç için bir sınır koymamıştır. Oruç kolay değil, hele bâzıları için neredeyse imkânsız bir şey gibi de gelebilmektedir; ama işte sonucu da o kadar tatlı ve sürprizlidir. Yeter ki biz, her şeye rağmen tutma kararlığında olalım. Rabbimizin hazînelerinin sınırı mı var ki?
Ancak, yalancı cennet mesâbesindeki dünyâya ve onun, yine Allâh’ın lütf u ihsânı olan nîmetlerine, çeşit çeşit güzelliklerine aldananlar, ufak bir bahâneyle, yalancı cenneti hakîkisine tercih eder bir manzara sergiliyorlar. Allâh’ın verdikleriyle, Allâh’ın emir ve yasaklarını ihlâl ediyorlar. Dünkü yazımızda da vurgulamaya çalıştığımız gibi, kâhir çoğunluğu oruç tutan memleketimizde, ne Hak’tan, ne de halktan çekinmeden, mâsum çocuklara, rehber yoksunu gençlere kötü örnek oluyorlar. Böylelikle günâhlarını daha da katmerli hâle getiriyorlar. “Bırakın bizi. Cennetiniz sizin olsun. Bize dünyâ yeter. Gerisi de bizi hiç ilgilendirmiyor. Sizi de enterese etmez!” demeye getiriyorlar.
Haklılar. Herkes kendi yolunu kendisi seçer. Herkes kendi sonucuna kendisi gider. Ancak, bizim hemşeriler, vatandaşlar, komşular ya da arkadaşlar ve de her şeyden önce bir insan olarak beklediğimiz biraz saygı. Nezâket. Çocuklarımıza kötü örnek olmamaları. Gizlice yemeleri. Mâzereti olanlar için şeriat ruhsat veriyor ve de bunun âdâbını da belirtiyor. Oruç yenilecekse bile, bunun da kitaba uygun yapılması gerekiyor. Bundan ötesi apaçık isyân anlamına gelir. Rabbimiz böyle bir durumdan cümleyi korusun. Âmin.
Ramazan, ayrıca hatim ve mukâbele mevsimi. Okurken şu âyet geldi önümüze:
Kasas 58: “Biz, nîmetler içinde şımaran
nice memleket halkını helâk etmişizdir.”
Evet, sevgili okurlar; şımarıklık hiç iyi bir şey değil. Bu anlamda, diğer yöreleri pek bilmiyorum ama, şehrimizin durumu iç açıcı görünmüyor. Bir şükürsüzlük, nîmetlere nankörlük, aldırmazlık, kayıtsızlıktır almış başını gidiyor. Kimse ne yaptığının ve de ne yapmadığının farkında değil. Bir sürü misâli, şuursuzca, basın-yayın ve dizilerin gazıyla, nefislerinin de yordamıyla akıp gidiyorlar meçhûllere doğru. Bundan hepimiz sorumluyuz.
Bu yöre bizim, hepimizin ve onun gidişâtındaki sorumluluklar da hepimize âit. Tercihlerimiz, beğenilerimiz ve oylarımızla; toplumsal faaliyetlerimiz, kişisel ya da çevresel örnekliklerimizle bu genel manzaranın bir parçasıyız. Onda, kıyısından köşesinden, az ya da çok bir payımız var. Dolayısıyla, kimse kendini bir yana çekemez. Her kes üzerine düşeni yapmalı, çocuklarını, gençlerini, geleceğini, onların ve de kendilerinin âhiretini düşünenler bir inisiyâtif peşinde koşmalıdırlar. Edilgenlikten etkenliğe, seyirci koltuğundan sahneye geçilmeli, söylenecekler söylenmeli, mârifetler gösterilmelidir. Yanlışlıklara dur demek, işin doğrusunu sergilemek, ve bilhassâ çelik-çocuğumuz adına bunu yapmak zorundayız. Aksi takdirde, ne dünyâmız, ne de âhiretimiz, oturduğumuz yerden hayâl ettiğimiz gibi olmayacaktır.
Zîrâ, bu iş yıldan yıla arta arta toplu bir çılgınlığa doğru gidebilir. Daha yaz aylarının girmesiyle toplumda bir hayâsızlık yarışı başlamıştı. Sokaklar, caddeler çıplaklık yarışındaydı. Topluma ve gençliğe yön veren yerel çevreler de eğlence eksenli organizasyon yarışındaydılar. Bunun ardından mübârek Ramazan geldi. Kendisini dünyâ süs ve lezzetlerine, gösterişe, teşhîre böylesine kaptırmış bir toplum, karşısında Ramazan’ı görünce birdenbire kendisini ne kadar frenleyebilirdi ki?
Güneydoğulu işçiler, çetin şartların insanları. Çoğu, açlığı, yoksulluğu yaşıyor, tanıyor. Oruç ona ağır gelemeyebiliyor. Bu insanlar dirençli ve güçlü insanlar. Her bâdireye hazır, gözü pek, irâdelerine sâhip insanlar. Oruç ne ki? Ve nitekim de, hemen hemen hepsi, günboyu sıcakta çalışmalarına rağmen oruç tuttular.
Burada, bir eli yağda, bir eli balda olanlar, canı isterse çalışanlar, canı istemese yatanlar ise çeşitli bahâneler üreterek orucu teğet geçebiliyorlar. Çünkü, üç öğüne üç daha katanların, yeme-içme sürecinden kopmaları daha zor olabiliyor. Yârın başa gelebilecek belâ ve musîbetler karşısında nasıl direnecekler?İşte rabbimiz de, sabrı yaşayalım, bu nîmetleri fark edelim, yokluğunu da,varlığını da görelim, her hâlükârda şükretmeyi bilelim, bunun için de fakirleri anlayalım, onlara yardımcı olalım diye, imtihanın ötesinde ayrıca bir de ders olarak orucu emrediyor. Tutup da, her anlamda istifâde edenlere ne mutlu!
Oruç şehrine, yâni Şehr-i Ramazan’a vedâ günleri yaklaştı. İnşâllâh bereketlerle, birlik-berâberlik, sevinç ve mutluluklar içerisinde kardeşçe yaşadığımız daha güzel ve feyizli nice ramazanlara ve bayramlara ulaşırız.
Cumâmız mübârek, oruç şehrimizin mânevî caddeleri ibâdet feyziyle aydınlık,
Hem Ramazan, hem de fındık harmanlarımız bereketli olsun. Yüreklerimiz
dünyâ ve âhiret bayramlarına kavuşacak olma ümitleriyle dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
26.08.2010