Nuri KAHRAMAN - Anasayfa
  - Arşiv
     - MIZRAP 2010, (MIZRAP 2010)
ELİFİN UĞRU NAKIŞLI
1431 defa okundu,

ELİF’İN UĞRU NAKIŞLI

İlk ve orta öğretimin başlaması münâsebetiyle yazdığımız dünkü yazıda, bir işe başlamanın öneminden bahisle, Osmanlı döneminde ilk mektebe başlangıçda yapılan merâsimlerin farklılığına atıfta bulunmuş, çağına göre güzel bir örnek niteliği taşıyan bu konuyu detaylandıracağımızı belirtmiştik. İşte bu gün bu konuyu paylaşacağız sizlerle. İnşâllâh, özellikle çevresel şartlar dolayısıyla oldukça önem kazanan eğitim sistemimiz konusunda fazla ya da noksanlarımızı tesbitte bize yardımcı olur, daha iyiye gitme noktasında ipuçları verir.

Osmanlı’nın Tanzimat öncesi döneminde, ilköğretim veren okullara ‘sıbyan mektebi’, ‘mahalle mektebi’ veya ‘taşmektep’ denirdi. Bu okulların çoğu, taştan yapılmış olup camilere bitişik inşa edilirdi ve büyük bir odadan ibâret olurlardı. Talebeleri okula ve okumaya motive etmek ve onları daha başta hayırla yoğurmak adına ilk mektebe gidişlerde yapılan merasimlere kısaca ‘Âmin Alayı’ veya ‘Bed-i Besmele’ denirdi.

Bu merasimin bir kandil günü olmasına bilhassa dikkat edilirdi. Bu mümkün olmazsa, pazartesi veya perşembe günleri yapılırdı. Merasime bir gün önceden evin temizliğiyle başlanırdı. Bundan başka aile yâdigârı rahle de cilâya verilirdi. Ayrıca ailenin mensupları Kapalıçarşı’ya giderek, okula başlayacak çocuğa ve mahalledeki fakirlerin çocuklarına gerekli eşyaları alırlardı.

Âmin alayı yapılacağı gün, sabah namazından sonra çocuğa yeni elbiseleri giydirilir, hazırlıklar tamamlanınca âilece Eyüb Sultan’a ve Fâtih Türbesi’ne gidilir ve buralarda dualar edilirdi.

Semtte, amin alayı bir seyir vesilesiydi. O gün sokaklarda bir bayram havası ve görülmedik bir kalabalık olurdu.

Âmin alayı belirli teşrifat kaidelerine bağlıydı. En önde giden, atlas yastık üzerindeki sırmalı kesesiyle elif-bayı taşırdı. Onun arkasından, başının üzerinde rahle ve çocuğun okulda oturacağı minderi götüren uzun boylu birisi giderdi. Bunu okula gidecek çocuk tâkip ederdi. Çocuğun arkasında okulun hocasıyla ilahiciler, aminciler bulunurdu. Amincilerin arkasında da ikişer ikişer el ele tutuşan mekteb talebeleri gelirdi. Alayı çocuğun babası, dâvetliler, akrabalar ve yakın dostlar tamamlardı. Yolda ilahiciler okumaya devam eder, hep bir ağızdan,

“Tövbe edelim zenbimize / Tövbe ilâllâh, yâ Allâh /

Lütfûnla bize merhamet eyle / Aman Allâh, yâ Allâh”

ve benzeri ilâhiler söyledikten sonra aminciler de münasip yerlerde “âmin, âmin” derlerdi.

İLK DERS; ELİF…

Bu topluluk sonunda okul kapısına varır; çocuk hemen içeri girmez burada zamanın padişahına dua edilir ve GÜLBANK okunurdu. Gülbank’ı müteakip hoca tekrar dua eder, nihayet çocuğun bir elinden okul kalfası, diğer elinden de kapıcı tutar ve doğruca hocanın yanına çıkarlardı. Çocuk hocanın önüne geldiğinde elini öper, karşısında diz çökerdi. Bu arada, kalfa da elif-bâ cüzünü rahleye açardı. Daha sonra hoca Besmele-i şerif’i takiben Elif harfini gösterir ve ilk dersini verirdi.

Mâlum, Elif harfinin islâm kültüründe ayrı yeri vardı. Allâh’ın ve İslâm milletinin birliğini temsil ediyordu. İnsanı anlamlandıran bilgi ve idrâkin  anahtarı olan ‘elifba’nın ilk harfiydi. Alfabe bazen tekerlemelerle öğretilirdi. Mahalle mekteplerinde Kuran’ın kısa sureleri, namaz sureleri ve kimi dini bilgiler öğrencilere aktarılır; ayrıca, dört işlem seviyesinde de olsa, matematik öğretilirdi. Elif-bâ ve Ahlâk bilgilerinin öğretildiği bu okullar daha çok terbiyevî nitelikte idi. 

Osmanlı Devleti, sonuçta bir hilâfet devletiydi. Bu, İslâm Dünyâsının önderliği anlamına geliyordu. Dolayısıyle, dînin ilk emrinin OKU olması çerçevesinde, insan için en önemli bir safha olan okul dönemine başlangıcı dînî, kültürel ve de toplumsal bir coşku hüviyetine dönüştürmüştü.

Bu gün de, çağın gereklerine göre, okumanın önemi ve okumuş insanın farkı noktasında vurgulamalar yapılarak anlamlı başlangıç törenleri yapılabilir. Bugün okumak deyince yalnızca diploma, maaş, rütbe ve makam anlaşılıyor. İnsanlık, kültür, ahlâk gibi kavramlar bu sistemde bir değer ifâde etmiyor. Bu noktada, Yûnus Emre’ye kulak vermek gerekiyor:

İlim, ilim; bilmektir

İlim; kendin bilmektir!

Sen kendini bilmezsin,

Ya, nice okumaktır!?

            İşte ecdâdımız, her şeyi bilmekten önce, kendini bilmeyi öncelemiş, bunun için de herkesi ELİF şuuru temelinde eğitme gâyesi gütmüş ki, tüm coğrafyaya ELİF’İN UĞRU nakış versin. Karacaoğan ne diyordu:

Elif’in uğru nakışlı

Yavru balaban bakışlı

Yayla çiçeği kokuşlu

Kokar Elif Elif diye!

            Anlaşılan, bir zamanlar her şey Elif’le başlıyor ve Elif’le devam ediyordu.

            Yârlar, yaylalar, çiçekler, narlar hep elifti, besmeleydi; histi, fikirdi, şükürdü…

            Şimdi ise, hiç olmazsa  o günlerin hatırlanması dileğiyle diyoruz ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

20.09.2010