“GÖKHAN AKÇİÇEK” ADI…
Ad da, soyad da, ne güzel, değil mi? Şiir gibi. Özellikle çocuklar için birebir. Gök, Han, Ak ve Çiçek. Hepsi de çok çok güzel çağrışımları olan kelime ve kavramlar. Hepsinin toplamından da, çok çok daha güzel bir kompozisyon ortaya çıkıyor. Gökle yer arası tüm güzellikleri harmanlayabilirsiniz bu kavramlar arasında.
Rabbimiz cümleyi, dünyâda da âhirette de, ismi güzel, cismi güzel, resmi güzel, ismiyle müsemmâ ve de tüm bu güzelliklere lâyık olanlardan, ve dahî öldükten sonra ardından da güzel şeyler söylenenlerden eylesin.
Ama Gökhan AKÇİÇEK, tüm bunların içinden hiçbirini kendi seçmedi. Kendisi yazmadı. Doğuştan, yâni Allâh vergisi. Kendisinde, dünkü yazısında resmini ortaya koymaya çalıştığı yazarlık özellikleri varsa –ki, öyle gözüküyor; öyle olmasaydı sanat ve yazarlık bağlamında böylesine emînâne, keskin yargı ve ölçütler koyabilir miydi ortaya?- bu da, esas îtibârıyle Allâh vergisidir. Her ne kadar bu ve benzeri, sosyal, soyut ve sanatsal konulardaki değerlendirmeler göreceli olsa da, kendini o sandalyede görenleri öyle kabul etmenin kimseye bir zararı yoktur. Kaldı ki, bizim kendisinin mütâlaalarına îtirâzımız da zâten söz konusu değildir.
Ancak, sandalyenin sağlamlığı kadar, oturduğu yer de çok önemli olmak, çürük olmamak gerektir. Çünkü sandalyeler geçici süslerdir. Asıl olan zemindir. Yanlış zemindeyseniz, bindiğiniz araba sizi uçuruma götürüyorsa, onun çok lüx, herkesin binemeyeceği, ayrıcalıklı ve de krallara lâyık olması çok da bir anlam ifâde etmez. Öncelik her zaman yolda olmalıdır. Yolunuz yanlışsa, süsünüz sâdece sizi aldatır.
Dün sabah bir çay ocağında okudum yazısını. Neden ismimizi zikre ihtiyâç duydu, neyin ispatı peşinde anlayamadım?! Değerlendirmelerinde haklı da olabilir. Sonuçta herkes insandır ve herkesin farklı kâbiliyetleri olabilir. Herkesin aynı olmak, aynı yerde bulunmak gibi bir mecbûriyeti yoktur.
Şurada yanlış düşünülüyor; bizim “festivâllik olalım” diye bir kaygımız yok. Oraya çıkma merakımız da yok. Orada konuşulan şeyler farklı. Belki çağrılsaydık, bâzı adı geçip de katılmayan arkadaşlar gibi biz de affımızı dilerdik. Mesele o değil. Ordu adına, milletin parasıyla iş görenlerin, milletin belirli kesimini ve ülkenin komşularından bâzılarını görmezden gelmeleridir. Nasreddin Hoca’nın sazı misâli, sâdece bir tele vurup da, çıkan sesi uluslar arası kardeşlik korosu diye lanse etmeye çalışma yutturmacasıdır. Ya da, olayı birilerine ihâle edip, tasarrufu tamâmen onun paşa gönlüne havâle etme özensizliğidir.
Bizim, zannedildiği gibi adı şâire, yazara çıkmak diye bir derdimiz de yok. O olduysa olmuştur. Olmadıysa bundan sonra zâten olmaz buyurulduğu ve de cümle âleme duyurulduğu gibi. Hele, bizim gibi bir türlü değişemeyen, rüzgârlara ayak uydurup dönüşemeyen, 40 yıl önceki fotoğrafı, duruşu, kılığı-kıyâfeti, kullandığı kelimeler, bağlandığı ilkeler hep aynı kalıp bir türlü sınıf atlayamayan, olduğu yerde, aynı zeminde sayan kimselerin, bizi de o sınıfa alın diye bir talebi çok abes olur.
Bizim derdimiz, varsa, Rabbimizin verdiği kadar kâbiliyeti O’nun yolunda, Hak ve halk adına ortaya koyup, doğru bildiğimiz ilkeler ekseninde çağımıza tanıklık edip, geleceğe ayna tutmak. Gelecekte, birkaç kişiye Allâh râzı olsun, mekânı cennet olsun dedirtebilirsek bizden bahtiyârı olamaz. Dünyânın öte ucundaki biri, asırlar sonra, soyut bir dizemize bakarak; “Aman be, amma da şâirmiş!” dese ben bundan ne kazanırım ki?
Demek isteriz ki, derdimiz, adımızın ne öyle büyük yazara çıkması, ne de yazılarımızın şurda-burda yayınlanması. Elbette tüm bunlar hoşumuza gider. Biz de insanız sonuçta. Ama, gâye bu değil. Bizi üzen, lûtfedilen kâbiliyetlerin büyüsüne kapılarak kendi eliyle kendisini kendisinden uzaklaştıranlardır. Belki de böyle bir şey yoktur. Kişi zâten odur da, aslına dönmektedir de biz farkında değilizidir. Belki de, önceleri kendinde değildir de, şimdi ancak kendine gelmiştir. Mecraını bulmuştur.
Meselâ, Gökhan AKÇİÇEK Beyle biz Türkiye Yazarlar Birliği Ordu Şûbesi’nde berâberdik. Orada birlikte çok çalıştık. Yıllarca şiir şölenleri düzenledik. Onlarca ünlü şâir ve yazarımızı ağırladık. Sonra, kâbiliyetini görerek başkanlığı da kendisine tevdî ettik. Şiir şölenleriyle birlikte genişleyen çevresiyle Türkiye’ye mâl oldu. Bu organizasyonlarda tanıştığı arkadaşlar, onun yaşadığı yorgunluklara şâhit oldular. Sanat, Edebiyât uğruna çektiği eziyet ve çileleri gördüler. Çile büyüdükçe şiir büyüdü, çerçeve genişedi ve de artık evrensel boyutlara ulaştı. Bizler de bunu aslâ inkâr edemeyiz.
TYB Ordu Şûbesi artık dar gelmeye başladı kendisine. Bizler oradayken hep şu dizeleri okurduk; duvarlarımızı süslerdi:
Anladım işi, san’at Allâh’ı aramakmış
Mârifet bu; gerisi yalnız çelik-çomakmış!
Necip Fâzıl KISAKÜREK
Evet, sanat hep arayıştır. Yoldur, yolculuktur. Yola çıkan sıkıntılarına katlanacak, sürprizlere hazırlıklı olacaktır. Kendisinin, yazısında da belirttiği gibi sanat çile ister çünkü. Yıllar boyu çektiği çile ve ızdıraplara çevresindeki herkes şâhit. Ben de, dünkü yazısında belirttiği gibi bu ve benzeri sıkıntıların sanat için elverişlilik noktasında gerekli motivasyonlar olduğunu düşünüyorum.
Nitekim, eğer kendisi bizi, en azından bir YAZAN kabul ediyorsa, bir mağdûriyet ya da mahrûmiyet söz konusu olunca, duygular sökün edince daha rahat ve dokunaklı yazı yazdığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Yazının değil de, sayfaların nasıl bittiğini anlayamam. Hem, diğerlerine nazaran daha akıcı olur. Tabiî bana göre. Bu yargım kiseyi bağlamıyor.
Her neyse, çile olsun, sanat artsın diye mi bilmiyorum; TYB Ordu Şûbesi’ni kapattı. Çünkü, onun kalıpları ve çerçevesi artık dar geliyordu. Bir gidiş gitti, pir gitti. Şimdi tüm dünyâyı dolaşıyor. Artık o şimdi bir dünyâ sanatçısı. Ordu adına övünüyoruz. Bir arkadaşımız olarak gurur duyuyoruz. Hattâ, bir eserinin bir köşesinde bir dip notta bile adımız olsa onur duyuyoruz.
Eh, Gökhan Kardeş; dünkü yazınızda adımızı zikretmeniz bile bizim için ayrıca büyük bir lütuf. Teşekkür ederim. Bir gün gazete yazılarınızı kitaplaştırırsanız – yüzde kaç ihtimâl olursa olsun, önemli değil, ihtimâli bile güzel- orada bizim de adımız geçecek. Sizinle birlikte, siz yaşadıkça biz de yaşayacağız. Ne güzel, ne mutlu bir ihtimâl.
Yazınızı bir okuyup geçtim. Sonra yine okurum. Yazı şu an iyi ki önümde değil. Sizin o az kelimeyle, çok şâirâne oluşturulmuş yoğun-anlam cümlelerinize bizim kavsaldak uslûbumuzla cevap vermeye kalksam en az, bir-kaç kitap boyutuna erebilir. Siz, sanat eseri olarak görmediğiniz için zâten okumazsınız. Ben ağabeyin de boşu boşuna yorulmuş olur. Ne gerek var?!
Ben, bir cevap olarak değil de, haddim olmadan, yanlış anlamaların önüne geçmek adına kısaca duygu ve düşüncelerimi yazıp geçiyorum. Son olarak şunu söyleyeyim ki, ben yerimden, yolumdan, konumumdan şikâyetçi değilim. Kimseye de özenmiyor, yerinmiyorum. Benim için kendinizi üzmeyin. Gerçi üzseniz de yine iyiliğinize. Üzülmek çiledir, çile de sanattır. Sanatta kanattır. Uçurur da uçurur. Ama, nereye kondurur? Orası belki hiç düşünülmez ama benim için en önemlisi burası!
Son olarak, çay fikir ve dâvetine teşekkür ederim. Ancak, bir zamanlar hep berâber içtiğimiz çaylar yarım kaldı. Üstelik bir de üzerinden nice rüzgârlar geçti. Son rüzgârlardan sonra belki de buz bile kesti. Ama, yine de özlediğiniz, tekrar gerçekleşebilmesi muhtemel Anadolu kültür ve irfânında ifâdesini bulan, o eskisi türünden sıcak muhabbetlerin alaz ve de yalazı, kutup buzullarını bile çözebilecek kıvamda olabilir.
Hele, BORSA binasına yakın, oraya bakan, fî târihlerinde, zaman zaman birlikte çay içtiğimiz o aradaki yerlerden biri olursa, kim bilir belki de hep birlikte bir SANAT BORSASI bile oluşturabiliriz. Bu sıra, görüldüğü gibi sanatsal değerlendirmeler moda. Uluslar arası Festivâlin yerele bir nevî etkisi ve de katkısı.-
Fındık memleketiyiz, ama borsasını henüz kurabilmiş değiliz. Bu alanda bir borsa oluşturabilirsek tam anlamıyla SANAT MEMLEKETİ olduğumuzu da kısa yoldan böylece kanıtlamış, isimlerimizi de boy boy, sayfa sayfa, ansiklopedi ansiklopedi, asır asır, çağ çağ anıtlamış, bizi sanatkâr kâbul etmeyenleri fotoğrafta arkada bir yerlerde de olsa durabilerek yanıtlamış, hep birlikte memlekete bir nevî çok büyük hizmetler kalıtlamış oluruz.
Şimdilik bu kadar. Bâzıları böyle durumlarda, “cevâba değmez” diyebilir. Ama biz, bir eski dostun araladığı kapıyı görmezlikten gelemeyiz. Ama iltifat, ama sitem; sonuçta muhatap alırız.
Ve diyoruz ki, yıllar sonra bir hasbihâl imkânı verdiğiniz, diyaloga kapı araladığınız, en azından bizi unutmadığınıza, muhâtap kabul ettiğinize dâir emâreler sergilediğiniz için teşekkürler ves’selâm…