Nuri KAHRAMAN - Anasayfa
  - Arşiv
     - MIZRAP 2010, (MIZRAP 2010)
YASAK GÜNLERDEN BİR HACC HİKÂYESİ
1067 defa okundu,

“Kâbe Arab’ın Olsun; Bize Çankaya Yeter!”li

 YASAK GÜNLERDEN BİR HACC HİKÂYESİ

Mâlum, Hacc mevsimindeyiz. Milyonlarca Müslüman şu anda kutsal topraklarda.

Yolcuların son kâfileleri de önümüzdeki hafta içerisinde mübârek sefere çıkmış olacaklar. Rabbimiz yollarını açık, haclarını da ziyâdesiyle kabul etsin. Bizler de duygu, düşünce ve duâlarla onlara katılmaya, yüreklerimizi bütünleştirmeye çalışalım inşâllâh.

Güzel bir âdet olarak yöremizde hem gitmeden, hem de gidip döndükten sonra ziyâretler yapılıyor. Bugünün, neredeyse konforlu bir seyahat noktasına gelen yolculuklarıyla eskilerini kıyaslamak adına bu gün sizlerle, zor zaman dilimlerinden ibretli bir Hacc Seferi örneğini paylaşacağız.

Konuyu, Değerli Araştırmacı-Yazar Vehbi VAKKASOĞLU’nun ÂİLEDE SEVGİ SOHBETLERİ isimli kitabından iktibas ediyoruz. Her âileyi aydınlatmasını temennî ettiğim bu güzel kitabı Orta Câmi yanındaki DİYÂNET KİTABEVİ’nden almıştım. Daha sonra bir-kaç kişinin daha edinmesine vesîle olduğum bu feyizli kitabı sizlere de hararetle tavsiye ederek, hepimize güzel bir kıyas imkânı verecek, yaşanmış ibretlik olayın nakline geçiyoruz:

ÇANKAYA-KÂBE ARASI

Bizim ülkemizde yıllar yılı Hac yasaklanmıştı. Hacc’a gidiş resmen engellenmişti ama, gönüllerdeki Kâbe aşkı söndürülememişti. O günlerde; “Kâbe Arab’ın olsun; Çankaya bize yeter!” diye çılgınlaşan şâirler vardı.

Hâlbuki Kâbe, bu milletin kıblesiydi, mukaddeslerinin sembolüydü. Gözlerden silinse de gönüllerden asla silinemezdi. Böyle olduğu içindir ki, resmen yasaklanmış olan Hac ve Umre, fiilen önlenememişti. Bastırılması münkün olmayan Kâbe aşkıyla harekete geçenler, mayınlı sahalarda canlarını tehlikeye atarak Beytullâh’a yürümüşlerdi. Yayan yapıldak, binbir tehlikeyi göze alarak, bazen sınırlarda kaçakçılık yapanlardan yararlanarak, bazen vicdanının sesini dinleyen jandarmaların insafına sığınarak gitmişler, bazen de mayın kurbanı olarak Kâbe yolunda ölmüşlerdi. Adeta, “Varamasam da yolunda ölürüm ya!” diyen karınca gibi düşünüyorlardı.

 RÜYÂDAKİ GERÇEK DÂVET

İşte o cefakar insanlardan biri de Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt merhumdu. Alimdi, hatipti, hocaydı ve İstiklâl Harbi gâzisiydi. Mekke  ve Medîne düşman eline geçmesin diye, hayatını ortaya koyarak, MM teşkilatını kurmuş ve İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçırılmasının önemli bir ayağı olmuştu.

Haccın yasaklandığı günlerin birinde bir rüyâ gördü. Hem de ne rüyâ… Osmanlı dedelerimizin rüya demediği rüyalardan biriydi bu… Zira içinde Efendimiz(sav) vardı. Şöyle anlatır:

“Koskocaman bir meydanda on binlerce insan toplanmıştı. İğne atılsa yere düşmeyecek denilen cinsten bir kalabalıktı bu… Yaklaştım ve bu müthiş kalabalığın sebebini sordum; “-Efendimiz(sav) teşrif buyuracak” dediler.

Ben de oradaki herkes gibi, büyük bir heyecanla gözümü gökyüzüne dikip Güzeller Güzeli’ni beklemeye başladım. Biraz sonra, gökyüzünden büyük bir el, nurlar saçarak yeryüzüne doğru uzandı ve gel gel der gibi açılıp kapanmaya başladı. Yanımdaki insanlara, bunun ne demek olduğunu sordum. “Efendimiz(sav) seni çağırıyor” dediler.

Heyecanım son haddine gelmişti. “Geleceğim Yâ Resûlâllâh, geleceğim inşâllâh!” diye seslendim. Sevinç gözyaşlarım sel olmuştu ki, uyanıverdim…

NE YASAKLIK, NE DE YAMAKLIK!

O zor günlerde Efendimiz’e (sav) nasıl gidilirdi? Maddî yollar bütünüyle kapalıydı. İşin içinden çıkamadım. Suriye sınırından kaçakçılarla anlaşıp geçip gitmek te içime sinmedi. Doğruca Ankara’nın yolunu tuttum. Emniyet Genel Müdürü Rıfat Bey, benim Millî Mücâdele günlerinden mesai arkadaşımdı. Ona başvurdum.

“-Hocam, durumu biliyorsun… Normal yollardan Hacca gitmenin imkânı yok” dedi. Mecbur kaldım ve Efendimiz’in davetini Rıfat Bey’e de anlattım. Eski arkadaşım rüyamdan çok etkilenmişti.

NE PAHASINA OLURSA OLSUN!

“-Hocam, merak etme, ne pahasına olursa olsun, seni Efendimiz’e göndereceğim. Ancak, bana biraz zaman ver” dedi. Ben de teşekkür edip beklemeye başladım. Nihayet üç gün sonra bulabildiği çözümü, özür beyan ederek bana bildirdi…

İstanbul’dan İskenderiye’ye giden bir yük gemisine binecektim. Ancak bir yolcu olarak görünmem sakıncalı idi. Bu sebeple de, gemide aşçı yamağı olarak görünecektim. Görevim bulaşık yıkamak olacaktı…

Rıfat Bey’in, utana sıkıla açıkladığı bu çözümü tereddütsüz kabul ettim. Güzeller Güzeli’nin davetine icabet edecektim ya, aşçı yamaklığının sözü mü olurdu. Daha zor ve ağır bir görev de olsa, o yola çıkmaya hazırdım. Çünkü içimin yangını günden güne dayanılmaz bir hâle geliyordu.

Sonunda kararlaştırılan gün geldi. Aşçı yamağı olarak İstanbul’dan bindiğim yük gemisinden, İskenderiye’de hacı adayı olarak indim. Oradan da, bedenen epey zahmetli ve fakat gönülce çok rahmetli bir seferden sonra, Mekke’ye, Kâbe’ye ulaştım. Hac’dan sonra da (Medine’ye geçerek -n.k.-) Efendiler Efendisi’ne kavuştum.”

Bugünün keyiften tâviz verilmeyen hacları mı güzel, böylesi mi? Elbette ki, en güzeli, sonuçta kabul olunan ve edâ edenini anadan doğruğu gibi tertemiz hâle getiren MEBRUR diye tavsîf buyurulan haccdır.

Cumâlarımız, bayramlarımız, seyirlerimiz-seyranlarımız mübârek; namazlarımız, oruçlarımız, zikirlerimiz, zekâtlarımız, farzlarımız, vâciplerimiz, sünnetlerimiz, nâfilelerimiz; ibâdet adına her ne yapıyorsak, her ne işliyorsak, cümlesi Hacı Cemâl ÖĞÜT'ün şu çileli, meşakkâtli Haccı gibi hareketli, bereketli, aşklı, şevkli ve de mânevî zevkli olsun, hepimizin gönülleri  şu sıralar Kâbe civârında hâleleşen sayısız yanık gönüllerin neşvesiyle dolsun ves'selâm...

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

04.11.2010