Nuri KAHRAMAN - Anasayfa
  - Arşiv
     - MIZRAP 2011, (MIZRAP 2011)
ALİ DAYI’NIN BİR GARİP HİKÂYESİ
1109 defa okundu,

Biliyorsunuz, 13 Ocak’ta LÜLEBURGAZ RÜYÂSI, YEMEN HÜLYÂSI diye bir yazı yazmış, okumakta olduğum LÜLEBURGAZ KÖPRÜSÜ adlı bir kitap ekseninde ele aldığım konuyu, “Söz, değerli dostlar. Eğer bir gariplik daha olmazsa, birgün, Lüleburgaz Köprüsü’nde Garip Ali Dayı’yla buluşup Yemen’e doğru seyahat edeceğiz inşâllâh ves’selâm…” şeklinde bağlamıştık. Gâlibâ bu gün o gün olacak.

Garip Ali Dayı’nın hikâyesiyle başlayalım da, sıra Yemen’e gelirse oralara doğru da şöyle bir geçeriz. Çünkü, ünsüz kahramanımızın hikâyesi de ilginç. Garip Ali Dayı diyenler boşuna dememiş. Hem de ne gariplik!

Yazar Tayyar TAHİROĞLU, “Bir çocuğun tüyler ürperten yaşantısı” alt başlığı verdiği kitabında, çocukluk günlerinde yaşadıklarını, köyünü ve o günün ilginç kişiliklerini içtenlikle anlatıyor. İşte o günlerin atmosferini ve gerçeklerini çarpıcı bir şekilde ortaya koyan  esrârengiz bir kişilik öyküsü:

GARİP ALİ DAYI

“Kadınlar arasında olduğu gibi, erkekler arasında da, anlatım tekniğine sahip bir Ali Dayımız vardı. Bu Ali Dayı, bizim köyün çocuğu değilmiş. Balkan Harbi’nde Galiçya’da savaşmış. İstiklâl Harbi’nde de Yemen’de tutulduğu için İstiklâl Savaşı’na bizzat iştirak edememiş. Onun için de “İSTİKLÂL” madalyası yoktu. Gerçekten de, elbiselerini soyunduğu zaman bizlere birkaç tane kurşun ve şarapnel yarası olduğunu söylediği yaralarını gösterebiliyordu. Biz de, bilmediğimiz hâlde, bunlara inanır ve inanmak zorundaydık. Kendisi 15’li olduğu halde, her nasılsa ölümden kurtulup sağ kalabilmiş. Çünkü, bunları anlatırken bazen gözleri nemlenir ve bazen da ağlardı. Harp sonrasında da bizim köy civarında tutulmuş ve de delikanlılık çağında burada kalmış. Yerini yurdunu kimse bilmezdi. Kuzeyli, yâni Balkanlı olduğu söylenir fakat, kendisi de nereli olduğunu bir türlü söylemez veya söyleyemezdi. Bu bimemezlik veya söyleyememezlik altında bir takım gizlerin olduğu da muhakkaktı.

O zamanlar, herkes kendi başının çâresine bakmak zorunda olduğundan, genellikle kendini kurtarabilmek için, Harp suçu işlemiş olabileceğini ancak düşünüp çıkarabiliyorduk. Bu harp suçu ya büyük cinayetler ya soygun veya hırsızlıklar veya da askerlikten kaçmak gibi eylemler olabilirdi.

Her ne olmuş olursa olsun hiç kimseyi ilgilendirmediği için, O’nun geçmişi hakkında hiç kimse yorum dahî yapmazdı. Ama, biz O’na harp hatıralarını anlattırmaya muvaffak olduğumuz zaman O, büyük bir iç geçirir, ısrarlarımıza dayanamaz hem ağlar, hem de buruk anılarını anlatmaya başlardı.

Her neyse, Ali Dayı gençlik yıllarında gelip kaldığı köyümüzde varsıl, fakat tembel bir âileye iç güveyi girer.

Ben kendisini tanımadığım zamanlarda uzunca boyu, omuzları öne çökük az kamburumsu, kısa kesilmiş kara sakallarıyle babacan bir hali vardı.

Aile, tembellikten yoksul olduğu için, kendisine ya kır bekçiliği, ya sığır çobanlığı       -Sığırtmaç- veya bostan bekçiliği gibi görevler verilir ve geçimleri sağlanırdı.

Yaz günleri bostan bekçiliğinden ve yazın yoğun çalışma döneminden fırsat bulunamazdı ama, kış geceleri uzun ve boş kalındığından, biz de onun bize bol bol masal anlatabileceği ortamı yaratmaya çalışırdık.

Cebinde parası olan, onun yaşında ve daha yaşlılar kahvelere çıkar, kendi aralarında iş konuşmaları, sohbetler ve ya altmışaltı, pişpirik gibi oyunlar oynayabildikleri halde, onun bir çay içecek parası bile bulunmadığından, kahvelere dahî çıkamazdı. Fakat, Tanrı her yarattığı kulunu nasıl besler ve aç öldürmezse biz de, onun günlük nafakasını âdetâ üstlenir, kimimiz mısır, arpa, buğday, fasulye, mercimek, kimimiz de tütün temin ederdik.

Fakat onun için de en makbule geçeni bu yiyecekler yerine tütün olurdu. Günlük bir tabaka tütüne, ona istediğimiz masal veya hikâyeyi bazen geç vakitlere kadar anlattırdığımız çok olurdu.

O bizim köyde kimsesiz, bîkes olduğu için kendisine GARİP ALİ denmiş. Bizler de bu deyimi GARİP ALİ DAYI’ya çevirmişiz. O da bunu kabullenmiş ve bu sıfatı da kendisine yakışırdı.

Ali Dayı, pek güzel bir anlatım yeteneğine sahipti. Bazen biz O’nun günlük ihtiyaçlarını unutur, götürmezdik. O da o akşam bize hikâye ve masal anlatmazdı. Ev de sanki bir matem havasına dönüşürdü. Bazen da o kadar hülyâlara dalardık ki, nerede olduğumuzu dahi unuturduk. O ise, arada sırada –Sigara kağıdı bulamadığı için- tütününü gazete kağıdına veya bizim defterlerimizden koparıp verdiğimiz defter kağıdına sarar, o acı gazete veya defter kağıtlarının dumanından boğulur sıkışırdı!”

Garip Ali Dayı neler mi anlatırdı? O da gördüğünüz gibi, yine bir başka yazıya kaldı. İnşâllâh diyor, siz sayın okurlarımıza sevgiler ve saygılar sunuyoruz ves’selâm..

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

02.03.2011