Nuri KAHRAMAN - Anasayfa
  - Arşiv
     - MIZRAP 2008, (MIZRAP 2008)
HANGİSİ DAHA ÇİÇEK?
888 defa okundu,

HANGİSİ DAHA ÇİÇEK?

 

                   1980’in Ocak ayında başladım göreve. O yıl kış çok çetin geçiyordu. Okullar sık sık tatil edildi bu yüzden. Zaten, yarıyıl tatili de yakındı. Dolayısıyla göreve fiilen 2. yarıyıl başladığımızı söylememiz mümkün. O günler, ilk heyecanla soğuğun, üstüne üstlük bir de gurbetin elele verip elimizi ayağımızı titrettiği günlerdi. Ama o günler, tıpkı çocukluğumuzda, tamamen ıslanana, elimiz ayağımız uyuşana kadar karlarda yuvarlandığımız günler gibi heyecan verici ve güzeldi.

                   Öğretmenliğimin ilk yılı. Stajyer olmanın ötesinde, daha görevin rahatlığına kavuşmuş değilim. Sıkıntılıyım. Çocuklar afacan. Trakya çocukları, Anadolu’ya göre çok daha rahatlar. Serbestler. Biz, öğretmen de olsak, netîcede Anadolu çocuğuyuz. Âileden aldığımız ve eğitim sürecinin kazandırdığı terbiye, biraz da yaratılıştaki çekingenlikle birleşince sınıflar bizim için zorlu ortamlar olabiliyordu zaman zaman.

                   İdeolojik tablo da bize yardımcı olacak nitelikte değildi. Öğretmenlerin geneli de yerli ve ideolojikti. Hem zengindiler, hem de solcu! İş, buralarda olduğu ya da anlatıldığı gibi değildi. Doğrusu buna pek anlam veremiyordum. O zamanların söylemlerine göre sağ yelpâzede yer almaları gerekirken tam aksiydiler yâni. İçlerinde militan denilebilecek derecede fanatik tavırlı olanlar vardı. İnançsızlıklarını pervâsızca dillendiriyorlardı. İnançsızlıklarının gözükaralısıydılar. Sağ yelpâze örnekleri parmakla gösterilecek kadar azdı. Din dersi öğretmenleri doğal olarak îmâlât hatası konumundaydılar. O yıl gerçekleşen 12 Eylül darbesi de pek bir şey değiştirmemişti. Çünkü, insanların genlerine işlemişti düşünceleri. Karakterleri olmuştu.

                   Din Dersi seçmeliydi. Erbakan-Ecevit döneminde bir de Ahlâk Dersi konulmuştu. Çocuklar din öğrenmiyorlar bâri Ahlâk diye bir şeyin varlığından haberdâr olsunlar diye. O zamanlar buna karşı, ülke çapında büyük provakosyonlar yapılmıştı. Çeşitli bahânelerle gösteriler düzenlenip Ahlâk kitapları yırtılmış ya da yakılmıştı. Tüm ülke benzer gösterilerle çalkalanmıştı. Ama, sürtüşmeler de, tartışmalar da, bunun yanında ve bu şartlarda her iki ders de devâm ediyordu.

                   Ben, bâzı sınıflara Din Dersi’ne, bâzısına da Ahlâk’a giriyordum. Aynı sınıfa her ikisine de girdiklerim oluyordu. Bir Fen sınıfı vardı, iyi hatırlıyorum. Fen A sınıfı. Seçme bir sınıf. Ahlâk Dersi mecbûrî olduğu için herkes giriyor, Din Dersi’ne gelince sâdece bir kişi seçtiği için öğrenci sayımız onunla sınırlı kalıyor, diğerleri orada burada boşa vakit geçiriyorlardı. Düşünün, yarının en önemli mevkîlerini işgâl edecek olan bu seçme gençler dinden diyânetten uzak bir iklîmde tutulmaya özen gösteriliyordu. Bu gün işte böyle yetiştirilen o nesillerin sıkıntısını çekiyor millet. Milletin dînini bilmeyenler dilinden nasıl anlayacaklar ki?

                   Ahlâk dersine girmek yeterli olsa iyi! Bir defâsında dersten çıktım, öğretmenler odasına doğru gidiyorum. Demokrat görünen, gûyâ bizimle de ilgilenen, yerli ve ileri gelenlerden, pürosuyla, foteriyle karizmatik takılan, gûyâ babacan imajlı bir öğretmen koridorda yanıma yaklaşarak nasihatvârî;

-          Hocam, Ahlâk Derslerinde hep dinden örnek veriyormuşsunuz. Din ayrı şey, ahlâk ayrı şey! Biraz bilimsel olmanız lâzım! Vs. bir şeyler sıralayıp durdu. Daha başta işin önünü almaya çalışan bir edâyla. Benim de, yüksek okulda hazırladığım bâzı bilgi fişlerim tevâfukan yaka cebimdeydi. Hemen onları çıkarıp göstererek;

-          Beyefendi, bilimsellikse işte burada. Bak, biz konularımızı bilimsel olarak işliyoruz. İşte fişler dedim. Orada ahlâkla ilgili batılıların sözleri de vardı. Onlardan da örnekler vererek, dinle ahlâkın ayrılamayacağı konusunu îzâha çalıştım sohbetin devâmında.

                   Bu zâtın tavırlarından ilhâm alarak yazdığım bir dörtlüğü buraya yazmak isterim:

İBRET

“Küçük dağları ben yarattım!” der gibiydi

Bakışları tepeden; sanki, yer gibiydi

İnanmıyordu belki ama, o da gitti

Gidişi ibretti; seyre değer gibiydi…

Biz oradayken hayâttaydı. Çok sonraları öldüğünü duydum. Benzer tartışmalar dışında bir kötülüğünü görmedim. Kötülüğü kendine ve çevresineydi. O da centilmence! Ne diyeyim bilmiyorum. Toprağı bol olsun.

                   Her neyse. Bizim için önemli olan öğrencilerdi. Onlarla aramız iyiydi. Bir şeyler vermek için elimizden geleni yapıyorduk. Onların sıcaklığı tüm sıkıntılarımızın ilacı oluyordu. İçimiz onların sevgisiyle doluydu.

                   Durduğum ev okula yürüme 10-15 dakîka mesâfedeydi. Yol üzerinde, şimdi Kültür Sarayı yapılan seyrek ağaçlıklı bir alan vardı. İçinden, ayak izlerinin topraklaştırdığı, yağmurlu havalarda çamurlaşan patikadan biraz geniş bir yol vardı. Bir gün bir ilkokul öğrencisi gördüm. Elinde renk renk çiçeklerle koşuyor. Hem de uçarcasına. Kanatlanmış sanki. Hızla geçti yanımızdan kendi duygu ve özlemlerine doğru.

                   Bu gün bir akrostişi değil de o şiiri paylaşacağım sizlerle. Umarım beğenirsiniz:

 

HANGİSİ DAHA ÇİÇEK?

 

Küçücük bir çocuk, o  yan bu yan

Koşuyor ağaçlar arasından

Bir elinde çantası

Bir elinde rengârenk

Pembesinden

Alından

Sarısından

Bir gönül dolusu çiçek

Herhâlde;

Öğretmenine verecek

Bir, çiçeklere bakacak öğretmen

Bir de öğrenciye;

Ve,

Soracak ister-istemez

“Hangisi daha çiçek?” diye…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

            02.06.2008