BABAM, ÖLÜM ve BİZLER...
Hatırlayacaksınız, geçen yılın mart ayı başlarında, Fatsa-Bolaman Serdarları’nın önde gelen isimlerinden ve yörenin tanınmış terzi ve kuyumcu esnafından Naim Serdaroğlu Amca vefat etmişti. Bu haber gazetemiz ve de sitemizde yer almıştı. Orada da değinildiği şekliyle, Gavraz Serdaroğulları'yla asır öncesine dayanan bir akrabalığımız var. Naim Serdaroğlu merhum, Ulubey Fındıklı Köyü’nden Cafaroğlu Necati Çetinkaya’nın dayı oğlu ve Eymür Köyü’nden, Ordu mâliyesi emekli tahsildarlarından Nazım Kahraman’ın teyzesi oğullarındandı. Nazım Kahraman babamın amcası, yâni babam onun yeğeni olması hasebiyle, babam da Naim Amca merhumun teyzesi torunlarından, dolayısıyla Fındıklı Köyü'nden Cafaroğlu Âilesi'nden iki kız kardeşin birer torunları oluyorlardı.
Konuyu biraz daha açmak gerekirse, Şükür Bağdatlı şehidimizin evine geldiğimizde, babası muhtar Şükrü Bağdatlı amcayla tanışırken, "Siz demek benim Şâdiye Teyzemin torunlarısınız!" dediği, Şâdiye teyzenin Şerife adlı kız kardeşinin torunları oluyoruz bizler. Şâdiye Teyze, Dursun Serdaroğlu merhumun hanımı ve Abdullah Çavuş ve Mehmet Amca merhumların anneleri. Onları da, sizler bizden daha iyi bilir, tanırsınız. Bu vesîleyle, tanışıklığımızın somutlaşması bağlamında bunu da belirtmiş olalım. Şunu da söyleyelim ki, merhum babamın, tüm akrabaları yanında Fatsa'dakilere karşı ayrı bir sempati ve ilgisi vardı. Duyduğu her düğün, nişan, cenâze ve dâvete katılmaya can atardı. Gelip-geçerken uğramadan edemezdi.
Her neyse; bu bağlamda Naim Amca’nın babamla muhabbetlerine diyecek de yoktu. Naim Amca zâten, sizlerin de bildiği gibi babacan olduğu kadar, aynı zamanda sevecen bir insandı da. Sık sık Ordu’ya gelir, mağazada diğer amcalarımızın da tevâfukuyla eski geliş-gidişlere, muhabbetlere, yârenliklşere, akrabalara, Fatsa ya da yayla günlerine dâir uzun uzun sohbet ederlerdi. Bizler de ağzımız açık dinlerdik. Bu arada sık sık, çocuklardan denkleştirerek akrabalığı sürdüremediklerine vurgu yapar, hayıflanırlardı. Bizden sonra akrabalık da biter, her şey unutulur gider diyorlardı.
Naim Amca’dan sonra 1 yıl geçmeden, bu Şubat’ın 10’unda da, muhabbetin Ordu ayağındaki çınar da devrildi. Evet, sevgili okurlar; sizin anlayacağınız bizim de babamız öldü. Allâh (CC) ona ve sizlerin ve de bizlerin cümle ölmüşlerimize ganî ganî rahmet eylesin. Cenâzemize, hastalık dönemi ve sonrasında tâziye ziyâretlerine bizzat gelerek, uzaktan-yakından bir şekilde arayıp sorarak acımızı paylaşan herkese buradan peşînen teşekkür ediyoruz. Fatsa’dan da cenâzemiz dâhil bu süreci bizlerle paylaşanlar oldu. Rabbim onlardan, sizlerden ve cümle ehl-i îmandan râzı olsun.
Sizlerin de bildiği gibi, doğum gibi ölüm de bir gerçek. Ama gel gör ki kabullenmek zor. Hele hele, bizim için, bir anlamda ilk diyebileceğimiz ve beklemediğimiz, herkes gibi, ameliyat sonrası turp gibi olacağını tahayyül ettiğimiz, son güne kadar da böyle düşündüğümüz bir sürecin ardından böylesi bir sonuçla karşılaşmak şok etkisi yaptı. Bizler için her şeyin tadı kaçtı birden. Yazmanın bile. İnsanın eli varmıyor bir türlü. Daha doğrusu, gönlü coşmuyor. Öyle, kalakalıyorsunuz.
Ama, sonuçta, hayat devam ediyor. Etmeli de. Bu noktada da bâzen şiir, hislere tercüman olmada birebir rol oynuyor. Burada, Necip Fâzıl merhumun bir şiiri geliveriyor hemen akla ki, yıllar yılı hiç unutmam ve her ibret atmosferinde zihnimde belirerek dudaklarımdan dökülür;
Minarede “ölü var” diye bir acı selâ...
Er kişi niyetine saf saf namaz...Ne âlâ!
Böyledir de ölüme kimse inanmaz hâlâ!
Ne tabutu taşıyan, ne de toprağı kazan...
Rabbim, inşâllâh hayata duyarlı olmak, onun ve tüm sevdiklerimizin değerini anlamak için ölümün farkında olmak, dolayısıyla hayâtı daha bilinçli ve ölçülü yaşamak gerektiğini söylemeye çalışan şiirden ve ölümlerden ibret almayı, dolayısıyla bizlere bu toprakları ve imkânları emânet eden büyüklerine lâyık birer evlat olmayı nasip eylesin.
İşte böyle sevgili okurlar. 80'li yıllarda yazdığım, 84'de yayınladığım ÜMİT ÇİÇEKLERİ adlı şiir kitabımda yer alan BABA şiiri şöyle diyordu:
BABA
“Baba” diye ağlamayız
Ama, onsuz olamayız
Onsuz evde ocak tütmez
Hayat tadı bulamayız
Kızar, belki döver bizi
Hakîkâtte över bizi
İnanın, çok sever bizi
Ama şimdi anlamayız!
Bir gün gelip de, gidince
Bütün yük bize binince
Düşünürüz ince ince
Ama, bulup soramayız!
Şimdi, tam da bu noktadayız. Artık, himâyesini her sâniye yaşadığımız, uzaklarda olsak bile hep yanımızda hissettiğimiz babamız yok. Şunu da özellikle belirtmek durumundayım ki; bir yazar olarak ayrıca en büyük yazı kaynağımı kaybettim. Ve de okuyucumu. Birebir paylaşmayı pek arzulamazdık ama, onun yazımı okumasından o da, ben de hoşlanırdık. En azından ben öyle hissederdim.
Burada şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, o, kitabı yazılacak adamdı. Bunu zaten hissediyor, hattâ biliyorduk da ama, olmayınca olmuyor. Hattâ, benim yapamayacağım bu işi, bu konuda gayretli olan ve rahatlıkla yapabileceğine inandığım bir arkadaşa söylemeye çalıştım bile. Onların yaşadığı, ardı ardına bir çok değişimler içeren o dönemlerden, geleceğe ışık tutmak adına bu hepimiz ve toplumumuz adına bir gereklilikti aynı zamanda ama, olmayınca olmuyor işte.
Çünkü o, memleketimizi ve köylerini, yaylasıyla, ceniğiyle toprak ve imkân zengini ağa bir dedenin torunu olarak ve onun işlerini yürütmekle yükümlü bulunarak, misyonu ve işi gereği adım adım dolaştığı 75 yıllık ömrüne Allâh vergisi hâfızasıyla engin gözlemler ve hatıralar sığdırmıştı.
O, şöyle bir bakınca, sizin nereli olabileceğinizi, hangi köyden, kimlerden olduğunuzu eşkâlinizden tahmin ederdi. Bir de isâbet ettirdimiydi, sizin köyünüzü, akrabalarınızı, sizden daha iyi tanıdığını, atasıyla, dedesiyle, torunuyla herkesi bir bir saydığını görürdünüz. Çünkü, ya pikapçılık yaptığı dönemde, daha siz hayattta yokken o, oralara yük taşımış, ya bir düğün, ya bir cenâze, ya da bir hasta ziyâreti dolayısıyla bir şekilde yolu oralara düşmüştür.
Evet, o her şeyden önce, ilgi, alâka bereketinden öte bir anekdot zenginiydi. Hastalık süreçlerinde, yoğun bakımdayken bile, oralardaki hastalarla konuşmaları bunu teyid ediyordu. Hasta nereli olursa olsun, bir ortak tanıdık çıkıyor, Mesudiye, Gölköy, Fatsa, Perşembe, Kabadüz; neresi olursa olsun fark etmiyordu. Cenâzesindeki kalabalık bu alâka zenginliğinin en büyük kanıtıydı. Tâziye için gelenlerin anlattıkları da tüm bunları doğrular nitelikteydi.
Ama, ne olursanız olun, kim olursanız olun, sonuç değişmiyor. Şu ya da bu, ne derseniz deyin, olacak oluyor ve ne bir saniye geri, ne de ileri gitmeyen şey, o zaman geldiğinde sizi gelip buluyor. Söz yine Necip Fâzıl'da;
Gökte zamansızlık hangi noktada?
Elindeyse yıldız yıldız hecele!
Hüküm yazılıyken kara tahtada
İnsan yine çâre arar ecele!
Bedîuz'zaman ölümü askerden terhis olmak diye niteler. O, bir insan olarak, öncelikle bir baba olarak görevini bir nefer şuuruyla yaptı. O, bu anlamda tam bir babaydı. Aramızda torun sâhibi olanlar dâhil, tüm çocuklarına ilgi ve hassâsiyeti, gün be gün sanki daha da artarak devam ediyordu. Yazılacak çok şey var. İnşâllâh yeri geldikçe ve gerekli oldukça değiniriz.
Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, insanların bir çoğu; "sadece sizler için değil bizim için de çok büyük bir dayanaktı, güvenceydi, her şeyden önce samîmî bir sohbet arkadaşıydı, dosttu, adam gibi adamdı.." diyorlar. Göz yaşı dökenler var. Rabbim ilgi ve sevgisini esirgemeyen cümle kardeşler ve dostlardan râzı olsun…
Bu vesîleyle, gerek hastalık, gerek cenâze ve sonrasında bizzat gelerek ya da telefonla tâziyelerini bildirerek acımızı paylaşan herkese, değerli basınımıza ve diğer tüm ilgililere buradan tekrar teşekkür ediyoruz.
Kim ne derde desin, kendi cenâzeleri insana bakış açısını değiştirtiyor. Önceleri kolaylıkla değerlendirilen ve hemen cehenneme gönderme duygularını törpülüyor. Cennet ön plâna geçiyor. Doğrusu, işin gerçeği de budur. Hani ne derler; "Allâh bahâne Rabbisidir" Kulu, îmânla göçmeyi başardıktan ve katına zulümle değil de, insanların da güzel şehâdetiyle geldikten sonra, affetme noktasında ufak bir örneği bile kurtuluşu için vesîle kılabilir. Rabbimiz, başta sözü edilenler olmak üzere cümle geçmişlerimizi naîm cennetlerine dâhil eylesin. onları ve bizleri tüm sevdiklerimizle berâber Efendimiz (SAV) in Livaül'Hamd sancağı altında buluştursun inşâllâh...
Bununla beraber, son tahlilde, bugünkü sözlerimizi, hepimizin rahmete kavuşmuş tüm geçmişlerini de katarak, İsrâ Sûresi'nin 24. âyetinin meâliyle noktalıyoruz:
“Rabbim, onların küçükken bana merhametle muamele ettikleri gibi şimdi de sen onlara merhamet et.”
Âmin, âmin, âmin; ves'selâm...
Bolaman(.net) Gazetesi Mart 2013
Nuri KAHRAMAN |

|
| BİR KÜÇÜKTEN, BİR BÜYÜKTEN; İKİ HATIRA... |
| Yazı Tarihi: 09 Şubat 2016 Salı | |
|
|
Sevgili okurlar. Babam rahmetli, 10 Şubat 2013 Târihinde vefat etti. Tam 3 yıl olmuş. Zaman nasıl da geçiyor! Rabbimizden sizlerin, bizlerin cümle ölmüşlerine, kâffe-i ehl-i îmâna rahmetler niyâz ediyoruz.
Özelde de bu gün, müsâdenizle, tevâfukları da vesîle ederek, hem eskilerden notlar düşmek, daha çok da görev, minnet ve de vefâ adına, anlatılanları da fırsat bilerek, sıcağı sıcağına, bu konuyu yazmak istiyoruz.
Sevgili dostlar. Tevâfukan, son 10 gün içerisinde karşılaştığımız 2 kişi de, rahmetli babamdan hâtıralar nakl’ettiler. Efendimiz (SAV) “Ölülerinizi hayırla yâd ediniz” buyuruyor. Eğer bu iyi bir şey olmasaydı, Efendimiz(SAV) böyle söylemezdi. Dolayısıyla, bunları sizlerle paylaşalım ki, duâya ve de rahmete vesîle olsun inşâllâh.
ARTVİN’DEN ZONGULDAK’A…
Bir önceki Cumartesi günüydü. Bizim köyden bir arkadaş geldi. Aynı köylüyüz ama, biz ta yukarda, o da ta aşağıda Melet Irmağı kıyısında oturuyor. Kendisi, Eymür’ün içinden geçen Dereyolu kenarında bir iki dönümlük, ev yapacak kadar bir yer arayışında. Bu bağlamda yanımıza gelmiş. Hem yola daha yakın, hem de müstakil, hem de komşuluk edilebilecek bir yeri olsun istiyor. Bize danışmaya gelmiş sağolsun.
Merkez bir İlkokulumuzda öğretmen olan arkadaşımız, bir yandan çaylarımızı içerken başladı anlatmaya:
- Nûri Âbi. Aynı köylüyüz ama, sizinle pek görüşmemiz olmadı. Rahmetli babanla oluyordu daha çok. O da, fındıktan fındığa; satmaya geldiğimiz zaman. Çünkü ben de zâten hep uzaklarda görev yaptım. Daha yeni buralara geldim.
- Buralara gelmek derken, bak ne anlatacağım: Bir gün yine buraya fındık getirdik. Tarttık, döktük; hesaplar yapılıp da çaylar içilirken, Rahmetli Sâlim Amca sordu bizimkilere:
- Bu yeğenim ne yapıyor, ne işle meşgûl?
- Amcası bu öğretmen oldu, atandı; göreve gidecek!
- Nereye?
- Artvin!
- Yeğenim sen hiç oraya gittin mi, nasıl bir yer olduğunu biliyor musun?
- Hayır amca, listeye baktım, Ordu’ya en yakın yer olarak orası vardı. Ben de orayı tercih ettim!
- Ama yeğenim, oraları çok kaşlı-bayırlı yerlerdir. Sen bilmezsin, oralarda zorlanırsın. Dur ben bir bakayım!
- Dedi ve hemen telefona sarıldı. Nâbi KILIÇ mı ne;
- Hayır, POYRAZ!
- Ha, işte ona ânında telefon etti ve tâyinimiz 2. Tercihimiz olan Zonguldak’a gerçekleşti.
- Sâlim Amca ilgili birisiydi. Sâhip çıkardı, yol gösterirdi, yardımcı olur, bizzat ilgilenir, yön-yöş ederdi. Burası önemli özellikle. Allâh rahmet eylesin.
MAHALLE YENİ'DEN; SOHBET ESKİ'DEN!
Diğer isimle biz karşılaştık. Geçen Çarşambaydı. Yeni Mahalle Eczânesi’ne uğramıştık. Baktık Servet Bey’in yanında orada, eskilerden çok âşinâ olduğumuz bir amca oturuyor. Kim, kim, kim derken; bizim Şifoo Hakkı diye bildiğimiz, Şeyhoğlu Hakkı Şensoy olduğunu öğreniyoruz.
Mâşâllâh; yaşına göre çok iyi. 28’li. Yâni yaş olarak 88’de. Sevecenliği, sempatisi yerinde. Sözü-sohbeti de tabiî. Biz olunca ve de babamı hatırlayınca, başladı bizimle ilgili sayfalardan anlatmaya:
ŞEYHOĞLU’NUN ANLATTIKLARI…
-Hey gidi Sâlim. Ne yaman adamdı! Ne iyi arkadaştı! Onu çok eskilerden tanıyorum; gençlikten, hattâ çocukluktan beri. Belirli biriydi, tanınmış biriydi. Hattâ, sülâleden, hem anne, hem de baba tarafından öyleydi.
- Sanırım 50’li yıllardı. Belki 60. İlk hatırladığım; yaylamız Ordulu Obası, Kızılcataş’tayız. Baban ve babası Selahattin Amca geliyorlar uzaktan. Babam onları kapıda görür görmez;
- Git oğlum misâfirlerle ilgilen. Hem bunlar iyi insanlardır, hatırlı insanlardır, hizmette kusur etme! dedi bana.
- Mâlum dedenle baban Gümüşhâneli Nûri Ağa’nın damadıyla torunu. Babam bunu biliyor. Babam da hatırı sayılır biriydi tabiî. Onları iyi tanıyordu. Şeyhoğlu Muhlis Ağa derlerdi. O zamanlar köyler daha çok ağalarıyla bilinirdi.
- Her zaman olduğu gibi o gün de dedenin yanında bir-kaç at vardı. Hem de ne atlar! Şimdiki lüks taksiler gibi. Deden, esmer, uzun boylu, yakışıklı, iyi ata binen, iyi giyinen, çevik, pratik bir adamdı.
- Her neyse, babanla çok arkadaşlığımız oldu. Beraber düştük, kalktık; alışveriş ettik. Ticâretinde dürüsttü. Güvenliydi.O mâvi arabasıyla çok yolculuk ettik. Yolda-izde bizi rast geldiği yerde hep alır, yayla-cenik, köy-çarşı taşırdı.
- Hey gidi Sâlim. Baban gerçekten çok hoş bir insandı. İnsanla çok güzel lâf ederdi. Konuşkandı. Muhabbetliydi. Sıcaktı. Hâlâ hayâlimde, kendine has, tatlı tatlı gülüşleri vardı. Nasıl diyeyim; çok beyefendi, çok iyi bir adamdı. Aynı zamanda oturaklı, ağır, sözü dinlenen bir kişiydi.
- Ayrıca, hayrı-hasenâtı seven, çevresine faydalı bir insandı. Bu yönüyle, kendi çevresi ve sülâlesinde de ayrı bir yeri vardı.
Evet, sevgili dostlar! Biz de öleceğiz! Sonuçta önemli olan, bulunduğumuz köprüden karşıya, hayırla yâd edilecek şeyleri çok olarak geçip, sonrasında Efendimizin (SAV) komşuluğunda buluşabilmek.
Meselenin özü bu. Rabbimiz cümlemize, rızâsına muvâfık yaşantılar ve de hüsn-i hatîmeler lûtf’eylesin inşâllâh diyerek yazımızı noktalıyor; hepinize sevgi ve de saygılar sunuyoruz ves’selâm… |