|
|

DARASI ALINMIŞ SÖZ’LE
SERÜVEN NE GÜZEL!
Geçtiğimiz Cumâ günü yatsıdan sonra, kentimizin gözde eğitimcilerinden, yılların Türk Dili ve Edebiyâtı öğretmeni, şâir-yazar ağabeyimiz, belki onbinleri bulan talebelerinin her birinin hocamız derken kıvanç ve onur duyduğu Musa İşleyen Beyefendi’nin ilk şiir kitabı için düzenlenen imza programı vardı.
Şadırvan’ı geçip Serüven Kitabevi’ne vardıkta umulmadık bir tenhâlıkla karşılaştık. Meğer, kitabevinin bulunduğu sokağın karşı tarafındaki 2. kat ta Serüven’e âitmiş ve imza töreni oradaymış. Işıklı basamaklardan yukarı tırmandık. Mûsâ Bey tüm şıklığı ve her zamanki pozitif duruşuyla orada. Kitap imzalatmak isteyenler sıra olmuş.
Ne zamandır göremediğimiz bir çok arkadaşla karşılaşmak ne güzel. Beni şaşırtan, küçümsenmeyecek genişlikteki bu odanın, dört duvar tavana kadar kitaplarla dolu olmasıydı. Onun ötesinde, kıyı-köşe, üst üste kitaplarla lebâleb. Kitapların içerisinde çok eski baskı olanları bulunup, bizim gençlik yıllarımızın havasını yansıtanlar da var.
Kitap olan her yerde yaptığım gibi, şöyle gayri ihtiyârî dolaşırken gözümün takıldığı bir kitabın, daha sırtını görünce, kitabın da, yazarın da adı yazmadığı hâlde, Murat Sertoğlu’ya âit olduğunu anladım. “Acabâ, BULGAR SÂDIK kitabı mı?” derken, BATTAL GÂZİ ismiyle karşılaştım. Çok eski bir dostun ötesinde, ilk gençlik yıllarımızla buluşmuş gibi olduk.
Bir yandan çaylar geliyordu. Ortam iyiydi. Bizim özlediğimiz bir atmosferi çağrıştırıyordu bu akşamın renkleri. Önceki hafta yazdığım çaycı arayışı eksenli kültür-kafe niteliğindeki yer işte biraz böyle bir yerdi. Orta yerde masalar vardı. İsteyen sohbet ediyordu. Kimi kitap karıştırıyor, kimi de bir yandan çayını yudumluyordu.
Mûsâ Bey masadan başını kaldıramıyor. Ziyâretçileri çok mâşâllâh. Rabbim daha da ziyâdeleştirsin inşâllâh. Ben de heveslendim doğrusu. Şöyle niyetlenip de işe biraz asılsam, peşi peşine kitapların gelmesi işten değil. Dolayısıyla, bu akşam benim için bu anlamda bir motivasyon oldu. Artık zamânı geldi de, neredeyse geçiyor bile.
Hem ayıp da oluyor artık! Un, su, şeker hepsi hazır. Sâdece niyet, karar ve azim gerekiyor. Bilmem, nasip olur da böyle bir gün gerçekleştirirsek, bizim de böyle çok ziyâretçilerimiz olur mu? Diyeceksiniz ki; denemesi bedava! İnşâllâh dostlar.
Evet, kitabını alan gitti. Ortalık sâkinleşti. Yazarımıza bir kitap ta biz imzalattık. Üzerinde, bir nevî eser mürüvveti görmenin tarâveti vardı. Dışarı çok taşmasa da, içinin içine sığmadığı her hâlinden belliydi. Bu heyecan da elbette ki hakkıydı. Bunu, başta âilesi olmak üzere, yakınları, öğrencileri, dostları ve arkadaşlarıyla bir arada yaşamanın da ayrı bir hazzı olmalıydı.
Yazara göre; “Şiir; bir arınmadır.” (Shf:88) “Darası alınmış söz”dür. Tıpkı Voltaire’in “Şiirin düzyazıdan farkı şudur: Az kelimeyle çok şey söylemek.” dediği gbi. “Şiir, duadır Yaradan’a. Şükürdür nimetlerine onun, kucak kucak.”(Shf:89)
Sevgili okurlar! Sizleri, Mûsâ Bey’in yukardaki sözlerinin ifâdesi olan, öğrencilerinin hâtıra defterlerini yıllardır süsleyen ve kitabın ilk başında yer alan, besmele niteliğindeki NE GÜZEL şiiriyle baş başa bırakıyor, Sn. Ağabeyimiz’i tekrar tebrik ediyor, devâmı gelmesi dileğiyle, darası başımıza diyor, cümleye sevgi ve saygılar sunuyorum ves’selâm…
NE GÜZEL
Ay yıldızlı bayrakta,
Al kan olmak ne güzel!
Şehit yatan toprakta,
Sağ can olmak ne güzel!
İnsan Hakk’ı bilende,
Korku olmaz o tende;
Hür havalı gülşende,
Fidan olmak ne güzel!
Hata makul sayılıp
Hoşgörülür her ayıp;
Melek gibi yaşayıp
İnsan olmak ne güzel!
Belâ mukadder ferde
Ölüm de var kaderde;
Ve onulmaz bir derde
Derman olmak ne güzel!
Mel’un düşman var iken,
Ne can lazım, ne de ten;
Savaş emrin ileten
Ferman olmak ne güzel!
Bu millet için için
Kan ağlar acep niçin?
Bir kutlu dava için,
Kurban olmak ne güzel!
Saadet mutlu çağda,
Kötülükler yok orda.
Hakk’a giden tek yolda,
Kervan olmak ne güzel!
ORDU HAYAT GAZETESİ
20.12.2010 |
|
|
SÖZÜMÜZ GAYR’A, HAYR’A DEĞİL! Sn. Ali Bey Ağabey. Sizin yazılarınızı her gün okumaya çalışıyorum. Sizi izliyorum. Gönlünüzden akıp gelen cümlelerinizi zevkle okuyoruz. Ama, bâzen bu duygularınız sele dönüşüyor. Bilhassa bizim gibi şiirle ilgilenenlerde olduğu ve de sizin benimle ilgili son yazınızda en çarpıcı örneği görüldüğü gibi.
Meğer biz, Köprübaşlarında dolaşırken köprünün altları taşmış, Bülbül Deresi Melet Irmağını aşmış! Biz, güzelim Güzelordu’nun etrafında paravanlardaki manzaralara kapılıp gitmişken, köprünün altından çok sular akmış, derken, dalgalarla mücâdele durumunda kalmışım da haberim yok! Ve işte şimdi uğraşıp duruyorum!
Lâfın gelişi bir yana, sizin tarafınızdan böylesine izlenmekten son derece memnun olduğumu bilmelisiniz. Biz niye yazıyoruz ki? Başta, okunsun diye! Ne kadar çok kişi okursa o kadar memnun oluyoruz.
Dikkât etmeme rağmen son yazınızı kaçırmışım. Fakat, yazı bir yerde konuşulmuş. Kulağıma geldi. Akşam eve geldiğimde ordugazete.com’a baktım. Sağolsun, Nuh KIRCA Bey oraya almış yazınızı. Yazının baş kısmında üç nokta var. Sanırım, yazınızın bütününü koymamış. Yalnızca, benimle ilgili bölümü almış olmalı.
CEVAPLAR YAZIDA MÜNDEMİÇ
O yazıyı ve sonra da kendi yazımı tekrar okudum ve düşündüm ki, siz benim yazımı ya dikkâtli okumadınız, ya da istediğiniz kısımları aldınız. Çünkü, sizin kafanıza takılıp ta bana yönelttiğiniz tüm soruların cevâbı yazının içinde var.
Bir defâ, bizim hayır sâhipleriyle bir alıp veremediğimizin olmadığını orada söyledik. Hattâ, dün akşam Lütfi Amcayla yan yana tevâfuk ettik yatsı namazında. Problem yok. Söz konusu bile olmadı. Olmayacaktır da. Zîrâ biz, Güzelordu ekseninde Ordu’nun daha güzel ve yaşanılır olması adına, geneline dâir duygu ve düşüncelerimizi ortaya koyduk, o kadar. Kimseyi de rencîde diye bir temâyülümüz olmadı. Her neyse. Takdir sizin.
Sonra, biz Güzelordu ile ilgili, inşaat kararlaştırılmadan çok önceleri de yazılar yazdık. Ayrıca, bir yıl da olsa orada okuduğum için kendimi biraz da Güzelordulu sayıyorum. Burayla öteden beri ilgileniyorum ve yazılar yazıyorum. Siz onları görmemiş olmalısınız. Gazetemizin arşivinden ya da internetten bakılabilir.
CUMHÛRİYET, GÜZELORDU.
Ben şimdi burada, keşke Cumhûriyet Meydanı’ndaki Merkez Ortaokulu ve yanındaki ilkokulun yerine devâsâ bir okul yapılsaydı desem hoşa gider mi? Uygun mudur? Yapılsa bal gibi olurdu. Alışır giderdik hem de! Ama, böylesi daha iyi değil mi? Böyle bir meydana ihtiyâcı yok muydu Ordu’nun?!
Gerçi biz o zaman, okulun mevcut hâliyle kalıp, restore edilerek bir kültür merkezi yapılması fikrini savunuyorduk. Sanırım o zaman, bunu biraz da, yerine daha büyüklerinin binâ edileceğinden endîşe duyduğumuz için yapmıştık. Bu görüşlerimizi deklare de ettik. Hattâ şiir diliyle ifâde ettik bunu. Çok da güzel olmuştu. Belki bir gün bu sütunlara da alırız bir vesîleyle. Demek istediğim; biz söyleyeceğiz, vatandaş da değerlendirecek. Sonuçta karar büyüklerin. Herkes görevini yapacak.
Bana sorarsanız, Ordu’nun o zamanki durumunda orası neyse, bu gün yaklaşık 20 sene sonra, Güzelordu’nun olduğu yer de hemen hemen aynı konumda. O zamandan bu zamana nüfus neredeyse ikiye katlandı. Kentin merkezi de doğuya doğru kayıyor. Merkez Ortaokulu’na yer bulundu. İstense buna da bulunabilirdi. Bulunamıyorsa, o zaman da, gerçekten kentin plânlanmasında sorun büyük demektir.
GÜFTE ve BESTE
Ali Ağabey! İşin aslına bakarsanız, ben o yazımın başında da belirttiğim gibi, benim yaptığım biraz, pişmiş aşa su katmak gibi oldu. Belki yanlıştı. Ama, endişeye, yarı argo ifâdelerle olayı dramatize etmeye gerek yok. Bizim ağzımıza bakan kim ki zâten? Her kes işini biliyor. Kimseye aldırmıyor. Bizim sözlerimiz onlar için, kendi şarkılarının ara nağmesi gibi bir şey. Ne güfte değişiyor, ne de beste!
Vakıf İşhanı öyle. Meselâ Belediye. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyle, gündemdeki teleferik konusunda ilgili devlet birimlerini bile kaale alıp ta sağlam yapmamış işini. Şimdi sıkıntı yaşıyor. Bizi kim ciddîye alır ki?! Yazdıklarımızın yaptırımı da yok. Müsâde edilsin de duygu ve düşünce kırıntılarımızı olsun dillendirebilelim hiç olmazsa.
SIKINTI NEREDE?
Şu kente Boztepe’den bakmayan yok. Bu kadar güzel yerleşim alanına sâhip kaç kent var Karadeniz’de? Hattâ Türkiye’de? Peki, buradan daha berbat yapılaşma, nerde var? Bunu sâdece Belediye için söylediğimizi düşünmeyin lütfen. Bu kentte bir türlü mâkul bir irâde teşekkül etmiyor. Sıkıntı burada.
Kimi o yana çekiyor, kimi bu yana. Oturup baş başa verelim de, şunu şurdan alalım, şunu şuraya koyalım da şu işi en mâkul şekliyle çözümleyelim, güzel bir şehir kompozisyonu oluşturalım diye ortaklaşa bir dert, bir akıl yürütme pozisyon ve irâdesi yok. Asıl mesele bu.
Bir de, düşünüyorum da, bize, gereksiz görünen bu ve benzeri şeyleri yazdıran sebebin arka plânında, boncuk gibi olması gereken bir kentte yaşadığımız bunca sıkıntıların anlamsızlığıdır. Onlara bir serzeniştir. Bu yapılanların, bundan sonra olacakların da habercisi olma niteliği taşımasıdır. Derdimiz bu. Yoksa, kimsenin hayrına engel, uğruna çengel değiliz.
Sevgili okurlar. Yazıya bakıp ta ortada bir problem olduğunu düşünmeyin. Ali Öztürk Bey’e, bu vesîleyle düşüncelerimizi vuzûha kavuşturma imkânı verdiği için teşekkür ediyorum. O da, biz de samîmî düşüncelerimizi yazıyoruz. Güzelordu yolunda. Bülbül Deresi akıyor. İnsanlar işinde-gücünde ve de her kes kendi işine bakıyor…
Velhâsıl, Ali Ağabey; bu işin içinde ne para var, ne ticâret! Ve hattâ ne de siyâset!
Mâdem yazdınız, ben de yazdım. Durumlar da kısaca bundan ibâret; ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
19.12.2010 |
|
|
RÜZGÂRLARIN SÖYLEDİĞİ ŞARKI
Artık zamanı geldi. Rüzgârlar daha çok, daha hızlı esiyor. Uçuran fırtınalar yolları kesiyor. Yapraklar uçuyor, damlar göçüyor. Damlar evriliyor; koskoca ağaçlar yollara devriliyor. Giden gidene, koşan koşana; her yerde bir telaş, bir telâş! Gidişler oldukça hızlı ve hazlı.
Gidişten çok kaçıştır aslında bu! Yerinden ve derinden kopuştur; ama, nereye? Nereye kadar?
Gerçekte düşünülecek olsa ve de hakkıyla taşınılacak olsa; bu dünyâ sanıldığandan da dar!
Her ne yöne koşsan önüne bir tepe çıkar, ya da aşılmaz bir dağ. Tutar seni bir görünmez ağ.
Ne olursan ol, ne bulursan bul. Sonuçta, her şeyin gerçek sâhibi Allâh, sen sâdece bir âciz kul!
Aklın varsa git; O’na götüren yolu bul. Gitmek istemesen de gidersin; yavaş yavaş, usul usul!
Geriye dönüşü yok; başa gelen çekilir. Ama kardan, ama rüzgârdan, boyunlar birgün bükülür.
Ve işte yağdı-yağacak derken, her tarafı kaplar kar. Basar birden her yanı, herkesleri bir efkâr.
Havalar soğuk, yolda çile var. Eskisi-yenisi, çamuru-çakılı yok; tipiler savurur, zincirler uzar!
Eli-kolu bağlı yolların. Durduğunuz yerde durun siz varın. Sesi-soluğu çıkmıyor artık suların.
Sen de sus artık. Kâlbini dinle. Kalıbına dur de. Düşün; ne çıkacak karşına, sıyrılınca perde?
Rüzgârların şarkısına kulak ver. Yaprakların savruluşuna dikkât et. Rûhun çağırdığı yana git.
Çâresizliğini gör.Yapraklar geri gelmiyor.Düşecek meyve,olmuyor.Nasipsiz kaplar dolmuyor!
Baharı, yazı göremeyecek olan görmüyor, sonbahara, kara-kışa eremeyecek olan ermiyor,
harmanlara fındık seremeyecek olan sermiyor! Ama, insanoğlu bunlara hiç ihtimâl vermiyor!
Kendi rüzgârlarına dönüyor yine sonra. İçindeki pişmanlık duyguları sönüyor yine sonra.
Gelsin çaylar-çorbalar; dolsun yine kasalar-keseler, şişsin o eski-üskü, meşkûk torbalar.
Ama, düşünülmezki, o tahtaları da, demirleri de, çelikleri de, her şeyi yiyen böcekler var.
Nereye kaçsan, hangi teknolojiye sığınsan, her cinsin bir böceği, her ağacın bir kurdu var.
İnsanoğlunun gerçek anlamda, yalnızca ve yalnızca sonsuzlukta mutlu bir yurdu var.
Rabbimizden dileyelimki, esen ya da esmeyen tüm rüzgârlar bizi oraya, oraya götürsün.
Sıratlardan geçirsin, arasattan uçursun, cennetlere göçürsün. Âb-ı Kevser içirsin.
Ömrümüzün son demi, sonbaharı, âhiret yurdumuzun som bahârı olsun.
Yazarın, sizin için seçtiği bu şiir de, yazının yâdigârı olsun ves’selâm:
BÖCEK
Dün gece delişmen bir böcek
Cevizden bir sandığı oydu
Bekledim ha bitti ha bitecek
Bilinmez aradığı neydi
Humması sürdü sabaha dek
Bir işi vardı bitirecek
Bir doluya bir boşa koydu
Tohum mu toprağa ekilecek
Belki de söylenecek türküydü
Balık mı suda tutulacak
Bir gün soluğun kesilecek
Senin de dost delişmen böcek
(Gün Işığı)
Sabahattin Kudret Aksal ( 1920 - 1993 )
ORDU HAYAT GAZETESİ:
17.12.2010
|
|
|
MÜNEVVER AYAŞLI AVRUPALI MIYDI?
Her ne kadar hicrî yeni bir yıla girmiş olsak, Muharrem ve Aşûre günlerini yaşasak ta, dönüşleri, ziyâretleri, hurma ve zemzemleriyle Hacc’ın gündemimizdeki sıcak yeri devam ediyor. Zâten, takvim olarak da zaman dilimleri birbirine yakın ve de süreç olarak iç içe.
Bu gün, bu bağlamda, bir değerimizle buluşturup tanıştıracağız sizi. O, eli öpülesi bir Münevver. Hem adı da öyle. Ayaşlı soyadını, Viyana Büyükelçisi Sadullah Paşa'nın oğlu Nusret Bey’le evlendikten sonra almış.
Selanik’de 1906’da doğan Münevver Hanım, babasının görevi sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun şarktan garba çeşitli bölgelerini gezdi. Arapça ve Farsça öğrendi. Şark dillerini öğrendiği okulların yanında Alman Okulu ve Fransa'da College de France gibi okullarda da eğitim gördü. Bu arada, doğu bilimlerinde otorite olan ünlü şarkiyâtçı Massignon’dan Tasavvuf dersleri aldı.
Münevver Ayaşlı, Osmanlı Coğrafyasının yetiştirdiği ünlü romancı ve yazarlarımızdan olup, eserlerinde kültür, medeniyet ve sosyal hayâtımızın geniş manzaraları, imparatorluktan Cumhûriyet’e geçiş sürecindeki gözlemlerin ifâdesi olan duygu, düşünce ve değerlendirmeleri yer almaktadır. Yazıları, yaşadıkları, gördükleri ve hissettiklerinin bir dökümü niteliğinde olan Münevver Ayaşlı, günlük gazete yazıları da yazmıştır.
PERTEV BEYLERLE TANIŞIYOR MUSUNUZ?
Münevver Ayaşlı, Roman olarak Pertev Bey başlığı altında ve bir dizi niteliğinde 3 eser vermiştir. Ki, bu kitaplarla ta İmam-Hatip Okulu yıllarında tanışmıştık. Bizim zamanımızda pek şimdiki gibi öyle nâmuslu romanlar yoktu. Bu sağduyulu romanları ilgiyle okumuştuk. O zamanki kapakları bile gözümün önünde. Adları; 1- Pertev Bey'in Üç Kızı, 2- Pertev Beyi'in İki Kızı, 3- Pertev Bey'in Torunları
Yazarımızın,1975’de de hâtıraları yayınlandı Dersaadet adıyle. Ondan bir-kaç yıl önce Ondokuzuncu Asır’ı yazmıştı târih diliyle. Bir de; İşittiklerim Gördüklerim Bildiklerim adlı tanıdıklarının portreleri niteliğinde bir eseri yayınlandı. Diğer eserleri; Teşrîn-iSânî ve Ötesi, Rumeli ve Muhteşem İstanbul. Ayrıca, yazarın portre yazılarından derlenen, 51 isme yer verdiği Haminnenin Suret Aynası adlı kitap var. Geçtiğimiz yıllarda TİMAŞ yayınları arasında çıktı.
Kısaca bu isim, kültür ve edebiyatımızın mazbut isimlerinden. Târih ve kültürümüzün lezzetini tatmak isteyenler, akıcı bir uslûp taşıyan bu kitapları tereddütsüz ve severek okuyabilirler. Münevver Ayaşlı, müktesebâtımızın mazbut isimlerindendir. İmzası olan her yerde çekinmeden dolaşabilirsiniz. Osmanlı iklîminin havasını soluyabilirsiniz. Allâh’a sonsuz şükürler olsun ki, o ve benzeri yazarlarımızın kitaplarını bulabilmemiz mümkün.
Sözü yine, Hacc konuları ekseninde sıkça yaptığım gibi, Vehbi VAKKASOĞLU’ya bırakacağım. O’nun, her âilede mutlakâ bulunmasını tavsiye ettiğimiz kitabından iktibas yapacağız. Böylelikle, hem Münevver Ayaşlı ve yaşadığı dönemleri tanıma, hem de his dünyâlarını günümüzle karşılaştırma imkânını elde edeceğiz. İşte, mezkûr kitaptan satırlar:
HAMİNNE, NEDEN HACCA GİTMEK İSTEMEDİ?
“Benim haysiyetli Hacı Annem Münevver Ayaşlı ise, yıllar yılı imkânı müsait olmasına ve yollar açık bulunmasına rağmen hac yapmamıştı. “-Niçin hacca gitmiyorsunuz?” diyenlere de şu cevabı vermişti:
“-Ben, Devlet-i Aliye devri çocuğuyum. Babamın görevi gereği Selanik’te doğdum. Mekke Medine’de, Lübnan’da okudum. Dolayısiyle de mukaddes topraklara benim çocukluğumda büyükelçi değil idareci gönderilirdi. Oralar sınırlarımızın içindeydi. Şimdi Mekke’ye, Medine’ye pasaportla gitmek zoruma gidiyor, ağır ve acı geliyor bana. Kaldırın pasaportu, vizeyi, hemen düşerim yollara…”
Tabii ki, daha sonra, harika bir tarzda hac farizasını da ifa etti ama, rahmetli bu sözleriyle bize bir mesaj vermek istiyordu. Umarım, bu mesajı hacca ve umreye giden her mü’min alabilir ve daha dün denecek yakın bir zamanda milletimizin yaşadıklarını, gerekli dersleri çıkararak bir daha hatırlar. Buna mecburuz. Çünkü giderek hafızasız bir millet oluyoruz. Ben söze, “Haccın yasaklandığı günlerdeydi” diye başlayınca, az buçuk mürekkep yalamış olanlar bile, hayretler içinde:
“-Allah Allah, bu ülkede hac da mı yasaklanmıştı” diyorlar. Hac ve umre yapabildiğimiz için daha çok şükredelim ve unutmayalım ki, dünü bilmeyenin geleceği aydınlık olamaz!”
Sevgili dostlar; bugünlere çok şükür. Kâlpler zâten ayrılmamışken, aradaki sınırlar da gitgide anlamını yitiriyor görüldüğü gibi. Rabbimiz bizlere bu günleri gösterdi. Ama, yukardaki duâ niteliğindeki değerlendirme ve duyguların bu sonuçta etkisi var muhakkak. Öyleyse bizler de, hiçbir zaman ümitsiz olmadan, iyimser duygularımızı geliştirelim, ama bunları eylemlerle de pekiştirmeye çalışalım.
Sevgili okurlar! Cumâlarımız mübârek, tek söz-iş, yol-iz ölçümüz “gerçek” olsun.
Yüreklerimiz, Kitap, Sünnet aşkı, târih, kültür, medeniyet, hizmet sevdâsı,
millî-mânevî değerlerimizin ilgi, alâka ve muhabbetiyle dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
16.12.2010 |
|
|
“YÜCE”LERDEN, “YÜCEL” ER’E…
Muzaffer Yüce adı, akla hemen, kibarlık, zerâfet, nezâket ve asâlet kavramlarını getiriyor. Onu görenler hemen toparlanıyor, sevgi ve saygısını bir şekilde belli etme ihtiyâcı duyuyor. Çünkü, vücut dili size bunu telkin ediyor. Allâh selâmetler ve hayırlı uzun ömürler versin. Âmin…
Kendisiyle ara-sıra karşılaşma, zaman zaman da, teşehhüt miktârı sohbet etme imkânımız oluyor. Her nerede karşılaşsak biz de kendisine saygıda kusur etmemeğe çalışıyoruz. Muzaffer Günay Bey, geçen haftalarda kendisiyle ilgili bir yazı yazdı ve sözlerini, hayâtını yazmak istediğini söyleyerek bitirdi. Bu konuyu ayrıca yazacağım ama, şimdilik “çok isâbetli bir karar” olduğunu söylemekle iktifâ ediyor, yazar arkadaşımıza da başarılar diliyorum.
Evet, yaklaşık 2 ay kadar oluyor. Muzaffer Yüce Bey Amca, bu defâ, karşılaşır karşılaşmaz, hoş-beşten sonra, yazarımız Orhan Yücel Bey’den, âilesinden ve yazılarından söz açtı:
“Çok güzel yazı yazıyor. Severek okuyorum. Zâten kendisini ve âilesini de tanıyorum. Yakın görüşüyoruz. Âile olarak ta çok mükemmeller. Bu tarafını siz bilemeyebilirsiniz. Size de anlatmaz zâten. Çok da mütevâzıdır çünkü aynı zamanda. Kendisine ilk görüştüğünüzde selâmımı söyle.”
“Belki inanmayacaksınız ama, biz Orhan Bey’le tanışmıyoruz. Sâdece, Hüsnü YÜCEL Bey’in ağabeyi olduğunu biliyorum. Hem, nerede görebilirim, bilemiyorum? Uğramaya çalışırdım. Daha önce bir başka gazete yazıyorken de yazılarını tâkip ediyordum. İlgiyle okuyordum. Şimdi bizim gazetede yazıyor. Yazıyı internet kanalıyla gönderiyor. Ancak, henüz tanışma fırsatı bulmuş değiliz!”
“Ciddî olamazsın. Aynı gazetede yazıyorsunuz ve fakat tanışmıyorsunuz! Hem, yazılarınız îtibârıyle de birbirinize yakınsınız. Ama, mâdem öyle, bir an evvel tanışın. Hiç olur mu, çok ayıp! Sizin bir birinizi tanımamanızı, ikinizi de tanıyan biri olarak, doğrusu size yakıştıramadım!”
Biz de kendisine hak verdik. “İnşâllâh, bir an evvel bunu gerçekleştirmeye çalışacağız!” dedik. Derken, bir gün gazeteye uzun boylu, sessiz-sadâsız ama cevvâl birisi geldi. Selâm verdi. Buyurun dedik; öyle bakarken:
“Ben Orhan YÜCEL, Hacca gidiyorum da vedâlaşmaya geldim!” deyiverdi bir çırpıda. Birden neye uğradığımızı anlayamamıştık. Tanıyamadık ta tabiî. Gel de mahcup olma. Muzaffer YÜCE Bey Amcamızın dediği kadar var. Buraya kadar da gelmiş olduğu, her gün gazetede fotoğrafını gördüğümüz hâlde, bir de aval aval suratına bakmak, hakîkâten biraz ayıp oldu gibi.
Ama, bu biraz da kendisinden kaynaklanıyor. Zîra, gazetedeki fotoğrafında, orta boylu, hafif kilolu, yaşını-başını da almış gibi bir izlenim veriyor. Hâlbuki kendisi uzun boylu. Daha genç bir duruşu var. Fotoğrafta göründüğü kadar ak saçlı da değil yâni.
Şu da var ki, çoğu defâ fotoğraftaki görüntünün algısıyla, gerçek kişi örtüşemeyebiliyor. Tıpkı insanların ekranlara yansıyan algılarıyla gerçekliklerinin aynı olmadığı gibi.
Her neyse, hacc dönüşü telefonlaştık. Bu vesîleyle Hüsnü Bey’le de görüştük. Yazıhânesine gittim. Orhan Bey tevâfuk etmedi. İnşâllâh yakın bir zamanda zemzem içmeye geleceğiz. Buradan, Haccının mebrûr olmasını diliyor, kendisine tekrar hoş geldiniz diyorum. Ayrıca, Hacc ve Selâm’ı birlikte değerlendirdiğiniz yazı ve oradaki çarpıcı tespitlerinizden dolayı da tebrik ediyor, tesirini halkeylemesini Yüce Rabbimizden niyâz ediyorum.
Muzaffer Bey Amca haklı. Birbirlerimize daha yakın olmalıyız. Kaynaşmalıyız. Ülkemizin ve çocuklarımızın geleceği ve hepimizin hayrı için gerekli olan şey bu. Ama, her gün bu anlamda atılan adımlar sıklaşıyor. İşte geçen akşam Mustafa ARMAĞAN'ın konuşması. Oturanlar kadar ayakta dinleyenler. Ve bilhassâ gençler. Müslümanların kendi aralarında iş bölümü. Kimi aşûre dağıtarak işin tadını somutlaştırıyor. Lise çağındaki gençler kitap reyonlarında; kitaplarla içiçe. Bunlar güzel gelişmeler. İlim Yayma Cemiyeti ve Dil Edebiyat Derneği Ordu Şûbeleri çalışmaları. İnşâllâh, her şey daha güzele doğru gidecek.Sizler de duâdan unutmayınız inşâllâh.
Tamam Muzaffer Bey Amca. Mesaj alınmıştır. En yakın zamanda başta Orhan Bey olmak üzere önce yazarlarımızla, ardından da okurlarımızla daha fazla diyalog içre ve de sıkı-fıkı olmaya çalışacağız. Elbette, sizleri de unutmayacağız. Daha nice yıllar görüşmek, hasbihâlleşmek dileğiyle, hayırlı uzun ömürler ves'selâm...
ORDU HAYAT GAZETESİ
15.12.2010 |
| Toplam 228 Blog, 46 Sayfada Gösterilmektedir. |
|
«« « 1 2 [3] 4 5 6 7 8 » »»
|
|