|
|
CUMÂ, CUMARTESİ, PAZAR…
Dün sabah havadaki güneşi fırsat bilerek şöyle bir turladım Köprübaşı’ya kadar. Yine de göründüğü gibi değildi havalar. Güneşde yürürsen yaz, gölgeli tarafa geçersen kış! Ne de olsa aylardan mart! Bu mevsimde yola çıkan bunu bilecek; ona göre yola çıkacak. Elbetteki her mevsimin, her ayın, her günün birbirinden farkı olacak ki adlarının hakkını versinler!
Gazete artık YeniMahalle’de, yeni yerinde yâni. İş yerimize daha yakın. Utku Acun İÖO ile OTOGAR arası bir yerde; KAHRAMAN SAĞRA Caddesi’ndeyiz. Önce oraya bir uğradım. Çalışanlara, “HAYIRLI OLSUN” dedim, sonra da, “HOŞGELDİK!” dedim. Burası daha ferah, bize ve insanlara, hem de piyasaya daha yakın. Ordu Hayat’ın çizgisinde bir adım daha ileriyi ifâde eden bir yerdeyiz. İnşâllâh sizlerin de duâ ve katkılarıyla daha da güzel şeyler olacak. Bakacağız, göreceğiz. Sevinçliyiz, mutluyuz.
Gazeteden sonra Mustafa ÖZATA Bey Kardeş’e kadar yürüdüm. Ayaküstü biraz hasb-ihâlden sonra, ille de “çay” dedi. Namazdan bu yana epey çaylanmıştım ama, yine de dayanamadım; cumâ dedim, bayram dedim, muhabbet dedim, tamam dedim. Zâten canıma minnet lâkin, bir yandan fazla vaktini almak istemiyorum. Öbür yandan, gazeteyle ilgili düşüncelerine can atıyorum. Onun mütâlaaları benim için çok önemli çünkü. Öteden beri onun duygu ve düşüncelerine değer veririm. İkimizin en belirgin kesiştiği nokta gazete, kitap, dergi hastalığı. Onun da benim gibi yayınları evden dışarılara taşar. Bu hâle, bizim evdekiler olduğu gibi, onun evindekiler de mutlakâ şaşar! Merdiven altlarına, balkonlara, bodrumlara, çatılara doğru uzar gider çünkü kitaplıkların yedekleri!
Geçen gün eski gazete, dergi, kitap arşivlerini evirip-çevirirken, Mustafa ÖZATA’nın Millî Gençlik Vakfı Ordu Şûbe Başkanı iken düzenlenen bir şiir yarışmasıyla ilgili dökümanlar geçti elime. Bizim de jüri olarak imzamız var faaliyetin altında. Hey gidi günler dedim! Sen ol da deme! Ne heyecanlı günlerdi onlar! Şimdi zar-zor hatırlıyoruz. Demek ki, biz de bayağı km. katetmişiz hayat yolculuğunda.
İşte şu an tam burada; o zamanlar çok moda olan bir mûsıkî parçası kırık plâk gibi takıldı zihnime, beynimde çınlayıp duruyor: “Bir garip yolcuyum hayat yolunda…”
Evet Mustafa Kardeş, “bir garip yolcuyuz hayat yolunda…” Ve sevgili okuyucular; “hepimiz, hepimiz yolcuyuz!”
Hele Mustafa Kardeş’in o günleri var ya; o hepimizden heyecanlıydı. O zamanlar kamera vs. teknik donanımları da onda görüyorduk. Hattâ, bir defâsında, sene 80’li yılların sonu olacak; bana ilâhiler okutup kameraya kaydetmişti. O zamanlar için çok nâdir bir şeydi bu. O zamanlar Akkuş’da çalışıyordum. Bilmem o cihazlar şimdi duruyor mu? Dursa bile, onları değerlendirecek video var mı? Varsa, çalışıyor mu? Çünkü şimdi dijitâl devri. Teknolojiyle yarışmak zor. Bir adım gerisi demode!
Mustafa Kardeş, her ne kadar kendi haftada bir bile yazmasa da, benden “her gün ve de yerel” yazmamı istiyor. “İlgiyle bekliyorum ve de okuyorum” diyor. Ben de istiyorum ama her zaman olamayabiliyor. Duygu, düşünce, hâtıra ve cümle birikimlerimizi sizlerle paylaşmak, dertleşmek istiyorum. İnşâllâh deyip, devâmını bir başka zamana erteleyerek teşekkürlerle ayrılıyorum.
Cumâ’ya bir saat var. İmam-Hatip Lisesi Câmii’nin avlusu iğne atsan yere düşmüyor. Abdesthânede, her musluğun önünde 5’er, 10’ar sıra var. Hem ziyâret olsun diye abdesti okulda alıyorum. Oradan da MUHARREM CÂMİİ’ne geçiyorum. Çok güzel bir câmi. Hârun Hoca da görevini seven bir arkadaş. Her açıdan sıcak bir ortam. Mezarlık yanı olması hasebiyle ve ağaçların kattığı manzarayla berâber uhrevî bir havası var.
Ancak orada da sıkışıklık var. Sık sık anonslar yapılıyor ileriye yaklaşılması için. Altlı üslü hâle gelen câminin yetersizliği, bu insanlar daha önce nasıl sığıyorlardı sorusunu getiriyor akla. Ordu’da câmisizlik her yerde maal’esef.
Namazdan sonra iş yerindeyim, Kâzım SERDAROĞLU Amca gelmiş. “Yazıların güzel ama kısa yaz!” diyor. Türkiye Gazetesi’nden Yılmaz ÖZTUNA örneğini gösteriyor. Verdiği kıstas da ilginç: “Yazı, akıl başka yere geçmeden bitsin!” Babam da öyle diyor. Bu konuda ilk isteğin sâhibi annemdi. Ama, ünlü bir yazarın dediği gibi; “Kısa yazacak kadar bol zamanım yok!” Ben tamâmen öyle demiyorum; kısa da yazsam, uzun da yazsam kolay yazamıyorum çünkü. Çok zamanımı alıyor. Bâzen bir başlık bile insanın yazıdan daha çok zamanını alabiliyor. Hattâ günler sonra; “şu yazının başlığı şöyle olsaydı daha iyi olurdu” denilebiliyor! Durum bu!
Söylemeye unuttum, gazetenin büro bölümü taşındı. Elektrik ve telefon bağlantıları tamamlandı. Ağır kısım olan matbaa makinası da bu gün taşınarak işlem tamamlanacak. Gazeteniz artık size daha yakın ve müsâit bir yerde ve daha geniş. Her zaman bekleriz.
Son olarak, Ordu târihinde bir ilk ve dönüm noktası olan TELEFERİK projesinin temeli de bugün atılıyor. Projenin nerede ve nasıl gerçekleştirileceğini her ne kadar kamuoyu yeterince tartışmadıysa da, sonuç olarak Ordu’nun güzelliğine halel getirmeyecek, bağrına bir inci gerdanlık gibi yakışacak uygun bir eser olarak sonuçlanmasına duacıyız. Netîcede biz bu şehirliyiz ve tüm hassâsiyetlerimiz Ordumuz’un iyiliği ve de güzelliği adınadır.
Cumâ, Cumartesi derken; yarın Pazar. Ömür gidiyor azar azar…
O an gelince; her kim, nerde ve ne olsan, ne yazar; ves’selâm?!
ORDU HAYAT GAZETESİ
20.03.2010 |
|
|
IŞIK ve SES
Işık nedir, ses ne? Veyâ, her ikisi de ne değildir? Neyse, çok felsefeye girmeyelim; bizim hem işimiz değil hem de harcımız! İhtiyâcımız da! Ancak, konuyu şöyle açabiliriz; ışığın olmadığını düşünelim, ya da sesin! Hayat olur mu? Peki, asıl ışık ve asıl ses hangisi acabâ; bizi bu hayâttan öte, sonsuzlukta da yaşatacak?! Onlar hangisi, onlar nerede?
TÜRK EDEBİYATI Dergisi, bu yılın Ocak ayı, 435. sayısında, mîmârîmizin en zarîf sanat eserlerinden minâreleri inceleme konusu yapmış. Daha çok yapısal ve dönemsel olarak işlenmeye tâbî tutulan, Hülyâ ATAKAN’ın kaleme aldığı, IŞIK SAÇAN KULELER: MİNÂRELER başlıklı yazı, ilgililerince okunmaya değer. Minâreleri yükselten ve yücelten terennüm ettiği gerçekler ve hâtıralar, kulaklara ulaştırdığı uyarıcı nağmeler, dirilten seslerdir elbetteki.
Mâlum, merhum Üstad Necip Fâzıl, CANIM İSTANBUL şiirinin bir yerinde;
“Şahâdet parmağıdır göğe doğru minâre”
diyerek minârenin yeryüzü için ifâde ettiği anlamı en güzel şekliyle vurgular.
Mîmarların, o yöre insanlarının şehâdet parmağı mesâbesinde binbir çeşit ve tarzda minâreler yükselttiği kadar, müezzinler de tevhid, şehâdet ve dâvet eksenli ezanı, ses mîmârîsinin en güzelleriyle asırlar boyu yankılandıragelmişlerdir. Aynı şekilde, kalem ve kelâm erbâbı da yazı ve şiirleriyle minâre ve ezan ekseninde yorumların en güzellerine imzalar atmışlardır.
Şâirlerimiz içerisinde de, sağdan sola her yelpâzede, Nâzım Hikmet başta olmak, Tevfik Fikret de dâhil olmak üzere ezan, minâre ya da câmi çerçevesinde ilham uçurmayan yok gibidir. Yahya Kemâl bu konuda zâten zirveyi işgâl etmektedir.
Ezan
Emr-i bülendsin ey Ezân-ı Muhammedî. Kâfî değil sadâna Cihân-ı Muhammedî. Sultan Selim-i Evvel'i râm etmeyip ecel, Fethetmeliydi âlemi Şân-ı Muhammedî.
Osmanlının, 3 kıtada, bütün bölgelerde âdetâ cihân-ı âlemle savaştığı günlerde, şâirin Allâh’a yalvarışı da ezan üzerindendir. Çünkü o mânen olduğu kadar, madden de esâretten kurtuluşun, istiklâlin ifâdesidir:
“Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbî, Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbî, Tâ ki, yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın Gâlib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın.”
Millî Şâirimiz M.Akif ERSOY da, İstiklâl Marşı’nda hep ezan rûhunu işler. Hattâ bir yerde;
Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli
diyerek, ezanın özgürlük ve bağımsızlık adına ne anlam ifâde ettiğini zihinlerimize iyice yerleştirir. Bunun etkisiyle olsa gerek, köyümüzü anlattığım EYMÜRNÂME isimli manzum eserimizin bir yerinde, daha çocukluğumda ezanla ne denli iç içe olduduğumuz kendisini belli eder;
İlk ezanlarımı okudum ağaçlarında
İlk kızaklarımı kaydırdım yamaçlarında
Kısa dalga konserler verdim dal uçlarında
Yine o nağmelerden çalabilecek miyim?
Ezana ilgim bir çocukluk hevesi olarak kalmadı çok şükür. Hep devam etti. Bir mûsıkî, bir özlem, bir tutku olarak. Tâbiri câizse, bu anlamda hem okudum, hem de yazdım! İşte mesleğimin ilk günleri, 80’li yıllardan bir dörtlük:
EZANLAR
Getirir rûhumuzu heyecâna ezanlar
Mâverâdan gelir, can katar câna ezanlar
Kuşatır muştusuyla hasretli gönülleri
Erdirir vuslata bizi cânâna ezanlar…
Tabiî, ezan sâdece bir mûsıkîden ibâret değildir. Her şeyden önce bir çağrıdır; insanlara günde beş vakit bir şeyleri hatırlatan hakîkâtli bir mesajdır. Nereye gitsek, bizi gerçeğe, işin aslına çağıran bir şefkât soluğudur. Yine geçmiş yıllardan bir dörtlük bunu anlatmaya çalışıyor:
ELBİSE
Ölümün eli günbegün daha bir dokunuyor
Gelsene artık gelsene; bak ezan okunuyor
Nasıl işlemekteysen, nakışın öyle olur;
Âhiret elbisesi dünyâda dokunuyor!
Ezanı anlatmaya kelimeler, cümleler, kitaplar yetmez. Bunun farkında olmak da bir nasip işidir. Sevgili okuyucular; şu ezanlar büyük bir nîmet. Onun değerini bilelim. Ev seçerken bile ona yakın yerler seçelim. Eğer, kendimize, çocuğumuza, sevdiklerimize acıyorsak tabiî. Onun mânâsını derinlemesine bir tefekkür et; ne demek istediğimi, ondan ve onun sevgisinden, çağrısından ve gereklerinden mahrum olmanın, ezanda kulağı olmamanın ne anlama geldiğini çok daha iyi anlarsın.
Cumâlar, ışığı görme, sesi duyma, ulvî çağrıya hep berâber icâbet etme coşkusunun yaşandığı bayram günleridir. Mübârek olsun. Aklınız iz’anda, gözünüz mîzanda, kulağınız ezanda olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
19.03.2010 |
|
|
DÜNKÜ ÇARŞAMBA
Önceki gün, Hâlit TOPALOĞLU’nun cenâzesi dolayısıyla Yemişli Köyü’ndeydik. Giderken MEMUR-KENT’in önünden geçtik. Tartışmalar bir yana, gerçekten hızlı yükselen binâlar, karşı taraftakilerle berâber ap-ayrı bir Ordu gibi.
En sevindiğim şey de “MEMUR-KENT CÂMİİ YERİ” levhası oldu.
Karşıdaki câmi, minâresiyle zâten hazır.“Ne de olsa sağ iktidar!” diyeceğimi sanmayınız; “Ne de olsa AkParti iktidarı!” diyeceğim. Çünkü biz ne sağ iktidarlar gördük; ama sağ gösterip sol vurdular. Sol zâten belli. Ordu’da uzun yıllar sol belediyeler hüküm-fermâ oldular. İşte KUĞU-KENT ortada. Koca şehir. Hani Câmi? Mescidi bile yok! ya sâhil şeridi. Her şey düşünülmüş; câmi düşünülmemiş! DOĞA-KENT te aynı şekilde! Vebâli herkesin boynuna!
Peki, ya şimdiki belediyemiz? Yetkililer, umrelere, hattâ hacca gidebilir, beş vakit namazlarında da olabilirler; onlar kendilerini ilgilendirir. Kum verir, çakıl verir; şu veyâ bu şekilde yardım da alabilirsiniz câmiler, kurslar için. O konuda diyecek yok. Ama, biz câmi konusunda özel gayret istiyoruz. Plân-proğram istiyoruz. İhtiyâç da ortada!
Acabâ bir örnek gösterilebilir mi? Hayır, hayır, hayır!
Beni yanıltmalarını bütün samîmiyetimle bekliyorum! Ordu’nun ve nesillerimizin, üniversitemize öğrenci olarak gelecek misâfirlerimizin buna âcil ihtiyâcı olduğu yakînen görülüyor. Rektör ve yardımcılarının görevi değil bu elbette. Onların böyle bir derdi yoksa, bu çok normâl bir şey. Bu görev ev sâhibi belde ve sâkinlerinin öncelikle. Yâni bizim. Yarın hak katında bizim yakamıza yapışacaklar!
Oradan sırt sıra gittik. Uzunisa Vâdîsi ne güzel görünüyor öyle. ÇAMSAN’la berâber kocaman bir yerleşim yeri olmuş. Yeni yol da ayrı bir ferahlık katıyor manzaraya.
Öğle’nin ardından kılınan cenâze namazını askerî tören tâkip etti. Merhum, asker emeklisi olduğu için böyle bir seremoni uygulandı. Bayrağa sarılı cenâze mezarlığa kadar askerler tarafından teşyî edildi. Katılım çok, hava soğuktu. Karşılar, yeni yağan kardan bembeyazdı. İnsanlar, kendini bayağı belli etmiş yaprakların üstüne yağan karın getireceği soğuk gecelerin buzlanmalarından endişeliydi. Bugün îtibârıyle korkulacak bir gelişme olmamıştı bu anlamda.
Akşam da, OSGED’de M. Hulûsî MURTAZAOĞLU Hocamız’ı dinledik. Eskilere gittik. Yenilerle karşılaştırdık. O günlerle bugünlerin farkını tasavvur ettik. Bu konuları gelecek nesillere intikâl ettirecek çabaların artması, çalışmaların kitaplaşması gerektiği sonucuna vardık.
Evet, dün sabah kalktığımızın bir zaman sonrasında, elektiriği açık bıraktığımızı sandık şöyle bir dönüp geriye bakınca. Söndürmek için gittiğimizde, odayı bütünüyle dolduran şeyin yeni doğan güneşin şavkı olduğunu gördük. Dönüp, günlük okumalarımıza devam ettik. Bilgisayara baktık. Günün haberlerini gözden geçirdik. Orhan YÜCEL Bey’in yazısı çıktı karşımıza sürpriz olarak. Öyle akıcı yazmış ki, bir çırpıda okudum. Sağolsun, Varolsun. Okur-okumaz ilk işim, hemen bir HOŞGELDİNİZ mesajı yazmak oldu.
İşyerine geldiğimde, Orhan Bey’in meğer yazıya dün ve BİSMİLLÂH ile başlamış olduğunu gördüm. Arka sayfalara koyduklarından ve de ön sayfada spot vermedikleri için, bir de daha önce yazacağı hiç söz konusu olmadığından dikkâtimden kaçmış. Sonra mesajı buna göre yeniledim.
Bunu gazetede yaptım tabiî. Hava güzeldi. İşyerinden çıkıp yürüyerek gittim oraya kadar. Köprübaşı’na gelince Câmii’n önünden dümdüz gittim. Tâ ilerden, Kemerköprü’den karşıya geçtim. Târih başka şey. Diğer köprüler bana nedense oyuncak gibi göründü onun yanında. Onun daha oylumlu bir duruşu var. 100 yıldır buralardan gelip-geçenlerle berâber hareket ediyormuş duygusu veriyor insana. Koskoca bir asır bütün birikimleriyle onda tecessüm etmiş gibi. Öylesine zengin çağrışımları var.
Hem, yakında gazeteyi Stad’ın ordan OTOGAR civarına taşıyacağız. O tarafa yolumuz ya düşer ya düşmez. Bir târihî köprümüz var; hatırını aziz tutalım da ziyârette cimrilik etmeyelim diye geçti aklımdan. Yine geçmek nasîp olur mu acabâ?! Kim bilir? Yâ nasîp!
Gün hafta günü. Şehir çok kalabalık. Daha ezan bitmeden Orta Câmi dolunca Yalı Câmi’ye geçip üst katta bir yer bulabildik. Namaz kılanların çok olması güzel. Câmilerin yetersizliği, bizim yetersizliğimiz!
Ordu’nun gündeminde TELEFERİK var. Cumartesi temel atılacak deniliyor. Netlik yok. Restleşme boyutunda inatlaşma var. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hem de yüksek ses! Biz, bu noktada, “Keşke teleferik de en az Güzelordu İÖO kadar kamuoyunda tartışılabilseydi” diyebiliyoruz sâdece.
Neylersin, o da bize özgü, yâni Ordu tarzı olacak her hâlde. Made in ORDU yâni.
Günler geçiyor, yapraklar açıyor, mevsimler uçuyor…
Herkes kendi sonsuzluğuna göçüyor ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
17.03.2010 |
|
|
“GÖKÇE” SAVAŞ
“Çanakkale’yi duyup da heyecanlanmayan vatanını-milletini- haysiyetini koruyamaz.
Konuşan ve konuşkan biri değildim. Görevdeyken bir gün dediler ki;
Çanakkale’yi anlatır mısın? Çanakkale bu, dile kolay! Düşündüm-taşındım…
Ne kadar heyecanlansam da, Allâh’a (CC) ve Rasûlüne sığınarak, gidip-görüp-gezerek, gâzîlerimizin, şehitlerimizin, o kanla, mermiyle karılmış toprakların atmosferine girerek,
araştırdım, hissettim; o günden bu güne Çanakkale’yi anlatmaya çalışıyorum.
Çanakkale her şeyden önce, bizim bağımsızlığımızın, devletimizin rûhudur.
İstiklâl Harbimiz, Çanakkale Rûhu’yla kazanılmıştır. Çünkü, dağılmış ve de dağıtmıştık!
Bozgunları yaşıyorduk. Çanakkale’den 2 sene önce Bulgarlara bile yenilmiştik.
Aynı Osmanlı 3 sene sonra yedi düveli Çanakkale’de mağlûp etti. Nasıl oldu bu?
Kavmiyetçilik ve bölgecilik her tarafı kasıp-kavuruyordu. Her yerde isyânlar, ihânetler!
Osmanlı, Yemen’den Balkanlar’a, Kuzey Afrika’dan tâ Kafkaslar’a, dokuz cephede küffârla ve yerli ayrılıkçılarla savaşıyordu. Bu böyle olmuyordu, olamayacaktı!
Sancağa ALLÂH, VATAN, NÂMUS, İTTİHAD kelimeleri yazılarak dikkât çekildi.
Osmanlı Coğrafyası, bu kutsallar uğruna gönül birliği ve eylem birliğine dâvet edildi.
Onun için Çanakkale yalnızca teknik bir olay değildir; BAMBAŞKA BİR ŞEYDİR!
-15’le + 35 arası gelip-giden havalar; dört bir yandan, durmadan yağan bombalar!
En dondurucu karlı-buzlu kışlardan, en yakıcı ve susuz yazlara; hepsi var!
Tablolarda da görüldüğü gibi, düşmanla arada teknik donanım farkları oldukça büyük.
Ama, Osmanlı netîcede koskoca bir imparatorluk. Hâlâ büyük bir devlet. Ancak,
beri yanda, bir-çok cephede birden savaştığı için muhakkak bir orantısızlık söz konusu.
Lâkin, “hiçbir şeyleri yoktu, işi sâdece duâya bırakmışlar, çalışmamışlar!” demek,
böyle bir söylem geliştirmek son derece yanlış, ecdâda saygısızlık ve de haksızlıktır.
Bâzılarının dediği gibi bu savaş yalnızca mâneviyât ve kerâmetle de kazanılmış değildir.
Ancak, mânevî işâretler ve Allâh’ın (CC) yardımı âşikârdır. Nitekim CHURCİLL,
İngiliz Meclisi’nde yenilginin hesabını verirken kendisini şöyle savunmuştur:
“BİZ ÇANAKKALE’DE SÂDECE TÜRKLERLE DEĞİL, ALLÂH’LA SAVAŞTIK!”
Seyit ÇAVUŞ, 270 okkalık topu normâlde kaldırabilir miydi acabâ? Ama, el açmış;
“Allâh’ım, senin gücün sonsuzdur. Ne olur, birazını bana ihsan eyle!”
diye nâz eylemiş, yalvarmış, gözyaşı dökmüş; Allâh da (CC) lûtfetmiştir! Olamaz mı?
BİSMİLLÂH deyip bir atıyor, yok; 2.yi atıyor yine yok. 3.cüde tam isâbet!
Bâzılarının dediği gibi bacadan değil, tam dümen kısmından vuruyor. Böylesi daha iyi!
Çünkü, kontrolsüz hâle gelen gemi, oraya-buraya savrularak tüm düzeni alt-üst ediyor!
Osmanlı Ordusu’nda takım 63 kişiden oluşuyor. Sancaktaki ibrişimler 63 adet.
İmam, müftü din; ordunun her yerinde. Ordu “PEYGÂMBER OCAĞI” kâbul ediliyor.
Savaşa herkes katılıyor. Tüm Osmanlı Coğrafyası’ndan Mehmetçikler var.
“YETİŞ YÂ MUHAMMED! KİTABIN ELDEN GİDİYOR!” diyerek koşuyorlar!
Üniversiteler, okullar, tekkeler, zâviyeler; okumuş-okumamış, maddî-mânevî herkes.
Mevlevîler, Kâdirîler, ellerinde sancakları, özel kıyâfetleriyle Çanakkale yolundalar.
MEYDANLARDA HEM SAVAŞAN HEM NAMAZ KILAN BİR ECDÂD!
Dünyâda ilk hardal gazı Çanakkale’de kullanıldı. Kendileri maskelerini de getirmişler!
YARBAY HÜSEYİN AVNİ BEY; ERİNDEN KOMUTANINA HERKES ŞEHİT!
Anadolu’dan gelecek kuvvetler gecikiyor. Bunlar, bile bile gidiyorlar ölüme.
Gâye, düşman hedefe ulaşmasın. Cesetlerimizle de olsa önlerine set olalım düşüncesidir.
Bundan dolayı, taarruz öncesi, boy abdesti alıp, çamaşırlarını değiştirerek gidiyorlar.
“RABBİMİZE HER ŞEYİMİZLE TER TEMİZ GİDELİM!” diyorlar.
Sonra Anadolu’dan gelecekler gelir. Herkes şehit, ama; sancak dalgalanıyor!
Bir yanda ölenler varken, bir yandan yenileri devamlı geliyor. ANZAK’ın dediği gibi:
“GEBE DAĞLAR, TÜRK DOĞURMAYA DEVAM EDİYOR!”
Tüm bu notları Emekli Binbaşı Bünyamin GÖKÇE’nin, geçen akşam TESK OTEL’de yaptığı sohbetten aldım. Yaklaşık 2,5 saat süren sohbet slaytlar, orijinâl filimler, arşiv belgeleri, harp dâiresinden alınmış çizimler, animasyonlar yanında Çanakkale, askerlik ve gurbet eksenli türkülerle zenginleştirilmişti.
Mh. Konuşmacı asker olduğu için belgesel konuştu ama, gönül dilini de ihmâl etmedi. Şunu söyleyeyim ki, Çanakkale’yi bizzat gezdim, gördüm. Çok programlara katıldım. Ancak, harp tekniği îtibâriyle genel anlamda işin seyrini en güzel bu sunumla kavradığımı söyleyebilirim. Çünkü, krokiler, filimler, uzay fotoğraflarıyle her şey net denilecek şekilde gözüküyordu. Mehmet Âkif’in şiiri ve aradaki türküler, fotoğraflar, filimler savaşın atmosferini yansıtmada ve işin genel anlamda esâsını anlamada yardımcı oluyordu.
Bünyamin GÖKÇE Bey’e ve onu bize getirip bu güzel sohbeti yaşamamıza sebep olan Ordu Din Görevlileri Derneği ve destek olan Ordu Müftülüğü’ne teşekkürü bir borç biliyor, ŞEN OL, VAR OL diyor; ve, Sn. GÖKÇE’nin diliyle;
“ÇANAKKALE, SON KALESİ ÜMMET-İ MUHAMMED’İN!”
diyerek sözlerimizi bağlıyor, dünyâmızı da, âhiretimizi de ihyâ edecek ÇANAKKALE RÛHU’nun, başta gençlerimiz olarak hepimizi kuşatması dileğiyle selâm, sevgi ve saygılar sunuyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
16.03.2010 |
|
|
ÜÇ ÖZTÜRK, BİR MEVLÂNÂ…
“Siyasi görüşlerine katılır ya da katılmayız; bana göre Hayat Gazetesinin bazı yazarlarının köşe yazıları, diğer gazetelerdeki bazı değerli yazar arkadaşlarımızınki gibi gerçekten de okumaya değer nitelikteler…
Hele içlerinde Ayten Öztürk diye bir hanımefendi var; onunla soyadı benzerliği dışında uzaktan ya da yakından her hangi bir akrabalığımın olduğunu sanmıyorum Üstelik, yazıları dışında, kendilerini hiç tanımıyorum da... Bunu özellikle belirtmek isterim. Bana göre bu hanımefendi, köşe yazarlığının hakkını, bu meslekteki profesyoneller kadar tam olarak veren yazar…
. Pek seyrek olarak yazdığı yazıları, hem içerik olarak hem de üslubu ve diğer edebi nitelikleriyle herkesin sıkılmadan keyifle okuyabileceği bir kıvamda…
Onun başörtülü fotoğrafını gören bazı önyargılı kişiler, yazılarını okuduklarında; toplumun her görüşteki kesimleriyle nasıl barışık, hoşgörülü, sosyal hayata ve sanata müspet bakan ve bu konuda oldukça bilgi birikimi olan bir hanımefendi olduğunu fark ettiklerinde sanırım, önyargılarının kendilerini nasıl da yanılttığını anlıyorlardır.
Sayın Ayten Öztürk Hanımefendinin aklımda kalan bir yazısında, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Çağdaş Eğitim Derneği Başkanı, eğitim meleği Türkan Saylan hakkındaki, bazı dindar geçinen kişilerin aksine olumlu ifadeleri bende ki , onun inançlı olduğu ancak asla bağnaz olmadığı kanaatini daha da güçlendirdi…
Zaten daha önceki bir yazısında, bir zamanlar Ordu sokaklarında sefalet içinde yaşayan kader kurbanı merhum “Deli Fatma” hakkında şefkat ve merhamet yüklü sözlerini okuduğumda da dini inancını, Hz. Mevlana, İbrahim Hakkı, Yunus Emre ve İslam’ın diğer bilge kanaat önderlerinin felsefi düşünceleriyle pekiştirmiş olgunlukta bir hanımefendi olduğunu fark etmiştim…”
Sn. Ali ÖZTÜRK sanırım, Ayten ÖZTÜRK Hanımefendi’nin, sosyal dejenerasyonumuzun nerede başladığına ve nerelere kadar gittiğine dikkat çektiğini söylediği “Bir garip Oyun” adlı tiyatronun değerlendirilmesi sadedinde gazetemizdeki köşesinde yer alan İYİ SEYİRLER başlıklı yazısından esinlenerek kaleme almış sözlerini:
“Kolaydır birbirimizi suçlamak, Oluşan suçun arkasındaki sebepleri ortaya çıkarmaya talip olmak önce cesaret, sonra emek ister. Süreklilik ister, kararlılık ister. Bunlar da zor gelen şeylerdir nefsimize. Her gün yüzlerce suçlu üreten bir sistemde oldukça kolay ve yaygındır üstelik bu davranış şekli. Kimsenin birbirini anlamak gibi bir derdi olmaz bu alışılagelmişlik içerisinde çoğu zaman. Suçu daima “öteki” ne yükleriz.
Halbuki, bütün dertleri başımıza da bu tavrımız sarar. “Kul hakkı ile huzuruma gelme” mesajını sebepleri ve sonuçları ile algılayabilseydik eğer bugün bambaşka şeylerden söz ediyor olabilirdik. Bizi biz yapan değerler her dönem vakumlandı durdu içeriden ve dışarıdan. Ki bizim Türk ve İslam kültür zenginliğimiz yeterdi bize. Mevlana, Yunus Emre, Abdulkadir Geylani gibi tasavvuf büyüklerimiz, kanaat önderlerimiz vardı bizim. Hepsini çaldılar bizden ve ortaya insanı sevmeyen, saymayan, hakkını hukukunu gözetmeyen, her sahada birbirini ötekileştiren bir kayıp nesil çıkarttılar. Dedelerimizden babalarımıza, bize ve bizden de çocuklarımıza doğru her şeyi azaltarak, tüketerek torunlarımızın çağına sarkıyoruz yavaş yavaş. Susturulan iç dinamiklerimize nefes vermeye, bizden çalınanları geri almaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Bir tiyatro eserinin düşündürdükleriydi yukarıda dile getirebildiğim şeyler. Bu nümayiş deryasından ben de kendi payıma düşeni aldım kabımın genişliği kadar.”
Gerçekten, özellikle bizim gibi sağlam kültürel temelleri olan bir millete bu sevgisizlik, nefret, şiddet dalgaları hiç yakışmıyor. Biraz gayretle Cennet kılınacak sonuçlar, kaynağı belirsiz bir elin derin mârifetleriyle cinnetlere dönüşerek hayâtımızı belirsizlik ve tedirginliklerle dolduruyor.
Evet, Sn. Ali ÖZTÜRK’ün, Ayten ÖZTÜRK Hanımefendi’nin yukarki yazısının gazetemizin internet sitesindeki köşesinin altına düştüğü mesajda dediği gibi, gerçeği bir kavrayabilsek!
|
|
Tarih : 27.12.2009 18:30:10 |
|
|
Bir Kavrayabilsek ya... |
Kayıtlı İp: 81.214.145.248 |
|
|
Yüce dinimizin temel felsefesini layıkıyla bir kavrayabilsek ya, işte o zaman kul hakkına saygılı olmayı, emaneti ehline vermeyi, adeletli davranmayı kendimize prensip edinip egomuzu frenlediğimizde içinde bulunduğumuz toplum da kendimiz de huzura ereriz. Sayın Ayten Hanımefendi, her yazınızı ilgiyle takip ediyor kendimce bir şeyler kapmaya çalışıyorum. Elinize, kaleminize sağlık
|
İki ÖZTÜRK’ü anladınız. Şimdi 3. kim diye merak ediyorsunuz; söyleyeyim: O da benim! Sülâle olarak aksi vârid, hattâ hiç söz konusu olmadığı ve de aklımızdan bile geçmediğine göre biz de öz be “ÖzTürk”üz! Târihî seyir ve misyonumuza, hattâ yer yer olumsuzluklara rağmen bugüne bile bakınca ve de –Allâh’ın izniyle- geleceğin iç ve dış olarak daha iyi; hayırlara motor, şerlere set olacağını hayâl ettikçe bu millete mensûbiyetten dolayı kıvançların en güzelini duyuyorum. Rabbim milletimize ve de devletimize zevâl vermesin. Özünü, sözünü, izini daha da güzelleştirip, önderliğini güçlendirsin…
Gelelim, üç ÖZTÜRK’ü, birbirleriyle teşrîk-i mesâîleri, hattâ tanışıklıkları olmadığı hâlde (bir) noktada buluşturarak Semâ halkasında döndüren, hepimizin ve de insan olan insanların ortak değeri olan (bir) MEVLÂNÂ’ya! Onun da, “iç dinamiklerimize nefes verecek” bizleri tembellikten uzaklaştırıp, hak için ve de halk için, daha çok hizmete ve dolayısıyla ibâdete, coşturarak koşturacak bir mesajını alalım:
"En cömert kişi nefsini Allah yoluna verendir. Nefsin ibadet etmek istemez. Seni hep rahata, tembelliğe sevk eder. Allah'ın rahmetini, sonsuz merhametini sana farklı şekilde gösterir ve 'nasıl olsa seni affeder, yapmasan da olur gibi sözlerle cimriliğe, tembelliğe sevk eder. İşte cömert kişi ona denir ki; nefsi böyle dediği hâlde kulak asmaz, emirlere itaat eder."
Bu günkü dertleşmemizin müsebbibi, yazar Sn. Ali ÖZTÜRK’e gazetemiz ve yazarlarıyla ilgili değerlendirmelerinden ve vesîle olduğu ilhamlardan dolayı tekrar teşekkürler. Kendisi, yazımızın başındaki sözlerini de aldığımız, 24.01.2010 târihli www.ordugazete.com’daki ORDU YEREL BASINI adlı yazısını şu paragrafla bitiriyor:
“Yazılarında, günlük olaylara yorum yapmaktan ziyade insanlığa yön verecek manevi düşünce, görüş ve inançları işleyen Ayten Hanım ve onun gibilerinin, daha nice yıllar toplumu aydınlatacak değerli yazılarını okumak bizlere nasip olur, İnşallah !”
Biz de bu güzel temennî için “inşâllâh” diyor, bu gün köşemizin birbirleriyle hiç tanışmamış konukları olarak her iki ÖZTÜRK başta olmak üzere bizler, sizler olarak, tüm yazar ve okuyucularımıza MEVLÂNÂ soluklu bir hayât seyri ve iyilik-güzelliklerle dolu bereketli ömürler diliyorum ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
15.03.2010 |
|