|
|
ŞUBATIN ARKA BAHÇESİ NEREDE?
Ülkemizde konuşulan, kısaca bir kapkaranlık buzul çağının ifâdesi olan Şubat sürecinin arka bahçesinin neresi olduğu hâlâ netlik kazanmadı. Derinlerde deniliyordu bir zamanlar. Ancak, o derinliğin dibine hâlâ erişilebilinmiş değil. İnce uzun bir yolda, Âşık Veysel’in gittiğinden çok farklı olarak suyun altına doğru gündüz gece gidiliyor da, sık sık tüp sıkışması, havasızlık ya da umulmadık sebeplerle hemen suyun yüzüne dönülme durumları yaşanıyor.
Mehter marşı bile, durumu îzâha yetmiyor. O, iki ileri bir geri şeklindeydi, bu gidiş 5 ileri 4 geri şeklinde gibi. Ama, buna da şükür. İğneyle kuyu kazmak ta olsa kazmağa, ihânetin sır küpü kozmikleri bozmağa mutlak gerek var. Sabır her zorluğun ilâcıdır. Rabbimiz, aziz milletimizin yardımcısı olsun. Ve, başta, sıcak gündemin başında yer alanlar olmak üzere benzer durumdaki zâlim yöneticilere sâhip bütün diğer milletlerin de.
ARKA BAHÇE OYUNLARI!
Ancak, arka bahçe söylemi o günlerde daha çok İmam-Hatip Liseleri’ni akla getiriyordu. Bu müesseseler derinlerin hedef tahtasındaydı. Bu bağlamda olmadık argümanlar geliştiriliyordu. Bu okulları dövmek adına, suyu bulandırma bahâneleri üretiliyordu.
Hattâ, o günler görevde olmamız hasebiyle, bürokraside yaşananlara yakînen şâhittik. Bilhassâ, İmam-Hatip Liseleri, şer güçlerin kendi misyonlarına muhâlif olarak gördükleri adresler olduğu için aşırı denetim ve gözetim altındaydılar. Günün perde arkası diktatörleri, bu okullarda görevlendirecekleri idârecileri, kendilerini ve de onlar vâsıtasıyle okulu kontrol edebilecekleri kişilerden seçmeğe özen gösteriyorlardı.
Şunu da söylemek gerekir ki, doğrusu, o günün İHL müdürleri bıçak sırtı görevler yaptılar. İşleri hakîkâten zordu. Öğrencilerin gözyaşları, halkın ısrârı ve de ceberutların tehditleri arasında sıkışıyorlardı.
Bu durumda çoğu idâreci en az zararla işi götürme siyâseti güdüyordu. Ancak, bu olağanüstü durumu fırsat bilip te, zihin yapıları da müsâit olduğu için, uyduruk ARKA BAHÇE fitnelerine atlayıp, onun üzerinden belirli kesimi hırpalamaya çalışılan yerlerde bayağı sıkıntılar çekildi. Bir suç söz konusu edilse, kaynak belli. Arka bahçeci kimlerse, onlar!
Ya da, en ufak şeyler, mal bulmuş mağribî misâli, birilerine hoş görünmek adına soruşturma konusu yapılıyordu. Bunun sayısız örnekleri var. Görevini inancının ve de mesleğinin vakarıyla yürütmeğe, üzerinde taşıdığı ilâhî emânete ve rehberlik sorumluluğuna uygun davranmağa çalışıp, ihânet etmeme hassâsiyetiyle hareket edip te, bu hırpalanma operasyonlarına muhatap olmayan yok gibidir.
ORDU İMAM-HATİP LİSESİ
Diğer okulları çok bilmiyorum. Ama özellikle Ordu İHL, şimdi düşünüp değerlendirdiğim kadarıyle, târihinin hiçbir döneminde kasdedilen siyâsî oluşum anlamında ARKA BAHÇE olmamıştır. Eğer bir arka bahçelik yakıştırmak gerekirse bu MHP için söylenebilir.
Çünkü bu parti, hepimizin gözlemlediği ve kabul ettiği gibi her dönemde her zaman rahat olabilmiştir. Okullarda, bürokraside ve tüm resmî katmanlarda serbestçe at oynatabilmiştir. Hattâ, okullar bazında, o zihniyete mensup bir memur ya da müstahdem bir öğretmenden, arka bahçeci idârecilerden dâimâ daha forslu olmuştur. Ve de, arka bahçe söylemi demoklesin kılıcı gibi sallandırılmış, onun üzerinden, iftirâ atılan çizgi hep ezile gelmiştir.
Okula, biraz kafalarına uymadığını düşündükleri birisi atandığında, ya da bu okulların misyonuna paralel, velîlerin yüzlerini güldüren güzel gelişmeler olduğunda sağcısı, solcusu bir olup, olmadık iftirâ ve yakıştırmalarla, bugün ulusalcı olarak nitelenen kesimvârî bir kenetlenmeyle mevhûm arka bahçecileri tuz-buz etmişlerdir.
ULUSAL ARKA BAHÇE!
Bu günün netlik kazanan durum, duruş ve kavramlarıyla ifâde etmek gerekirse, şikâyetler sağ ulusaldan, dillendirmek ve olayı tüm ülkenin gündemine taşıyıp ortalığı velveleye verip zinde güçlerin dikkâtini çekmek te meclisteki sol kollardan. O zamanlar sağ ile solun çok zıt, birbiriyle savaşan, savaşın tarafları olarak kabul edilen bir özellikleri vardı. Ama, bunların esasta İslâmî söylemler karşısında aynı yerde durdukları anlaşıldı. Son yıllarda dillendirilen Ulusal kelimesi bu birlikteliği çok güzel açıklıyor.
Yanlış hatırlamıyorsam Trakya’da görev yaptığım yıllardaydı. Uzaklardan, basına yansıyanlardan tâkip edebildiğimiz kadarıyle, sağ ve sol işbirlikçilerin birlikte geliştirdikleri iftirâ furyasıyla müdürün apar-topar sürdürülmesi sağlanmıştı. Hem de bin km. ötelere.
İMTİHANLAR SÜRÜYOR…
Bu meselede bir kaşık suda fırtına koparanlar, hepimizin çok yakından tanıdığı, şu an piyasada dolaşan, bu okul mezunu olup, burada görev yapanlardı. Belki şimdi bunların yazılması onları rahatsız edecek. Peki, kraldan fazla kralcılık yapan bu arkadaşlar, suçu samîmâne hizmet etmekten başka bir şey olmayan bu çilekeş insanlara karşı yaptıklarının hesabını, öte tarafta nasıl vereceklerini düşünüyorlar acabâ?
Evet dostlar. O günler zor günlerdi. Hepimiz imtihandan geçtik. Allâh o günleri bir daha yaşatmasın. Ancak imtihan bitmiş değil. Tâ ki, son nefesi verene kadar. Rabbimiz cümlemize ilimle, irfanla ve iz’anla hareket edip hidâyet üzre yaşamayı, yaşananlardan ibret almayı, hatâlarımıza tevbe etmeyi ve de sonuç îtibârıyle de îmanla göçmeyi nasîp eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
25.02.2011 |
|
|
ŞUBAT SOĞUK MU, SICAK MI?
Şubat deyince aklımıza, ilkokul bilgilerimizin ve de hayâtın bize öğrettiği kadarıyla normâlde kış mevsimi, kar, tipi ve soğuklar, kızaklar, kar topları, kardan adamlar geliyor. Ama ülkemizde, normâlden fazla kahraman(!) yöneticilerimiz sâyesinde Şubat bu doğal karakteri dışında çok daha soğuk ve özel anlamlar kazandı. Kardan adamların onların yanında çok sıcak geldiği, çok çok soğuk, şeytana külâhı ters giydirecek cinsten abûs yüzlü, firavun vecheli adamlar getirir oldu akla.
Ülkemizin derin kahraman güçleri, yapmayı amaçladıkları bin yıl sürecek savaş stratejileriyle, Şubat ayına yepyeni bir anlam boyutu armağan ettiler, sağ olsunlar. Bunu ancak, yine bir kahraman millet yapabilirdi. Onu da bu milletin, nerede yetiştiği belli olmayan türden derin evlâtları yaptı.
O süreç anılınca, hemen Demirperde ülkeleri gelirdi ve geliyor aklımıza. Her anlamda soğuk, âdetâ kutup ülkeleri diyeceğimiz derecede buzullaşmış, sopsoğuk ülkeler. Faşizmin karşıtı görünerek, ondan daha kötü bir baskının adı olan komünist yönetimleri getiriyor akla bu tanımlama. Çok da uymuş. Mâlum, demir de hem soğuk, hem de sert bir mâden zâten.
Ne yazık ki, demokrasiyle yönetildiği iddia edilen ülkemiz de onlarla bir arada değerlendirilebilecek totaliter bir süreç yaşadı uzun süre. Asrı tahakkümü altına alan bu durum 20. yüzyılın son yıllarını, aşırı tonlarıyla öne çıkardı. 28 Şubat bu sürecin paranoyaya dönüşmesinin adıydı.
Nereden bakarsanız bakınız, batıdaki uç kavramların ikisi de zulmü, baskıyı, akla getirdiği gibi, meşhur 28 Şubat ta, insan hakları ihlâllerinin, onun haysiyetiyle oynamanın ötesinde, bir milleti 1000 yıllık yolundan döndürme acâiplik ve küstahlığının tâ kendisi, hattâ daniskası olmuştur.
İşte bu yönüyle bu postmodern denilen darbe süreci, dünyâda eşi görülmeyen çok farklı, katmerliden de öte bir zulmün ifâdesidir. Zulümler, işkenceler, entrikalar, fâili meçhûller, fişlemeler; velhasıl yönetim tarafından yönetilenlere uygulanan akla hayâle gelmeyecek türden bilcümle sıkıntı, çile, ezâ, cefâ ve ızdıraplar. Bunu hep birlikte yaşadık. Ergenekon iddiânâmeleri, Balyoz vs. türünden dâvâlar işin boyutunu en çarpıcı şekilde ortaya koyuyor.
YENİ ŞUBAT DALGASI
Bu Şubat dalgası, bir başka boyutuyla şimdi bütün dünyâyı sardı. Bir özgürlük tsunamisine dönüştü âdetâ. Zulüm heykellerini, debdebe saraylarını yerle bir ediyor. Bu Şubat başka Şubat; soğuklara karşı. Ne kadar nemrut suratlı, acımasız, zâlim yönetim varsa, hepsine karşı isyân bayrağı çekilmiş durumda.
Mısır’dan Yemen’e, Cezâyir’den Bahreyn’e, Tunus’tan Fas’a, her yerde çalkalanmalar var. İnsanlar haysiyetini arıyor. Adâlet istiyor. Yalnızca Allâh’ın kulu olarak yaşama peşinde. Kullara kölelikle tüketmek istemiyor ömrünü.
Ve bakıyorsunuz ki, herkes Türkiye diyor. Türkiye’ye bakıyor, onu örnek alıyor. “Kâfirler istemese de Allâh nûrunu tamamlayacaktır.”(Saf:8) Âyet böyle diyor. Ve yine bir başka âyet, (İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz Allah bilir.2/216). Yâni, sizin hayır zannettiğinizde şer vardır, şer zannettiğinizde hayır olabilir. İşte, Türkiye’yi de bu noktaya getiren 28 Şubat hoyratlıklarıdır. Halkın alttan alta geliştirdiği duyguların bir tepki hüviyetine bürünerek hayâta yansımasıdır.
En son Libya da bu anlamda gündemlerin en başına gelip yerleşti. Orada, tam bir can pazarı yaşanıyor şu anda. Bir gözü dönmüşün, kendi halkı ve çocukları da olsa neler yapabileceği gözler önüne seriliyor. Rabbim tüm insanlığı böylelerin şerrinden korusun! Âmin!
Kaddâfî Firavun’u ağzındaki baklayı da çıkardı nihâyet! Güyâ, batıdan medet ummak adına halkını, şeriat getirecekler diyerek dünyâya şikâyet ediyor. Bir ayağı çukurda, konuştuğu lâfa bak. Bu, bir-kaç günlük sefâ için bütün çizgisi ve değerlerini bir çırpıda silip atmanın en çarpıcı örneği! İnsanın hangi derekelere düşebileceğinin somut bir göstergesi! Ya da, müslüman bir halkın on yıllardır inanç, ahlâk ve temsil olarak nasıl bir karakter tarafından yönetildiğinin fotoğrafı.
Bu gün, işte bu Şubatın son cumâsı. Çok daha sıcak olacağa benziyor. Isınmadan, erimeden cevher ortaya çıkmaz. Zor bir süreç ama, imtihanın gereği. Rabbimiz hepimizin yardımcısı olsun. Soğuktaki soğukla, sıcaktaki sıcakla deneniyor. Her kes bulunduğu noktada üzerine düşenin ne olduğunu araştırmak ve de gereğini yapmakla yükümlü.
Yapacağımız şey, bulunduğumuz yerdeki görevlerimizi yapmak, diğer kardeşlerimiz için de gayreti elden, duâyı dilden eksik etmemek.
Bu gün Cuma. Cemiyet ve cemaat günü. Mübârek olsun. Mâlum, rahmet topluluk üzerinedir.
Hep birlikte kendimiz, kardeşlerimiz ve tüm insanlık için, onların yerine kendimizi koyar şekilde duâlar edelim inşâllâh.
Gönülden, samîmî, hakîkî, yanan, yakaran duâlar. Ve de Rabbimiz kabul etsin inşâllâh ves'selâm...
ORDU HAYAT GAZETESİ
24.02.2011 |
|
|
ODÜ FEN-EDEBİYÂT ve ÇAVUŞOĞLU
Sevgili okurlar. Mehmet Çavuşoğlu ismine çok vurgu yapıyoruz. Bilmem nasıl düşünüyorsunuz? Ama, bu ismin Ordu gündemine girmesinde ilim, irfan ve kültür dünyâmız açısından bereket olacağını kabul ediyoruz.
Bu bağlamda, yıllar önce Fen Edebiyât Fakültesi’nin Perşembe’de ve hattâ, tam da SARAYKÖY sapağına mekân tutmasını mutlu bir tevâfuk olarak değerlendirmiş, yaptığımız anma programlarında bunu ileri sürerek, fakültenin bir şeyler yapması gerektiğine özellikle atıflarda bulunmağa çalışmıştık. Fakat bugüne kadar ne fakülteye ne de üniversiteye sesimizi duyurmağa muvaffak olamadık.
ODÜ kurulduktan sonra, bu konu sanki daha da bir tabu hâline geldi. İnsanlar bu konuya değinmeğe bile korkuyorlar âdetâ. Yoksa, edebiyât eksenli bir fakülte, bu sahanın ve memleketin medâr-ı iftihârı bir ilim adamını vefâ adına olmasa da, branş adına, meslek adına neden gündemine almaz ki?
Rahmetli ÇAVUŞOĞLU Hoca’nın kütüphânesinden âilesince bağışlanan 5 bin civârında eseri de bağrında barındıran fakültenin, merhum profesöre, bir nebze vefâ olsun için bile bir kitapçık çalışması yapmamış olması hangi gerekçeyle açıklanabilir? Bir broşür, bir dergi de olabilirdi. Ya da bir konferans. Ama, adından dahî söz edilmiyor ve sanki özellikle. Bana sorarsanız bu ancak sağduyu yoksunluğuyla îzah edilebilir.
Şimdi, dün basında yer alan haberlere göre Fen-Edebiyat Fakültesi ODÜ Yerleşkesine taşındı. Güzel de bir binâ yapılmış. Bilimsel faaliyetler açısından avantaj. Perşembe nere, yerleşke nere? Elbetteki ortamın çalışmalara sağlayacağı bir ivme olacaktır. Yeter ki, gönüller bir olsun. Uzaklık önemli değil. Bakınız, SARAYKÖY nere, ANKARA nere ama, Gâzi Üniversitesi önümüzdeki ay ÇAVUŞOĞLU SEMPOZYUMU yapacak. Belki bizim Fen-Edebiyât ta bilimsel ortamda coşacaktır. Bekleyelim, görelim inşâllâh.
Çavuşoğlu anmaları ve programlarıyla alâkalı olarak merhumun âilesiyle irtibat hâlindeyiz. Zaman zaman yazışıyoruz da. Geçen ay, merhûmla ilgili, Dil ve Edebiyat Derneği Ordu Şûbesi olarak düzenlediğimiz konferans sebebiyle sık sık haberleştik. Kardeşi Fatma GÜRBÜZ hanımın mail’lerinden, bu gün vurgulamak istediğimiz bölümle ilgili seçmelerle konuyu sürdürelim:
“Merhaba Nuri Bey Kardeşim, Bakınız bu tespit hiç aklıma gelmemişti. “Ayağının ucunda kurulan Fakülte!” Gerçekten, bizim köye sapan yolun başında (Fakültenin hemen yanında) ok ile: SARAYKÖY işaret ediliyordu. Son gidişimde gördüm ki, levha kaldırılmış...”
“Muhammet Nur Doğan, Abdullah Uçman ve Durali Yılmaz, İLESAM İstanbul Şubesinin düzenlediği, Çavuşoğlu Hoca'ya Vefa Toplantısında Durali Yılmaz, Özellikle Mehmed Çavuşoğlu Hocanın şairliğini vurguladı.
Onun şair ve sanatçı ruhunun Divan Edebiyatı gibi zor ve özel bir zevk, özel bir çalışma gerektirecek sahada başarı sağlamasını sağlamıştır. Çavuşoğlu, sanatçı sezgisiyle bu kadar geniş manada bu sahayı doldurabilmiştir.
Bir Lise talebesinin "Ulubatlı Hasan Destanı" gibi bir şiir kitabına sahip olması her kula müyesser değildir... dedi. Durali Yılmaz'ın bu tespiti, diğer konuşmacıların da bu doğrultuda konuşmalarını sürdürmelerine yolaçtı…”
“Muhammed Nur Doğan da şair ruhludur, sanatçı ruhu taşıdığı için Çavuşolu Hocayı anlayabilmiştir. Aksi takdirde bazı -tabirimi mazur görün- cahil zümrenin," Çavuşoğlu'nun sahası nihayet bir divan şiiri idi. Üzerinde durmaya gerk yok" diyenlerden olabilirdi.
“Çavuşoğlu, TANPINAR'a komşu olabilirdi. NECİP FAZIL'a komşu olabilirdi. Daha birçok edebiyat dostları ile komşu olur, sıklıkla da ziyaret edilirdi. O, ısrarla memleketini, ana kucağını, baba ocağını tercih etti... Çünkü, memlekette, gelip geçenler bir Fatiha okurlar. Vasiyeti idi ve yerine getirildi.
Sizin tâbirinizle, “AYAĞININ UCUNDAKİ FAKÜLTE” ne düşünürse düşünsün, ne yaparsa yapsın... Kendi tercihi olacaktır. Bizler, yani sizler; gerçek ordulular ne yapacağımızı biliyor ve yerine getiriyoruz... Önemli olan bu. Yine sizin tâbirinizle bunun bir bereketi olacaktır.”
Biz de öyle temennî ediyoruz. Fen-Edebiyât’ın yeni yeri hayırlı, bereketli olsun. Gerek kültürümüz, gerek edebiyâtımız, gerekse öğrencilerimiz, tüm üniversitemiz, gerekse halkımız, Ordumuz, yurdumuz, ilmimiz-irfânımız için iyiliklere-güzelliklere vesîle olsun inşâllâh ves’selâm...
ORDU HAYAT GAZETESİ
23.02.2011 |
|
|
ÇARŞAMBA MI, PAZAR MI?
Güzelliği nasıl yakalayabiliriz? Bağda, bahçede, çarşıda, pazarda; her yerde. Tabiî burada yüz güzelliğini ve yâ düz bir güzelliği kast ediyor değiliz. Çünkü insan, sâdece dıştan ibâret değil. Asıl insan içte. Onun bir de, iç dünyâsının şekillendirdiği dış dünyâsı var tabiî ayrıca. Ama bu da sonuçta onun sosyâl yanını ifâde ediyor.
Söylemek istediğimiz şu ki, tüm buralarda bir güzellik arayışı söz konusu mu? Öyle bir derdimiz var mı? Yoksa, böyle bir bilinçle hareket etmeğe gerek duymadan kendimizi öylesine salıp gidiyor muyuz ortalığa doğru; her hangi bir seçicilik söz konusu olmadan?
Bu, yol olur, cadde olur, arkadaş olur, mekân olur, okul olur, meslek olur, vekil olur, başkan olur, dernek olur, cemiyet olur ya da her hangi bir şey. Bugün günlerden Çarşamba. Çarşıya çıktık. Alış-veriş edeceğiz. Pazara gittiğimiz zaman alacaklarımızı seçer miyiz? Yoksa çürük, sağlam, büyük, küçük fark etmez mi deriz? Ya dostlarımızı?
Sohbetlerimizi, konularımızı, komşularımızı, dizilerimizi, programlarımızı, müziklerimizi. Ben sağlam olduktan sonra kim nasıl olursa, ne nasıl olursa olsun mu deriz?! Bize bir kötülüğün, şerrin, çirkefin bulaşması ihtimâli bizim için önemli midir? Yoksa hiç fark etmez mi?
Ya da, ansızın karşınıza, İslâmı gerçek mânâda yaşadığına hükmettiğiniz bir insan çıkarsa, “ne güzel, ne mutlu!” der sevinir misiniz, yoksa “bu da nereden çıktı?” demeyi mi tercih edersiniz? Bu tür insanlar sizi rahatsız mı eder yâni? Efendimizin, öbür dünyâda kişinin sevdiği ile berâber olacağı sözü senin için bir anlam ifâde etmez mi? Böyle biriyle dostluk sizi sıkar mı? Dünyânızı mı karartır yoksa? Ya âhiretiniz?
Şu anlamda ki, belki de böyle bir yaşantıya inanmadığınız için acır da rahatsız olursunuz, ve yâ, siz onun gibi olamadığınız için iç geçirir rahatsız olursunuz. İşte tüm bunlar bizim günlük yaşantımızın parçalarıdır. Dolayısıyla imtihanın parçalarıdır. Günleri öylesine yaşarken, böylesine bir şuurla hareket etmek çok önemli. Seçici olmalıyız. Çünkü şu gündelik işler gibi görüp hafifsediğimiz hayât ta, vefât sonrasının çarşı-pazarıdır. Buradan ne devşirdiğimz çok çok önemlidir.
Bu anlamda, her şeyden önce müslüman kendisi güzel olmalı, kalabalıklar içinde yüzlerdeki benler gibi hemen seçilebilmelidir. Yürüyüşüyle, konuşmasıyla, nezâketi, gerek üstü-başı, gerekse jest ve mimiklerinden yansıyan nezâhetiyle. Her şeyiyle farklı olmalı, seçkinliği burada aramalıdır.
Hilmiyle, vakarıyla, edep ve hayâsıyla seçilmeli. Çünkü o, güzel olan dînin, güzel olan Allâh tarafından gönderilen, en güzel yolun, islâmın vasfını ve adını taşıyan bir müslümandır her şeyden önce. Ve belki ondan da önce, âyette de geçtiği şekilde “en güzel biçimde yaratılan” dolayısıyla kendisinden hep iyilikler-güzellikler beklenen bir varlıktır
Bu güzelliğin ve de Hak katında taşınan özelliğin farkında olmayan, hayâtın çarkını kafasına göre döndürenler, can bedenden çıkma noktasında sonucun nasıl olacağını tahayyül edebilirler acabâ? İslâm’a teslim olmayanlar, nefislerinin kucağında nereye götürüleceklerini düşünüyor olabilirler? Aslında, öyle bir dertleri olsa, onun yolunu da bulurlardı. Ancak, maalesef, işin bu tarafı insanları çok ta ilgilendirmiyor. Hayâl, rüyâ, gelecek, hiç te umurlarında değil. Günlerini gün edip hayâtı geçiştiriyorlar.
Elbette, bu büyük bir yanılgıdır. Vahim bir yanlıştır. Ama, doğru olan güzelliğin izini sürmek gerekirse, bunun yegâne kaynağı İslâmdır. Ama, İslâm Âleminde dahî İslâmî akış bozulmuş. Bununla birlikte nakış da bozulmuş. Yerini hurâfeler, bâtıl inançlar, yanlış gelenekler almış. İslâmın kavramları tahnît edilmiş. Yâni içi boşaltılmış. Yerine başka şeyler zerk edilmiş. Tıpkı bir yumurta gibi. İçindekiler şırıngayla çekilip yerine su enjekte edilmiş!
Bunları görmedikçe, okuyup, bilgilenip, İslâmın hakîkâtine ermedikçe, böylesi bir gayret yoluna girmedikçe, Allâh bize güzellikler nasîp etmeyecektir. Akılsız, mantıksız ve de, değil insana, hayvana bile yakışmayan davranışlar toplumun genel havasını oluşturmaya, hayâtı kokuşturmaya devam edecektir.
Gelecek ne kadar parlak görünürse görünsün, insan unsuru en az görsel güzellik kadar içsel güzelliklere de önem atfetmedikçe emniyet, emânet, medeniyet kavramları içi boş balonlar olarak uçuşacak, sonuçları mevsimlik olmaktan öteye geçmeyecektir.
O zaman, gerçek güzellik, huzurlu insan, mutlu toplum, muhabbetli bir hayât, emniyetli gelecek için bir an önce inancı, ibâdeti, ahlâk ve fazîletleriyle berâber içselleştirilen gerçek İslâmla buluşmalıyız. Âilede, okulda, iş yerinde, sokakta, caddede, dâirede; her yerde.
Aksi takdirde, telâfîsi imkânsız hayâl kırıklıklarına dûçâr olabiliriz. Sonsuz karanlıkta kalmamak için, sonsuz aydınlığı tercih en akıllıca olanı değil mi sizce de.
Rabbimiz cümlemize, bu anlamda bir insan ve toplum olmayı, dünyâdaki de
KDV’si olacak sonsuz mutluluğu yakalamayı nasîp etsin inşâllâh, ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
22.02.2011 |
|
|
MÎMAR SİNAN ve TELEFERİK
Son günlerde, kendisiyle ilgili olarak sâdece özel hayâtının abartılarak, gösterilmek istendiği hayâlî sahnelerle gündeme yerleşen, o zamanların yedi iklim, dört köşede at oynatan anlı-şanlı Kanuni Sultan Süleyman Han bir gün ferman buyurdu. İstanbul'da dört bir yandan görünecek şekilde ve yeryüzünde eşi bulunmayan bir cami yapılacaktı. Mîmar, ünü asırları aşan ve eserleriyle hâlâ dimdik ayakta olan Mîmar Koca Sinan'dı.
Gün geldi, haberi bütün cihanı saran caminin temelleri atıldı. Gel gör ki, temeller atıldıktan sonra Koca Sinan ortadan kaybolur. Düşmanları dedikodu yayarlar; göze alamadı derler, kendine güvenemedi, kaçtı derler. İnsanların ağzı torba değil ki büzesin diye bir söz var ya hani, işte öyle; konuşurlar, konuşurlar. Bir yıl sonra ansızın çıkar gelir Sinan. Hummalı bir çalışmayla cami yavaş yavaş şekil alır, o muhteşem kubbeler oturtulur, minareler dikilir. Sonuçta, muhteşem Süleyman ve Koca Sinan’ın şânına yakışır, Osmanlı’nın azametiyle mütenâsip, bir şaheser çıkar ortaya.
Çıkmasına çıkar da, fakat bir gün olmadık bir iş olur. İnsanlar bu güzel eseri temâşâ için akın akın gelmekte, büyük heyecan duymaktadırlar. Ancak, câmiin çevresinde gezip dolaşan, oynayan çocuklardan birinin gözü takılır minârelere. Çocuk gözlerini minarelere dikmiş merakla ve hayretle bakıyor. Derken bir çocuk daha, iki, üç, dört, beş derken, sonra büyükler de kalabalığı merak edip gelirler.
KİM EĞRİ, KİM DELİ?
Herkes neyin nesi acabâ diye bekleştiği sırada, çoccuklardan biri "minarelerden biri eğri" diye bir lâf atar ortaya! Çocuk eğri dedi ya kalabalık da eğri görmeğe başlar ve bir uğultu dalga dalga yayılır ortalığa doğru. İşte tam bu anda Koca Sinan da fark eder kalabalığı. İnsanların kendi aralarında fısıldaştıklarını görür. Acabâ nedir?
Aldığı cevaptan sonra, bir süre eli çenesinde düşünmeye başlar. Sonra, minârenin eğri olduğunu söyleyen çocuğa hangisinin olduğunu sorar. Bunun üzerine, bütün işçilerini çağırtıp bir araya toplar. En kalın urganları birbirine bağlattırıp eğri denilen minârenin tepesine düğüm attırır. Ve, "Çekin" diye emir verir işçilere; "Eğrilik düzelinceye, bu çocuk yeter deyinceye kadar çekin !..."
İşçiler, Koca Sinan’ın dediklerini harfiyyen uygularlar. Taa ki çocuk, "Yeter eğrilik düzeldi" deyinceye kadar. O zaman kalabalık dağılır. Hepsinin gözünde eğri bir minareyi düzelttirmenin gururu vardır.
Koca Sinan, kalabalık çekilince, bu faydasız ve gülünç işten yorulan işçilere bakıp güler:"Biliyorum, belki bana deli gözüyle baktınız. Minarenin eğri olmadığını, olsa bile onu düzeltmenin yolunun böyle olmadığını ben de biliyorum. Ama size bunu yaptırmasaydım, o çocuk herkese bu eğriliği anlatacaktı ve herkes doğru minâreyi eğri görecekti. Çünkü her insanın içinde doğru olana eğri bakan bir göz vardır. Ben size minareyi değil, insanların içindeki o eğri bakan gözü düzelttirdim."
Şimdi söz nereye gelecek? Mesele şu: Şu sıralar belediye bayağı atakta. Rutin hizmetlerdeki hareketlilik yanında, Pazartesi Pazarı ve Cumartesi Pazarındaki nispeten büyük çaplı diyeceğimiz çalışmalar ortada. Bu, başkanın yeni partiye geçişinin getirdiği heyecandan mı kaynaklanıyor, yoksa daha güçlü muhâlefete katılmanın verdiği psikolojiden mi bilmiyoruz.
TELEFERİK TAM GAZ
Hepsinden ve daha da önemlisi TELEFERİK tam gaz gidiyor. Yalı Câmi önünde hızını kaybetmiş görünse de, Boztepe’nin yamaçlarında boy göstermeğe başladı. Önümüzdeki asra damgasını vuracak çaptaki bu önemli hizmet hepimizi heyecanlandırıyor.
Kimileri, önce sokaklara bakılsa ya. Önce şehir şehre benzetilse, binâlar binâya, caddeler caddeye benzese, sonra bunlara bakılsa ya kabîlinden şeyler söyleniyor. Şahsen katılmıyorum. Hepsinin yeri ayrı. Sonra teleferiğin yeri apayrı. Ordu, fizikî olarak çok müsâit bir defâ. Bölge olarak ta lâyık. Daha önceleri, bu projenin Ordu’ya, Karadeniz’in Bursa’sı konumu kazandıracağını belirtmiştik.
Ancak, bu güzel projeyi, çok ufak ta olsa tatsızlıkların gölgelemesine izin verilmemeli. Bir deyim var, inadıya ya da inadına diye. İşler İNADINA mantığıyle götürülmemeli. Nihâyet bu eser bütün halkın malı. Herkesin gönül hoşluğu önemli. Varsa, taraflar bir araya gelmeli. Ortak bir beyanatla kamuoyunun gönlü yatıştırılmalı. Şu veyâ bu sebeple, teleferik çerçevesinde oluşan sevimsizlikler ve inatlaşmalar tatlıya bağlanmalı. Ölümlü dünyâ.
Söz konusu ettiğimiz Koca Mîmar’a atfedilen bir söz var. Olaya biraz da böyle bakmalı. Biraz da değil, aslında tamâmen. Söz ya da deyim şöyle:
Falan öldü, filân öldü;
Bir gün derler, Sinan öldü!
Ne demek istediğimiz açık. Hepimiz sonuçta emânetçiyiz. Yarın belki yaptıklarımızı çok çocukça bulacağız. Teleferik konusunda daha önce de yazmıştık. Benzer, bir yerde, ortayolda buluşma teklifi niteliğinde açıklama yapan sivil kuruluşlar da oldu. Bu teklif halkası genişletilerek, çok sesli bir koro açıklaması yapılamaz mı? Ortalığı yatıştıracak böylesi şık bir finâl bu kente yakışmaz mı? Elbette güzel olur diye düşündük ve Mîmar Sinan örneğini de bunun için verdik.
Şu taraf, bu taraf demiyorum. Sâdece olay üzerinde duruyor, olması gereken bir incelik ve güzelliğe işâret etmeye çalışıyoruz. Buradaki çocukların kim olduğu da önemli değil. Örneklere kim uyuyor, onun peşinde de değiliz.
TORUNLAR ve ÇOCUKLAR...
Elbette ortada bir Mîmar Sinan da yok. Ama torunlar var. Aslını inkâr eden var mı aramızda? Hepimiz sonuçta onların çocuklarıyız. Ve onlar gibi işleri tatlıya bağlamasını becerebilmeliyiz. Aksi takdirde, yarın teleferiğe binip de, güzelliklerin tadını çıkarmak varken, yok sendi, yok bendi diye teleferiği bir o tarafa, bir bu tarafa çalkalamanın bir anlamı yok.
Sizin anlayacağınız, bunun önünü kesmek de bir görevdir ve de, bu, eserin güzelliğine güzellik katacaktır diye düşünüyoruz. Belki diyeceksiniz ki, bu kadar ince düşünüp te işi inceltip durma! Teleferikte inceltme iyi olmaz! Siz de haklısınız ama, biz de biraz haklıyız gibi geliyor bana ves’selâm!....
ORDU HAYAT GAZETESİ
21.02.2011 |
|