Çocukluk yıllarımız köyde geçti. İlkokulu, 3. sınıf hâriç köyümüzde okudum. Ortaokul yıllarında talebe evlerinde kirada durduk. Liseli yıllarda âilece çarşıya taşındık. Bundan dolayı çocukluğumuz köy hâtıralarıyla dolu dolu geçti. Kışın okullardaydık. Okullar dağılır dağılmaz soluğu yaylada alırdık. Fındık mevsiminde tekrar köye dönerdik. Köylerimizin hayat dolu cıvıl cıvıl zamanlarına şâhit olduk. İnsanlarımızın ekmek parası için gurbetlere göçmediği zamanları görme imkânımız oldu. Sonraları, Almanya’dan başlamak sûretiyle Fransa, Libya, İstanbul, Düzce, Zonguldak, Sakarya, Antalya, Çarşamba vs. gibi gurbet ellere gitmeler başladı. Bundan dolayı o zamanlar gurbet türküleri revaçtaydı:
Yol göründü gurbet ele giderim
Kadir Mevlâm nasıl nasıl ederim?
*
Gurbet elde bir hâl geldi başıma
Ağlama gözlerim Mevlâm kerimdir
*
Gönül gurbet ele gitme; ya gelinir, ya gelinmez
Her güzele meyil verme; ya sevilir, ya sevilmez
O zamanlar bu türküler, söylenen türküler değildi sâdece; ağlanan türkülerdi aynı zamanda. Çünkü bunlar yaşanan türkülerdi. Gidenler giderdi de kalanlar kaldığıyla kalır mıydı? Yoksa onu da bir efkâr alır mıydı? Almaz mı hiç? Yârdan, sevdiklerinden ayrılık dayanılır şey miydi? Ayrılık olur da, feryat olmaz mıydı hiç? Ya giden bir de dönüşü haddinden fazla uzatırsa ve bekleyen de azıttığı konusunda endîşe duymaya başlarsa iş nasıl olur? “Taşı-toprağı altın” denilip gidilen İstanbul’dan duyulan kuşkular yenilip yutulacak cinsten olmayınca sancılar nasıl dile getirilir?
Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun ammân?
Gördün güzelleri beni unuttun amman!
Sılaya dönmemeye yemin mi ettin Amman
Gayrı dayanacak sabrım kalmadı vay vay
*
Yârim sen gideli yedi yıl oldu ammân
Diktiğin fidanlar meyveyle doldu amman
Seninle gidenler sılaya döndü amman
Gayrı dayanacak özüm kalmadı vay vay
Mektuba yazacak sözüm kalmadı vay vay
Gençlik elden uçtu gitti; gelmene lüzûm kalmadı vay vay!
Evet, bu örnekler uzar gider. Devâmını annelerinize babalarınıza, dedelerinize hattâ ninelerinize sorabilirsiniz.
Şarkıların da türkülerden kalır tarafı yoktu. Hemen hemen bütün şarkılar gurbet tezi üzerine kuruluydu. O zamanların meşhur şarkısı “Makber” baştan aşağı gurbet kokuyordu. Adını şiirinden alan bu şarkı, yazıldığı ve bestelendiği yılların gurbet havasını milletimiz için sonsuza kadar terennüm edecekti zâten. Bu şarkıyı duyup ta o yılların dağılmışlığını, kopmuşluğunu, çâresizliğini, kimsesizliğini, yalnızlığını, sâhipsizliğini hissetmemek mümkün mü? “Makber”, bizim milletimizin ortak gurbet ve akşamüstü şarkılarımızdan biridir! İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde okurken bir hocamız şöyle demişti: “Biz gençliğimizde Çamlıca’da bu şarkıyı dinlerken istisnâsız bütün dinleyiciler ağlardı!”
Aslında, Makber yıllarının burukluğu hâlâ devâm ediyor. Çünkü coğrafyamızda gözyaşı durmuyor. Eskiden, Makber söylenirken, gözyaşı dökenlerle gözyaşı dökülürdü. Şimdi gözyaşı döken kardeşlerimiz çok ama, gözyaşı dökenlerle gözyaşı dökecek, Makber kültürüne sâhip kardeşler yok. Eski günler unutulmuş. Yeni yollar tutulmuş. Şen şarkılar, şuh şarkıcılar dikkâtimizi dağıtmış, kültürümüzü cıvıtmış. Köyden kente, kentten ülkeye, ülkeden coğrafyaya her tarafta bir çözülme ve hâfıza kaybı meydana gelmiş. tüm değerlelerimiz sulandırılıp sele verilmiş. Kısaca, “güler olmuşuz ağlanacak hâlimize” de farkında değiliz!
Şimdi yeniden, bizi birleştiren, kaynaştıran; birlikte ağlayıp birlikte güldüren türkülere, şarkılara, sanatlara ve duygulara dönme zamânıdır. Gurbet ne sıla ne, firkât ne vuslat ne, hicret ne uhuvvet ne, vahdet ne? Bunları iyice öğrenme ve ne tarafa doğru gittiğini anlamaya çalışmak gerektiğini düşünme vaktidir. Aksi takdirde, gurbet kültürü olmayınca sılayı bulmak güçleşebilir. Zîrâ her şey zıttıyla kâimdir ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
13.11.2007