|
|
FESTİVÂL’İN ULUSLARARASI?!
Şehrimizde dün başlayıp Pazar günü bitecek olan 4 günlük bir festival var: 1. ULUSLARARASI ORDU EDEBİYAT FESTİVALİ. Adından da anlaşılacağı gibi, ağırbaşlı, edepli, edebiyâtlı çok önemli ve de Ordu’ya özel, çok çok güzel bir proğram.
Biraz gazetecilik, biraz da kültür-edebiyâta meraklı tarafımızın sâikiyle dün öğleden sonra, hafiften biraz fazla bir yağmur altında Taşbaşı Kültür Merkezi’ne doğru yola koyulduk. Daha uzaktan, Menekşe Sokağı’nda ODÜ’nün HOŞGELDİNİZ pankartı karşıladı bizi.
Bir zamanlar Kilise iken, sonraları hapishâne olarak kullanılan, şimdi de Kültür Merkezi olarak ODÜ’ye bağlanan binâya yaklaştığımızda, gövdesinin yukarıdan aşağıya boydan boya Türk Bayrağı, ODÜ flâması ve ortasında Atatürk portresi olmak üzere bezenmiş olduğunu gördük.
İçeri girdiğimizde de, benzer bezemeler tüm sahneyi kaplamıştı. Tüm program, konuşmalar, saygı duruşu, istiklâl marşı ve şiirler, fotoğraf kareleri, hepsi bu tablonun önünde gerçekleşti. Protokol ve Basın için yerler ayrılmış, her oturağa, yaklaşık 300 sayfalık, bu festivâle özel, ders kitabı boyunda kitaplar konulmuştu. Bu kitap bile başlıbaşına bir belge ve faaliyet olarak takdire değer.
Ancak, gönül isterdi ki, aynı gayretin çok bir azı da tanıtım, duyuru ve diyalog adına gerçekleştirilebilseydi. Öyle inanıyorum ki, ULUSLARARASI diye nitelenen programa çağrılan edebiyatçılar nasıl sâdece ve sanki özellikle kuzeyden seçilmişse, aynı yaklaşım ülkemizden ve de yöremizden dâvet edilenler ve duyurular noktasında da prensip olarak benimsenmiş, arkadaşlıktan kaynaklanan bir-iki istisnâ dışında, kuzey rüzgârlarından başkası hiç de kaale alınmamıştır. Siz de gitmişseniz görmüşsünüzdür ki, doğrusu ortada ULUSLARARASI vasfını çağrıştıracak bir çeşni, katılım ve heyecan yoktu. Daha önce de çeşitli konferans, şiir dinleti ve şölenleri dolayısıyla defâlarca geldiğimiz bu salonda onlardan çok çok farklı bir atmosfer görmek isterdik.
Şunu söyleyeyim; elbette ki çok güzel bir düşünce ve gerek bizler, gerekse şehrimiz adına, hattâ ülkemiz adına küçümsenmesi mümkün olmayan bir faaliyet söz konusu ettiğimiz. Ben kendi adıma çok memnunum. Devâmından ve zaman içerisinde kazanacağı geniş perspektif, çok seslilik, renklilik ve zenginlikten çok umutluyum. Birgün, öyle ümit ediyorum ki, bu ve böylesi programlara herkes gelmek için can atacak. Bir şölene dönüşecek. Sâdece kuzey rüzgârlarının tekelinde olmayan, gerçekten ULUSLARARASI rengârenk bir festivâl olacak.
Festivâl’in Direktörü Edebiyât Öğretmeni Şinâsi TEPE’nin konuşmasından anladığımız kadarıyle bu festivâl, hepimizin bildiği 2010 İSTANBUL DÜNYA KÜLTÜR BAŞKENTİ organizasyonunun bir parçası. Yerel sponsorlar olarak Ordu Üniversitesi başta olmak üzere Kültür Müdürlüğü ve Vâlilik gibi kurumların adı geçse de, dâvetiyelerin altında ev sâhibi olarak Seyit TORUN ismi var. Yâni, organizasyonun günâhı-vebâli belediyenin boynuna. Sn. TORUN bu misyonu çok benimsemiş görünüyor haklı olarak. Nitekim, yaptığı konuşmada, böyle bir organizasyona ev sâhipliği yapma onurunun kendine tevdî edilmesinden dolayı duyduğu memnûniyeti dillendirip ilgililere teşekkür etti.
Sayın Vâlimiz Orhan DÜZGÜN’ün de dün konuşmasının başında GOETHE’den naklettiği şu cümle çok dikkâte değerdi: “Edebiyâtın çöküşü, bir milletin çöküşünü gösterir!” Katılmamak mümkün değil. Bu söz, bu etkinliğin önemini de ifâde ediyor aynı zamanda.
Sevgili okurlar. Ordu’da, ilk defâ böylesine geniş kapsamlı bir kültürel etkinlik yapılıyor. Belediyemizi ve emeği geçenleri kutluyorum. Şu faaliyetin, bu boyutta düşünülmesi bile bir olayken, gerçekleştirilmesi nasıl alkışlanmaz? Ama, adı ve vasfı ULUSLARARASI olan ve şehrimizde, yöremiz ve ülkemiz adına yapılan bir FESTİVAL için, fikirlerimizi söylemek aynı zamanda bir görevdir diye düşünüyoruz. İnşâllâh bu konuya devam edeceğiz. Çünkü bu etkinlik bize göre oldukça sıra dışı. Oradan aldıklarımızı, gördüklerimizi, duygu ve düşüncelerimizi sizlerle zaman zaman elbette paylaşacağız Allâh izin verirse.
Mâlum, bu gün günlerden cumâ. Cumâ bayram. Cumâ sevinç. Cumâ bu anlamda biraz da lâtîfe günü. Ne diyorum biliyor musunuz sevgili okurlar? Bu günlere hep kiliselere takılıyoruz mecbûren. Misâfirlerle ilgilenmeyelim mi? bizim adımıza iş yapan organizatörlerimizi yalnız mı bırakalım? Yakışır mı hiç?
Sakın yanlış anlamayın! Misâfirlerimiz hep Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, Moldova, Romanya ve Ukrayna gibi hristiyan ülkelerden olduğu için onları gezdiriyoruz. Dün Taşbaşı’ndaydık. Oradan yine bir kilise binâsı olan OBKT’ye gelindi. Bugün de ordayız. Yarın da gidilecek yer, programa göre YASON. Başka târihî, turistik yer olmayınca yapılacak bir şey yok. Elde bulunan bu, n’âparsınız? Burada kimsenin suçu yok sizin anlayacağınız! Hem kiliseye gitmek nerede suç ki?
Cumânız mübârek, maddî-mânevî tüm geleceğiniz bal-börek olsun.
Dilleriniz edep, hâlleriniz âdâp, gönülleriniz edebiyâtla dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
14.10.2010 |
|
|
EKİM AYI, EKİN AYI…
Her ismin bir hikâyesi ya da serüveni vardır. Her şeyden önce sebebi, bahânesi vardır…
Soyisimleri bir araştırın meselâ; hemen hemen hepsinin de mutlakâ bir öyküsü vardır.
Caddeler, sokaklar, köyler, kentler, semtler, mahalleler. Dereler, ırmaklar, çaylar vs.
Elbette ki, en önemli sermâyemiz olan zaman dilimlerinin de anlamlı birer adları var.
Burç köşeleri, bu mânâda yaklaşımlar, yakıştırmalar, takmalar-takıştırmalarla doludur.
Herkes, ilk anda, bilinmeyen kelimelerden kendince anlamlar çıkarıp uçurur da uçurur…
Ama, EKİM bu anlamda en rahat aylardan biri. Bir defâ, yorum problemi söz konusu değil.
Adıyla-sanıyla, ardıyla-önüyle, her yönüyle EKİM işte; EKİM AYI! Nerden bakarsan bak!
Yâni ekim yapılan; eskilerin ORAK AYI, KİRAZ AYI dedikleri cinsten, tanıdık-bildik bir ay.
Mesele Türkçe ise, en Türkçesinden; anamızın babamızın dilinden, atamızın ilinden bir ay!
Mâlum Ekim ekmek’ten gelir, hattâ gelmekle kalmaz; gide gide en son yine EKMEK olur.
Bu anlamda EKİM, emek demek, ekmek demek; yemek demek, kısaca hayâtiyet demek…
Ekmeden olmaz, biçmeden olmaz. Ek ki EKİM olsun, ek ki EKİN olsun. Ekmeden biçilmez.
İyi güzel de, sormak ayıp olmasın; ne ekiyoruz, ne zaman ekiyoruz? Hani, nerde görülmüş? Öyle ya, hiç EKİM’de ekin ekildiğini gören, duyan var mı? Elbette var! Hem de aramızdalar!
Mısırların, fiylerin, soyaların ekildiğini, fidanların dikildiğini, aşıların yapıldığını biliyoruz. Toprak belleniyordu, toprak aktarılıyordu; tarlalar bir baştan bir başa imece usûlü kazılıyordu.
Ama tüm bu işler, ekmeler-dikmeler; sık bitenleri ayıklamalar, sökmeler baharda yapılıyordu.
BAHARLARIN BİR BİLDİĞİ VAR!
İlkbaharda. Ama bir de sonbahar vardı. Son da olsa, o da bahardı. Onun da bir bildiği vardı! Biz, Sonbahar denince, yaprakların döküldüğünü, mısır, meyve vs.lerin derildiğini biliyoruz.
Ancak, bizden 8-10 yaş büyüklerin gördüğü, bildiği ve yaşadığı bir şey daha vardı; Ki o da, o zamanların ve hattâ günümüzün temel gıdâ maddesi buğdayın bu mevsimde ekildiğiydi. Kim bilir, belki de adını bundan aldı bu ay. Buğday ne demek? Kısaca ekmek ve her şey! En temel besin zîrâ. Diğeri et. Hayvanların yiyeceği arpa da öyle. Saman zâten onlardan…
Mâmâfih; EKİM ayı EKİN ayı. Biyolojik varlığımızın devâmı buradaki EKMEK’e bağlı.
Sizce, yemeden yapamadığımız şu ekmeğin ekildiği bu ay EKİM adını hak etmiyor mu?
Arpanın, samanın, ateşin-dumanın, ocağımızda pişen ekmeğin-aşın kaynağı bu mübârek ay!
O zaman ekimi ekim gibi anlayıp, bilelim. Zamanı ona göre ekelim ekimleyelim, ekinleyelim.
Ekim ayı EKİN AYI. Eskiler öyle görmüş. Kültüre HARS demişler, çiftçiye de HARRAS!
Zamanla HARS’ı beğenmeyenler, ona karşılık olarak EKİN sözcüğünü münâsip görmüşler.
Hars kelimesi lûgatlerde çift sürme, tarla işlemedir.. Harras da ekin eken, tarla süren demektir.
Dolayısıyla hars kültürdür, irfandır. Kültür, bir milletin birikimlerinin tamâmını ifâde eder. Her milletin kendine has bilgi, görgü, gelenek, görenekleri, fikir ve sanat ürünleri vardır. Dolayısıyla, bir milletin kültürü, irfânı; onun kimliği, kişiliği, karakteri ve alâmet-i fârikasıdır.
Kendisi kalmak isteyenler, kendini tanımak ve gençlerine tanıtmak zorundadır, millet olarak.
Aksi hâlde başka milletlerin empozesi olan kültür salgınları arasında orijinâlitesini kaybeder.
Bu da felâketlerin en büyüğüdür. Kültürünü unutan nesiller medeniyetlerini de kaybederler.
Nitekim, kültürünü, irfanını kaybedenler ülkesine uzaklaşmış, yabancılara yâr olmuşlardır.
Tevfik Fikret’in Halûk’u misâli aslına sırt dönmüş; yaban ellerde papaz olup gitmişlerdir!
Yazık, çok yazık derken; yapılması gereken şeylerin olduğunu da unutmamak gerekmez mi?
ORDU’DA KÜLTÜRÜN KADERİ
Hem de çok gerekir ve de bilhassâ Ordu için. Ordu’muzun kozmopolit bir yer olduğu âşikâr.
Yabancı etkilere çok çok açık. Mânevî bünye zayıf. Kültürel faaliyetler yok denecek kadar az.
Var olanlar da, öz kültür adına bir sancı taşımıyor. Cümlesi uçuk, sulu, argo ve de çok uçarı.
Tiyatro eserlerine bakınız. Adlarını okusanız yeter. Milletin parasıyla, milleti bozuyorlar…
Dünyâ çapında sanatçı denilen insanların yaptıkları yontulara bakınız. Anlayan beri gelsin!
Bu anlamda, EKİN adına toprağımıza hep dikenler ekiliyor. Artık buğday ekme zamânı geldi.
Artık,özümüze, ilimli, irfanlı, edepli, ölçülü-biçili sözümüze, has kültürümüze dönme zamânı.
Kendi kültürümüze su kadar, ekmek kadar muhtâcız. Gençlik elden gidiyor; bilesiniz dostlar!
Bir de, kültürel açlığımızın farkında olamayacak kadar ilmimizden irfanımızdan uzaklardayız.
İktidarların bu babda bir derdi olmadı. Mevcut iktidar da buna dâhil. Hep madde, hep madde!
Yapılagelen bunca işler arasında KÜLTÜR, ufacık bir madde olarak bile yer alamadı yazık ki.
Artık zamânı gelmiş olmalı. İlgililer, yetkililer, sorumlular; nerdesiniz? EKİM ayı EKİN ayı.
Tüm sağduyulu kurum, kuruluş ve insanlara sesleniyorum. ARTIK UYANMA ZAMÂNI!
BÎGÂNELER ve DÎVÂNELER…
Üniversiteyle birlikte sorumluluğumuzun boyutları daha da genişledi ve de oylumlaştı.
Ülkenin dört bir yanından gelen çocukları sokağın ve de irfansızların insafına terk etmeyelim!
Kimse, bu mesuliyetten kendini müstağnî göremez. Gençlere, ülkeye, kendinize acıyın beyler.
Artık bu kadar bîgânelik yeter. Bîgâneliğin bundan sonrası dîvânelikten başka birşey değildir!
Biz bîgâne kaldıkça, onlar da bîgânelerle ünsiyet edeceklerdir doğal olarak! Ve işte o zaman; Bîgânelerle ünsiyet etme; bana cihânı zindan edersin!
diye bağıra-çağıra feryat etmenin, hiçbir anlam, önem ve de esprisi kalmayacaktır...
Şu bir gerçek ki, geçen yıl kültürel faaliyetlerde sınıfta kaldık. Duyarsızlıkta yarıştık âdetâ. Ama, inşâllâh bu yıl kendimizi affettirmek için elimizden geleni yapmaya çalışalım dostlar!
Aklımızı başımıza toplayalım, elimizi çabuk tutalım;
EKİM zamânı EKİN zamânı olsun!
Haydiyin, bu günden tezi yok, bir taraftan başlayalım;
VİRA BİSMİLLÂH ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
11.10.2010 |
|
|
GEÇEN HAFTADAN KALANLAR…
Kutlu Doğum haftalarında olduğu gibi bu haftalarda da CÂMİ ve GÖREVLİLER bağlamında konuşan öğretim üyeleri, can alıcı tespitlerle birlikte güzel duygu ve düşüncelerini de bizlerle paylaşıyorlar. Nitekim, Bafra Din görevlilerinin organizasyonunda konuşan OMÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa KÖYLÜ’nün şu sözlerine katılmamak mümkün mü?
“Din hizmeti birlik ve beraberlik ister; ilim, irfan, heyecan ve dînî aşk ister. Enerjisi bitmiş, hizmet heyecanı kalmamışların bu hizmete sağlayacakları bir katkı yoktur. Kendimizi her zaman sorgulamamız lâzım. Toplumun sorunlarını iyi teşhis etmeliyiz. Şuan insanımızın en büyük sorunu dünyevileşmedir. Tüm çarpıklıklar, yanlış algılamalar, mutsuzluklar ve problemlerin kaynağında bu vardır”
Ordumuzda da, müftümüzün daha ayağının tozuyla deruhte ettiği ilk program, Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Dr.Yaşar YİĞİT’in Din Görevlilerimize, meslekleriyle ilgili olarak verdiği aydınlatıcı, yaptıkları işin önem ve değeriyle alâkalı yaptığı açıklamalardı. Görevlilerimiz memnundu; çok istifâde ettiklerini söylediler. Hattâ, bu tür meslek içi faaliyetlerin devâmından ve motivasyona katkılarından söz ettiler.
Ordu basını da, başta gazetemiz olmak zere haftaya gereken ağırlığı verdiler. Yer yer övücü, yer yer takdirkâr, yer yer de uyarıcı bir uslûp kullandılar. İyi niyetli tüm bu yayınların da din hizmetlerine olumlu katkılar sağlayacağı muhakkaktır. Her gün nasihat veren din görevlilerimizin, sonuç îtibârıyle hizmette seviye ve kalite arayışlarına katkı mâhiyetindeki bu ufak-tefek serzenişleri geniş yüreklilikle karşılamalarından daha tabiî bir şey olamaz herhâlde.
İş kolu sendika başkanları yanında, diğer kurumlardan da haftayla ilgili güzel açıklamalar geldi. Türk Diyânet Vakıf-Sen Ordu Şûbe Başkanı Bekir KARAKIŞ’ın geniş basın açıklaması ve Diyânet-Sen 1 No’lu Şûbe Başkanı Abdülkadir DEMİR’in “İmam, topluluğu sevk ve idare eden, önder, rehber ve liderlik eden kişi anlamlarına gelmektedir. Din görevlileri bu mânâda bölgesinde kanaat önderi durumundadır.” şeklindeki özet cümlelerini verebiliriz.
Konuşmalar, açıklamalar genelde güzel ama; keşke, başta görevliler ve cemaat olarak bizler bu sözlerin ifâde ettiği mânâ ve sorumluluk derinliğinin boyutlarını düşünebilsek ve de o şuurla hareket edebilsek. Ancak, Diyânet’in, bu meyânda, kendi iç örgüsünde yapmaya çalıştığı zihniyet değişim çabaları dikkâtlerden kaçmıyor. Görevin kâlp ve temsil boyutunda sağlanmaya çalışılan derinlik ve ağırlık arayışları takdîre değer. Bu meslekte, gönül terbiyesi, ağız terbiyesinden önce geliyor gibi gözüküyor.
Nitekim, Cumartesi ve Pazar günleri, Bulancak ve Giresun’da yaptığı konuşmalarını dinlediğimiz Diyânet İşleri Başkan Yardımcısı Prof.Dr.M. Şevki AYDIN Hocamızın konuşmalarından, Kur’an ve hâfızlık eğitimi bağlamında hizmetiçi eğitim çalışmalarının artacağını açıklaması, Diyânetteki iç donanım çalışma ve arayışlarının trend ve dönüşümü noktasında müjdeler içeriyordu.
Gazetemiz yazarlarından Mehmet DEMETGÜL hocamız da, KARDEŞ OLMAK,
GÖNÜL BİRLİĞİNİN MERKEZLERİ, BARIŞ DİNİNİN HADİMLERİ başlıklı peşpeşe yayınladığı birbirini tamamlar nitelikteki üç yazısında da din görevlileri ve câmi eğitimi, Kur’an öğretiminin önemi gerçeğini dile getirmeğe çalışıyor, toplum ve görevliler bağlamında benzer konulara vurgu yapıyordu:
“Camiler, toplumun her kesiminden insanın, hiçbir ayrım gözetmeden ortak bir şuurla, aynı heyecan ve gaye ile bir araya geldikleri, kardeşlik ve birlik şuurunun zirveye çıktığı kutsal mekânlardır.”
“Din gönüllüsü, günlük gelişmeleri dikkatle takip ederek kendini sürekli yeni tutmalıdır. Gazete, dergi ve kitap onun vazgeçilmezidir.
Günümüz toplumu, dine, din görevlisine güvenmeli, dinî içerikli sorular ve problemler için de mutlaka en yakın din görevlisine danışmalı, doğru bilgiyi ondan almalıdır.
Halk din adamına güvenecek, din görevlisi de, dinî kimliğiyle, bilgi ve ilgisiyle halkının yanında ve yardımında olacaktır. Böylece karşılıklı güven itimat tesis edilmiş olacak, bundan da dünya ve ahireti mamur, huzur ve güven içinde yaşayan bir toplum meydana gelecektir.”
Şimdi hafta gitti. Câmiler, görevliler ve cemaat olarak hepimiz yine buradayız…
Câmilerin toplumdaki kapsama alanını daha da genişletecek temsil ve çabalarla,
bunların gereği olan faaliyetlerle bezenmiş nice güzel, coşkulu, bereketli; madden-mânen engin ve zengin nice böyle haftalara ermek dileğiyle ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
10.10.2010 |
|
|

İSKELE-SANCAK; GİRESUN BULANCAK!..
CÂMİLER ve DİN GÖREVLİLERİ HAFTASI ülke çapında güzel uygulamalara sahne oluyor. Her şeyden önce kurum, halk ve bürokrasi arasında olumlu bir diyalog trafiğine vesîle teşkil ediyor. Bu ziyâretlerde yapılan güzel açıklamalar hem bir iltifat mâhiyeti arz ediyor, hem de motivasyon etkisi sağlıyor.
Mâlumunuz, ilimiz bu haftaya yeni bir müftüyle ve bundan dolayı yoğun bir ziyâretçi trafiğiyle başladı. Kendisini ziyâret eden Sn. Vâlimiz Orhan DÜZGÜN’ün burada yaptığı açıklamalar ve getirdiği açılımlar, meseleye kattığı sosyo-kültürel boyutlar hem kamuoyu hem de görevliler için aydınlatıcı ve de oldukça dikkât çekiciydi.
OR-Gİ’nin bu ayağında olup-bitenler bir yana, onları değerlendirmeyi erteleyerek, biz bugün aldığımız dâvetler ve yapılan faaliyetlerin ağırlığı ve zamanın da dar olması dolayısıyla 3-4 on km.lik doğu gezisini önceleyerek oralardan bahsedip, sizleri de oralara çağıracağız.
OR-Gİ’NİN ÖBÜR AYAĞI
OR-Gİ’nin öbür ayağı da bu hafta dolayısıyle oldukça faal. Giresun Müftülüğünün, geçtiğimiz cumartesi günü, Bulancak Hacet Köyü Yeni Câmii’nin açılış töreniyle güzel bir başlangıç yaptığı etkinlikler zincirinde bu hafta sonu da HÂFIZLIK İCÂZET MERÂSİMLERİ var.
Daha önce, hafta başında verdiğimiz haber ve köşe yazısında sözünü ettiğimiz mezkûr programda konuşan Giresun İl Müftüsü Necâti AKKUŞ Hoca ve Perşembe İlçemizden oraya atanan, Bulancak Müftüsü Korganlı hemşehrimiz Şâban SADAN Bey bizleri bu törenlere harâretle dâvet etmişlerdi. Biz de, müsâit olanların katılımını tavsiye ediyoruz.
İnsan farklı câmileri, farklı yerleri, yeni yeni din kardeşlerini ve bilhassâ pırıl pırıl pırlanta hâfızlarımızı gördükçe, onlar için harcanan emekleri, yapılan hizmetleri, sergilenen fedâkârlıkları düşündükçe, hem imreniyor, hem de kıvanç duyuyor. Tâzeleniyor, heyecanlanıyor; âdetâ yeniden doğuyor.
SARAYBURNU HÂFIZLARI
İlk program yarın Bulancak’ta; meşhur SARAYBURNU CÂMİİ’nde. Câmi, bünye, özellik, güzellik ve mîmârîsi ile bölgede bir tâne diyebiliriz. İstanbul Şehzâdebaşı Câmii, her anlamda örnek alınarak yapılmış. Zaman zaman gidip namaz kıldığımız bu câmii görmenizi isteriz. Bir de, hâfızlar ve cemaatle birlikte yaşanacak o mânevî havayı teneffüs etmenizi… Zîrâ, adı, tadı, silueti; kısaca her şeyiyle İstanbul’u hatırlatan bu câmideki güzel atmosferin, katılanlara, buralarda her yerde bulamayacağı apayrı hisler yaşatacağını şimdiden söylemek istiyorum.
22 Hâfızla tanışma imkânı bulacağınız merâsim yarın saat 10’da. Diyânet’in İstanbul ve Rize Eğitim Merkezi Kıraat hocalarından dinleyeceğiniz güzel tilâvet yanında ilâhiler, konuşmalar ve şiirlerle zenginleştirilen program gerçekten izlenmeye değer. Taç giyme ve icâzet merâsiminin ardından yepyeni, Kur’anın hem beyinlerine ve hem de genlerine işlediği, ağzından âdetâ misk kokuları yayılan hâfızlarla berâber hep birlikte yapılacak duâlar ve ardından ikram; doğrusu kaçırılacak bir fırsat gibi gözükmüyor. Ne mutlu katılabilenlere…
AYHAN OKUR’DAN DÂVET VAR
Giresun Müftülüğü’nün merâsimi de Pazar Günü ve Giresun KAPALI SPOR SALONU’nda; yine saat 10’da. “Giresun ilk defâ 42 Hâfıza aynı anda kavuşuyor” denilerek duyurulan programa herkes dâvetli. Bakalım hâfızlar salona sığacaklar mı?!
Ve bilhassa Giresun Kur’an Kursları Müdürü, Ordu’dan oraya atanan ve her zaman olduğu gibi farkını fark ettiren Fatsalı hemşehrimiz Ayhan OKUR Hocamız bizleri hâsseten dâvet etti. Hem dâvete icâbet, hem de, hem gezmek, hem de o günü mânevî bir atmosfer solumak sûretiyle geçirmek, zamânımızı en güzeliyle değerlendirmek adına bu merâsimlere katılmak bu hafta sonu yapılabilecek şeylerin en anlamlısı olacaktır.
Hele bir de âilemizle, çocuklarla, akrabâ ya da arkadaşlarla gidebilirsek, “nûrun alâ nûr” olur. Aslında böylesi sebepler, kendi âile ve yakınlarımızla belirli bir zaman dilimini birlikte değerlendirmek, kaynaşmak, hem gezmek, hem de hasret gidermek adına da bulunmaz fırsatlardır.
Değerli okurlar. Sevgili peygâmberimiz, okudukları Kur’an’la amel eden hâfızları ALLÂH EHLİ, Allâh’ın seçkin kulları, ümmetinin en şereflileri olarak nitelemiş, onların meleklerle berâber olduklarını, cennete gireceklerini ve âile fertlerinden 10 kişiye şefaat edeceklerini müjdelemiştir.
Böyle insanlardan olamıyorsak da, hiç olmazsa aralarında da bulunamaz mıyız? Onlara yakın olmayı, heyecanlarına, mutluluklarına ortak olmayı düşünemez miyiz? İnsanlarımızın nice güzel emekler vererek hazırladığı böyle güzel vesîleleleri fırsat bilemez miyiz? Yine, Efendimiz buyurmuyorlar mı; “KİŞİ SEVDİĞİ İLE BERÂBERDİR!” diye?
Cumâmız mübârek olsun. Gönüllerimiz Kitap-Sünnet aşkıyla dolsun…
Rabbimiz; bu yolun yolcularını sevmeyi, bu dünyâda da öbür dünyâda da
sevdikleriyle yoldaş, hâldaş ve de berâber olmayı nasîp eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
07.10.2010 |
|
|
ALİ KABAN’A ŞAŞIRMADIM!
Geçen hafta sonu medyada, eski Ordu vâlisi Ali Kaban’ın Başbakanlık başdanışmanı olarak atandığına dâir haberi görünce hiç şaşırmadım. Çünkü, kendisini, ilk gelip te, basınla tanışma toplantısı yaptığında, gençliği ve dereceli gözlükler arkasında taşıdığını düşündüğüm entellektüel birikim ve karizmatik görünümüyle taptâze ümitlere kapılmış, “tam aradığımız, derdimizi dinleyecek, bizi anlayacak bir şahsiyet!” demiştim. Ve hattâ demiştim ki, sayın Cumhurbaşkanımız ve de Başbakanımız, bu kendini yetiştirmiş, birikimli bir has bürokratını bizlere lûtfetmiş, bu insanı Ordu’ya özel göndermiş, bu çok vâli değiştiren tâlihsiz yöreye onun eliyle himmet etmek istemiş demiştim.
Ben, az bile düşünmüşüm. Ali Kaban Bey benim bu tahminimin ötesine bile geçti. Çünkü, bunca garip, sıra dışı, polemik götüren uygulamaları, işte tam da böyle, kendisine kimsenin ilişemeyeceğini düşünen birileri yapabilirdi. Müftü gelgitlerini hatırlayın. Vilâyetimiz ilk defâ, kendi evlâdı bir müftüsüne, alnının akıyla ve şanla şerefle görev yapmış bir insanına böyle tahkir edici bir muâmele yapıldığını görmüştü. Bunlar bırakın bir müftüye, hiçbir insana, hattâ hiçbir canlıya yapılacak hareketler ve hakâretler değildi. Bu dediklerim herkesin gözünün önünde oldu, medyaya yansıdı. Belki, sıkıyönetim dönemlerinde bile böylesi görülmemişti.
Gazetemize yapılan baskıları ve yazılarımıza getirilen yasakları herkes biliyor. Aslında bu, özgürlükler peşinde koşan bir milletin seçtiği başbakanın döneminde hiç de olacak şeyler değildi. Yasa dışı bir şey varsa yasalar ordaydı. Ama, o dönemde mesele yasalarla değil baskılarla götürülmeye çalışılıyordu. Tıpkı, müftü beyle ilgili mahkeme kararının hiçe sayılması gibi. Problemler de buradan kaynaklanıyordu zâten.
Peki ya şu pisuvar meselesi. Ordu’nun adı dillere destan olmuştu. Başka mesele yok muydu? İş oraya mı kalmıştı? Hem, bir vâlinin bizzat ve bil fiil ilgileneceği bir iş miydi bu? İlgililer yok muydu?
Mâneviyat büyüklerinin nefis terbiyesi meyânında tuvalet temizliği yaptıklarını birer menkıbe olarak hep duyagelmişizdir de, böylesini ilk duyduk gördük. Acabâ, geçmiş nefis terbiyesi uygulamalarının çağdaş izdüşümü müydü bu? Her neyse, sonuçta o bu meseleye takıldığı gibi, kamuoyu da onu buradan sıkıştırdı ve en sonunda bir ümidimiz daha hayâl kırıklığıyla sonuçlandı.
Daha geçen gün ŞUAYİP TEPESİ’nin etrafını çeviren tel örgüleri gördüm. Hattâ şimdi, girişlere asılan perişan levhaları niye görüntülemedim diye hayıflanıyorum. Yazık değil mi ümitlere ve de milletin parasına? Ben de, projeyi ilk duyduğumda; “ne güzel düşünülmüş, o güzelim tepe değerlendirilmeliydi, bravo vâliye!” demiştim. Ancak, gel gör ki, bilimsel gerçeklerle bağdaşmayan proje, hem oraya bırakılan karaca hayvanlarının, kendilerini tel örgülere vurup intihar etmesi, hem de onca yatırımın hebâ olmasıyla sonuçlandı.
Eski Vâlimiz Ali Kaban’la ilgili haberde, atandığı çeşit çeşit görevlerin uzun bir listesi var. “Az zamanda çok işler başaran!” bir cumhûriyet entelektüeli olduğu oradan da anlaşılıyor. Acabâ, oralarda da Ordu’daki gibi kısa süreli kaldığından mı, yoksa çok başarılı görüldüğü için daha iyi görevlere lâyık görüldüğünden mi bu hızlı görev trafikleri söz konusu oldu? Orası bize meçhûl.
Mâlum olan bir şey vardı; Ali Kaban Bey’in biraz bekletilip iyi bir yere getirileceği. Nitekim de öyle oldu. Başbakanlık danışmanlığından ötesi başbakanlık, olmadı cumhurbaşkanlığı! Ama, o biraz zor. Çünkü sandık var, seçim var; millet var! İyiki de öyle! Yoksa, hâlimiz nice olurdu?! İşte, örneğini bir yıl öncelerinde bol bol yaşadık. Sayın Kaban, Ordu’ya gelip seçime girse yüzde kaç oy alabileceğini düşünebilir acabâ? Kendi durumunu buradan kendisi değerlendirsin. Başka bir şey söylemiyorum.
Ali Kaban’ın yeni görevi hayırlı olsun. Netîcede onun hayrı bizim hayrımız; milletin- memleketin hayrı. İnşâllâh, hiç olmazsa bundan sonra, hepimizin yüz akı, milletin ve tüm sağduyulu insanların ümîdi, çağın örnek liderleri, kendisinin de çok sevdiğinden aslâ şüphe etmediğimiz, başta başdanışmanı olduğu Başbakanımız Recep Tayyip ERDOĞAN ve Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullâh GÜL olmak üzere milletin bel bağladığı bu güzel kadroya lâf getirmeyecek, polemiklerden uzak, uyumlu, başarılı hizmetler verir.
Bu temennî ve hayr’üzre yolu ve bahtı açık olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
05.10.2010 |
|