Menü

Anket

Sitemizi Beğendiniz mi?
Evet (%73,9)
Hayır (%20,0)
Kararsız (%5,93)

Toplam Oy: 219

Tüm Anketler

Takvim

« Aralık - 2025

»

PT SL ÇŞ CM CT PZ
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31

İstatistikler

 Toplam Hit: 4606801
 Sitede Aktif: 16
 Ip: 172.70.100.205
 Browser: Default - 0.0
 Toplam Kategori: 20
 Toplam Blog: 561
 Toplam Yorum: 28
 Toplam Resim: 6
 Toplam Mesaj: 17

Etiket Bulutu

15 Temmuz 2016 Cumâ Dirilişi adayname aile âile Akdeniz Üniversitesi akrostiş anı Antalya Antalya Palas aşık edebiyatı ÂŞIK EDEBİYATI BABA başbakan başkanlık Bedford, Araba sevdası Biyografi cami cemaat cemiyet chp cuma cumhurbaşkanı çocuk edebiyatı Çocuk Edebiyâtı ÇOCUK ŞİİRLERİ dede deneme DÎNÎ ŞİİRLER DİNİ-MİLLİ ŞİİRLER DÖRTLÜK edebiyat eleştiri eymür eymür köyü eymürname GÜZELLEME halk şiiri halk şiri HÂTIRA hâtıralar HAYAT HİKÂYESİ HECE HECE VEZNİ hiciv İMAM-HATİP PİLÂV GÜNLERİ işkence KADİR GECESİ KÂFİYE komşu ülkeler koşma köy yazıları köyname lüleburgaz MANİ Manzum Fıkralar mızrap NÂMELER Nasreddin Hoca NURİ KAHRAMAN okul edebiyatı ordu ordu hayat ordu hayat gazetesi ordu imam-hatip Palace Palas RAMAZAN RAMAZAN EDEBİYATI recep tayyip erdoğan siyâset şiir toplum türkiye ulubey Yalçın Yüksel Yeni Türkiye zulüm

AKROSTİŞ YAZILARI

Bu Kategoriye Ait Blogları Rss İle Takip Et
Haz`15
18
AKROSTİŞ YAZILARI
AKROSTİŞ YAZILARI

Yorumlar(0)

YÛSUFLU SABAHLAR

Geçtiğimiz Ekim ayının son günleri. Bu sıralar sabah namazından sonra yatmıyorum genellikle. Mevsim bu imkânı kolaylaştırıyor bize. Bu süre zarfında kahvaltıya kadar, ya kitaplarla meşgûl oluyorum ya da yazıyorum. Gazetelere bakıyorum. Kupür kesiyorum. Ajandama notlar düşüyorum. Ocağa çay suyu koyuyorum. Sabahları ıhlamur, kekik ya da nâneyi tercih ederiz çoğunlukla. Kara çay içmek istediğimiz de oluyor zaman zaman. Onu da bizzat kendim demliyorum.

Bir yanda çay demlenedursun. Masada bilgisayardayım. Derken kedi misâli bir karaltı sokulur yanıma genellikle, sessiz-sedâsız. Yarı pütürlü, kırışık ve de kıvrışık sesiyle odanın sessizliğini bozar:

-          Hayırlı sabahlar baba!

-          Hayırlı sabahlar yavrusu. Sen selâm vermesini bilmiyor musun?

-          Biliyorum.

-          Hadi bir de selâm ver!

-          Selâmün aleyküm!

-          Aleyküm selâm. Sen miydin gelen? Hoş geldin çocuk. Gel öpeyim.

Sizin anlayacağınız, Yûsuf Kerem de benimle birlikte sabahı yaşayanlardan. Benim yanıma uğrayıp neşvesini bulduktan sonra, çoğu defâ odasına gidip oyuncaklarıyla oyalanıyor. Akşam bıraktığı yerden devam ediyor. Kendince şehirler kuruyor, yollar, köprüler, viyadükler yapıyor, yükler taşıyor. Bu arada ağzından mırıltısı hiç eksik olmuyor. Bazen ezan, bazen ilâhi, bâzen de şarkı-türkü söylüyor. Her telden programı gibi bir şey sizin anlayacağınız:

-          Oğlum, ne güzel söylüyorsun şarkıyı. Kim öğretti, nerden öğrendin?

-          Bizim serviste çalıyorlar.

-          Âferin oğlum. Hemen de öğrenmişsin! Ne güzel öğrenmişsin!

Demek ki çocuklarımız için hangi servis olduğu, içerde hangi müziklerin çaldığı, hattâ

şoförün ya da yardımcılarının kişiliği dahî çok önemli. Onlar da bir nevî öğretmen. Tıpkı anneler-babaların, ustaların, tüm toplum fertlerinin görenek yoluyla birbirlerinin öğretmenleri oldukları gibi. Bu anlamda, kötü örnek olmamak, yanlış şey öğretmemek, dolayısıyla kimsenin felâketine sebep olmamak adına herkesin çevreye iyi görüntü vermeye kendisini programlaması, hattâ zorlaması gerekiyor.

Evet, Yûsuf sabahları bâzen, çok nâdir de olsa, akşamdan kalan ödevleri varsa onları tamamlıyor. Yanımda-yöremde pervâne kesiliyor kalan zamanlarda. Hattâ, oyunlarını da benimle oynamak, derslerini de birlikte yapmak istiyor. Bunun hâricinde bir şeyler sorar ya da anlatır. Belki ilk yıl ilk heyecandan olsa gerek; öğretmeninden, arkadaşlarından, okuldan söz eder sık sık:

-                            Baba, biliyor musun, öğretmenim öptü beni dün. Şimdiye kadar hiç öpmemişti. Âferin dedi. Ödevimi beğendi. O beni çok seviyor.

-                            Sen de onu seviyor musun?

-                            Evet. Babacııım, var ya, bizim öğretmenin evi şu öte tarafta. Yakın. Câmiye gidiyoruz ya; hemen orda.

-                            Nereden biliyorsun?

-                            Dün bahçede oynarken evimizin önünden geçti. Evine girerken gördüm.

-                            Yâ, demek öyle!

-                            Evet. Hem, bizim öğretmenin annesi hacca gitti, biliyor musun?

-                            Bilmiyorum.

-                            Annem söyledi ya. Sana anlatmadı mı? Garajda görmüş, giderken.

-                            Pek güzel! Sen de gidicek misin büyüyünce?

-                            Gidicem baba. Orda Kâbe var değil mi; Allâh’ın evi?!

-                            Evet oğlum, âferin! Nasıl da biliyor benim çocuğum!

Biraz da peltek konuşuyor. Harfler, küçük, yarı çürük siyah dişleri arasından sürtünerek çıkıyor gibi.

Gördüğünüz üzere Yûsuf, sabahın güzelliğine tatlılık katıyor tavırlarıyla. Kelebek gibi bir oraya bir buraya kanat çırpıyor. Baharlaştırıyor zaman dilimlerimizi. Peygâmberimiz (SAV) “Çocuk kokusu, cennet kokularındandır.” buyuruyor. Atalarımız da, “Çocuklu ev Pazar, çocuksuz ev mezar!”,“Çocuksuz ev susuz değirmene benzer!” diyerek çocuğun âile ve toplumdaki yerlerini en güzeliyle ifâde etmişlerdir.

Sözün tam burasında, Ümit Çiçekleri adlı kitabımızda yer alan ve rahmetli A.Câhit ZARİFOĞLU Ağabeyimizin Zaman Gazetesi’nde yazdığı 80’li yıllarda, sevimli bulduğunu belirterek köşesinde yer verdiği bir şiirimi, konuyu da tamamlar nitelikte olması hasebiyle buraya alıyorum. Bakalım siz de uygun görüp beğenecek misiniz? 20.01.09

 

    FARK

En çok,

Çiçek ve Çocuk

Birbiriyle

Benzeşir

 

Yalnız;

Biri,

Baharla gelir

Biri,

Bahar getirir!..

     

GAMZEM SUYU!

Sevgili Anneciğim, Babacığım;

Bir tanecik ablacığım,

Dünyâlar tatlısı afacanlarım!

Sizleri nasıl özledim anlatamam!

Her ne kadar burada iyi olsam da

Hiçbir şey âilenin yerini tutmuyor tabiî.

Âile hep özleniyor, yokluğu her zaman hissediliyor.

Bayramda birlikte olamıyoruz.

Daha önce birbirimizden ayrı bayram geçirmemiştik.

Çok büyük bir boşluk olacak benim için.

Evimizin, o tatlı bayram telaşını yaşayamayacağım…

Babaanneciğimin bayram keşkeğini yiyemiyeceğim…

Yaraşlı’nın, Eymür’ün bayram havasını tadamayacağım…

Düşündükçe, her biri ayrı bir hüzün…

Hepinizin Kurban Bayram’ı mübârek olsun.

Allah, bundan sonraki bütün bayramları birlikte geçirmeyi nasip eylesin inşâllâh.

Duâlarınızı eksik etmeyin.

Sizi çok seviyorum.

Allâh’a emânet olun…

                                                                       Betül

                                                           29.11.08, Cumartesi

Kızımızın gurbette geçirdiği ilk bayramdı, son Kurban Bayramı. Bu vesîleyle yukardaki tebriği aldık kendisinden. İnternet ve telefon yoluyla haberleşmemize rağmen el yazısının yeri ayrı. Biz de hep yazmasını öğütlüyoruz. Zannederim günlük de tutuyor. Yazının ayrı bir sıcaklık ve orijinalitesi var çünkü. Sanal âlemin adı üstünde; sanal. Hâlbuki, insanoğlu hayâtı bizzat yaşıyor ve o ne kolay, ne de basit. Hayât en ciddî şey. Öyle olduğu içindir ki Rabbimiz, hayâtımızı kaydetmeleri için her insana mahsus sağlı-sollu iki ayrı melek görevlendirmiştir. O iki meleğin adı; Kirâmen Kâtibîn: ŞerefliYazıcılar’dır. Yazmalarından dolayı kerîmdirler, şereflidirler. İnşâllâh bizler de onlar gibi keremli ve şereflilerden oluruz yaşadıklarımızla ve de dolayısıyla yazdıklarımızla.

Mâlum, Kurban Bayramı dönemi aynı zamanda Hacc dönemi oluyor. Kurbanla birlikte Hacılar da dönmeye başlıyorlar. Bayramdan bu yana bir aydan fazla zaman geçti. Bu süre zarfında hacılarımız da üçer-beşer döndüler.

Hacca gidenleri uğurlamak, helâlleşmek, onlara duâ edip duâ istemek nasıl güzel bir şeyse hacdan dönenleri karşılamak da aynı şekilde güzeldir, çünkü sünnettir. Özellikle yakın çevre ve dostlar bunu yapmaya çalışmalılar.

Her şeyin olduğu gibi Haccın da kendine özgü âdâbı vardır. Biz burada sâdece hacdan dönüşle ilgili edep ve inceliklere işâret edeceğiz:

1-                          Hac ibâdetini tamamlayan mü’min ilk etapta, kendisini buna muvaffak kılan Allâh için 2 rekât şükür namazı kılmalı.

2-                          Hacda, özellikle ihramlıyken kazandığı davranış özelliklerini korumaya, daha olgun, nâzik, tatlı dilli, güzel sözlü, daha edepli, seviyeli bir kişi olmaya gayret etmelidir.

3-                          Hacı ziyâretine gidenler ondan duâ ve kendileri için istiğfarda bulunmasını istemeli, hacı da bunu yerine getirmelidir.

4-                          En önemli husus ise, kişinin, mübârek beldelerden dönüp Hacı olduktan sonra, öncekine göre çok daha mükemmel bir kişi olmak için çaba harcamasıdır. Hattâ, bâzı islâm âlimleri, hacdan sonraki olumlu değişikliğin onun makbûliyetinin alâmeti olduğunu söylemişlerdir.

Konuya Betül Kızımızın mektubuyla girdik. Yine onun, konumuzla bağlantılı

bir esprisiyle bitirelim:

Bundan, yaklaşık 15 yıl önce. O yıl Sâlim Dayılar Hacc’a gitmişlerdi. Her şeyden önce yeğenleri olarak hemen ziyâretine gittik. Sanırım yanımızda annem de vardı. Hoş-beş, sohbet-duâ, hurma-zemzem ve namaz-niyâzdan sonra ayrıldık. Betül o zamanlar 5 yaşında. Güzelyurttan, eski adıyla Şayıp’tan Ordu’ya dönüyoruz. Betül konuşuyor. Her zamanki gibi afacanlığı üzerinde. Ağzı-burnu durmuyor derler ya; aynen öyle. Neredeyse bize konuşma fırsatı tanımıyor. Bir ara annesine şöyle dediğini duydum:

-          Anneciiim!

Sâlim Dayıların evi çok sıcaktı.

Ama orada, Gamzem(!) Suyu içtik.

Hurma yedik.

Hurma çok güzeldi anneciiim...

6.9.95

İşte, çocukların âlemi! Anlama, algılama çok farklı. Siz zemzem dersiniz, onlar gamzem anlarlar. İyi ki de öyle anlarlar, onun da ayrı bir tadı, tuzu, güzelliği var!

Her neyse; sizler ne âlemdesiniz sevgili okuyucular? Hacılarınızı ziyârete fırsat bulabildiniz mi? Eğer çeşitli sebepler bahânesiyle henüz gitmedikleriniz varsa, gamzem, pardon zemzem suları ve hurmalar bitmeden yetişin! Hem çocuklarınızı da götürün. İnsan içine girsinler. Topluma katılsınlar. Akrabalarını tanısınlar. Hep birlikte hurma, zemzem gibi ikramları besmele ve duâ ile şifâ niyetine yiyin için. İnşâllâh hem maddî, hem de mânevî dertlerimize derman teşkil ederler. Kutlu beldeden gelen her şeyin, bünyesinde, bir mutluluk iksiri taşıyor olabileceğini unutmayalım ve oradan gelen her kokuyu cana minnet bilelim. Bizden söylemesi.

Yüce Rabbimizin, gitmek için can atan herkese Hacc görevini yerine getirmeyi nasîp etmesi dileğiyle… (13.1.09)

ALMANYA’YA MEKTUP VAR

Son yazdığım Akrostiş yazısında, mektup ve tebrik yazmaktan sağ orta parmağımın dönem dönem nasır bağladığını söylemiştim. Ancak tüm bunlar gurbet bağlamında olabilen şeylermiş meğer. Askerlik, yurt dışı ve görevde gurbet yılları bitip de Ordu’ya geldikten sonra işler değişti. En azından, yazana yazma şekline dönüştü. Hattâ, işin ritmi bozulunca neredeyse yazana bile yazmakta zorlanmaya başladık. İşte size bir örnek:

Sayın Hocam;

Sizlere sonsuz sevgi ve selamlarımı iletiyorum.

Uzun zamandır size bir kart dahi atmadığım için çok üzgünüm.

Dilerim affedersiniz.

Semra Hanım ve çocuklarınıza çok çok sevgilerimi iletiyorum.

Saygılarımla.

10 Hazîran 2004 târihinde bize ulaşan bu kart Almanya’dan geliyor ve dışında almanca yazılar var. Ayrıntı yazmamış. Yazdıklarının hepsi bu kadar. Okuldan mezun olalı yıllar geçen öğrencimizin evlendiğini duymuştuk en son. Demek ki şimdi Almanya’da. İnsanın doğduğu yer değişmiyor ama doyduğu yer farklı farklı olabiliyor.

Hepimizin hayât çizgisinde gurbet hâtıraları ayrı bir yer tutar. Hele büyüklerimizin seferberlik ya da göç hâtıraları anlatmakla bitmeyecek sıkıntı ve çilelerle doludur. Sıla olsun, gurbet olsun; her hâlükârda kimlik ve kişiliğimizin şuurunda olarak yaşayabilmektir esas olan. Nerede olursan ol, Hak’la olabiliyorsan ne mutlu sana. Yüce Mevlâ cümleye hayırlı geçimler, hayırlı geçimlikler ve hayırlı rızıklar nasîp eylesin. Âmin.

Öğrencimiz ne zaman yazmayı düşündü de ne kadar zaman sonra bize bu kartı yazdı bilemiyoruz. Ama, bizim cevâbımız da çok gecikti. O gün bugündür, hâlâ yazıyoruz. Nasip de tââ bu bayramaymış:

Es’selâmü aleyküm

Saygıdeğer kızım;                                                            04.12.2008,Ordu

2004’ün hazîranında gönderdiğiniz karta ancak şimdi karşılık verdiğimiz için

özürle söze başlamak istiyorum. İnşâllâh, bu yazdıklarımız sizlere ulaşır.

Bizler iyiyiz. Ben emekli oldum 2005 yılında.

Şimdi günlük gazete çıkarıyoruz Ordu’da.

Zaman zaman elinden tutup okula getirdiğim için

senin de tanıdığını zannettiğim büyük kızım Sevdenur Samsun’da okuyor.

2 numara Betül, Londra’da amcasının yanında. Daha yeni gitti. Dil öğreniyor.

3 numara, Sâlim Ensar orta 3’de.

4 numara Yûsuf Kerem İlkokul 1’e başladı. Çok tatlı.

Hepsinin de sana selâmları var.

Âilenize de selâm ediyor, sizlere sonsuz mutluluklar diliyoruz.

Âilece, bayramınızı da tebrik ediyor,

haberleşmek ve duâdan unutulmamak dileğiyle,

selâm, sevgi ve saygılar sunuyoruz…                        KAHRAMAN ÂİLESİ

Bizde gurbet edebiyatı çok zengindir. Çünkü biz büyük coğrafyalarda yaşamış bir milletiz. Şarkılar, türküler, şiirler, destanlar, öyküler, filimler. Hepsinde bir gurbet teması yer alır. Diyebiliriz ki, bizim edebiyatımızı büyüten hep gurbet kucağı olmuştur. İşin aslını sorarsanız, bizler insan olarak hepimiz de gurbette değil miyiz? Biz, esas olarak rûhuz ve ruhlar âleminden kopup geldik dünyâ gurbetine. Asıl vatanımıza öldükten sonra ulaşacağız.  Ne mutlu, her nerede olursa olsun kendini bilenlere, esas sılanın yolunu kesen şeylere iltifat etmeyenlere ve gurbet şuuruyla yaşayabilenlere. Onun için atalarımız: “Ayrılık olsun da gayrılık olmasın!” demişlerdir. Allâh birbirimizden ayırsın, yeter ki dinden-îmandan ayırmasın şeklinde anlamak istiyorum ben bunu.

            İsterseniz, daha fazla uzatmadan, hem bu söylediklerimizi doğrulayacak, hem de gurbet anlayışımızı gerçek zemîne oturtacak, kime âit olduğunu bilmediğimiz bir vecîzeyle sözü noktalayalım:

Yedi şey yedi yerde gariptir:

*İçinde namaz kılınmayan câmi, bulunduğu yerde gariptir.

*Açılıp okunmayan Kur’ân, asılı durduğu yerde gariptir.

*Âyetler, özünü kavrayamamış hâfızın kafasında gariptir.

*İyi, temiz huylu bir kadın, kaba ve zorba bir erkeğin evinde gariptir.

*Bildiğiyle amel etmeyen ilim adamının  ilmi gariptir.

*Nâmuslu, fazîletli bir kişi, yozlaşmış topluluk içinde gariptir.

*Müslüman bir ölü, küfür diyârındaki kabristanda gariptir.

            Almanya’ya mektup var. Var olmasına var da, adresini bulacak mı? Çünkü aradan bir sürü zaman geçti. Ayrıca orası gurbet içinde bir gurbet. Ve her şey değişken bu dünyâda zâten. Her şey fânî. Bir nevî gurbet hâlleri yâni baştan sona. Çilelerin, dertlerin, sıkıntıların, ayrılık-gayrılıkların biteceği yer, Cennet! Sabrın önemli olması, dünyânın gurbet oluşundan kaynaklanıyor. Bundan dolayı “MEN SABERA ZAFERA= Kim ki sabreder, zafere ulaşır.” denilmiştir. Cümleye başarılar… (13.12.2008)

 

CEZÂYİR’E GELEN TEBRİK

 

Hayâtımın gurbet dönemlerinin en hoş meşgâlelerinin mektup ve tebrik yazmak olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Gerek askerlik, gerekse yurt dışı staj günlerimde sağ elimin orta parmağının, bilhassa bayrama tevâfuk eden zaman dilimlerinde nasırlaştığına şâhit oldum. Tabiî, her iki gurbette de daktilom yanımda değildi ve bilgisayar denilen nesne de ülkemizin henüz gündemine girmemişti.

Şimdi size, özellikle, gönderdiklerim ve bana gelen tebrik sayısı konusunda rakam telâffuz etsem mübâlağa gelebilir. Bu kadarı da gereksiz dedirtebilir. Ama ben, beni yazmakla, çizmekle meşgûl eden, sevdiklerimle aramda köprü olan, zamanlarımın hayırla değerlendirilmesine vesîle olan bu meşgâlelerden râzıyım. Öteden beri, bana yazanları cevapsız bırakmamaya çalışıyorum. Tıpkı, bu yazılarda da gördüğünüz gibi, hâtıra yazmam için defter veren herkese, neredeyse haddinden fazla denilebilecek kadar yazdığım gibi.

 Çok uzaklarda, askerdesiniz; her gün değişik yörelerden, değişik boy ve ebatta, değişik manzara ve motifli, ayrı ayrı karakterli yazılardan oluşan, her biri kendi orijinalitesi içerisinde ayrı ayrı muştularla gelen 8-10 kart ne demektir? Onlarla en az birkaç hafta idâre edersiniz, değil mi?

Lâkin, şimdi cep telefonları var. Bir mesaj yaz, aynı mesajı at atabildiğin kadar. Nereye, havaya! Ne, kart almak için dolaşma, en güzellerini bulmak için araştırma, ne elle dokunma, ne postacı yolu bekleme, ne iç ceplerde ya da kitap, defter arasında saklama, kartların manzarasına takılıp, ara-sıra dalıp gitme. Hiç biri yok! Hâlbuki kartı saklarsın. Bir yerde unutsan bile yıllar sonra çıkar karşına tekrar, tüm sıcaklığıyla. Onlar her karşınıza çıktığında dostluğunuz tâzelenir. Duygularınız perçinlenir. O yıllar hayâlinizde canlanır. Rûhunuz heyecanlanır. Tıpkı kardeşimin tebrik’inin yıllar sonra elime geçip bu yazıyı yazmama vesîle olduğu gibi. Şimdiki mesajlar anlık, uçup gider bir zaman sonra; tıpkı dostluklar gibi. Demek ki her şeyin mâhiyeti ya da ölçüsü  kendi çağına göre oluyor.

1989-90 dönemi, bir ders yılı, Millî Eğitim Bakanlığı’nca, branşımla ilgili staj yapmak üzere Cezâyir Üniversitesi’ne gönderilmiştim. Dünyâda, biz Türkleri en çok seven insanlar arasında geçen 9 aylık süre hayâtımızın bol istifâdeli en güzel günleri arasındaki yerini aldı. Daha önceleri olduğu gibi, biz döndükten sonraki yıllarda da çok sıkıntılar çeken bu kardeş ülkenin güzel insanlarının, başlarına musallat olan -ve tâ 1830’larda bizi birbirimizden koparma süreciyle başlayan sıkıntılarının bir devâmı niteliğindeki bu günkü -belâlardan bir an önce kurtulmalarını niyâz ediyoruz.

Her neyse. Târih, 16 Mayıs 1990. Cezâyir’deyim. 10’larca zarf arasında büyük boy olanlardan biri kız kardeşim Ayşe’ye âitti. Ben daha önce kendisine tebrik göndermiştim. Yeğenlerim için de ayrı ayrı kartlar yazıp, esprili özel hitaplarda bulunmuştum. Kardeşimin gönderdiği zarfı, daha ilk bakışta el yazısından tanımıştım. Zâten üzerinde Piraziz PTT damgası da vardı.

İkiye katlanan, iki taraflı, mektupvâri olarak doldurulmuş bir kartpostal. Ön yüzündeki tasarım yarı fotoğraf, yarı resimden oluşuyor. Aydın Kartpostalın 128 kod numaralı kartının arka yüzünde, “Eminönü tarafından Yeni Câmi ve Boğaz Köprüsü” yazıyor. Beyaz silûet şekliyle ön plâna çıkarılmış Yeni Câmii’n minâre ve kubbeleri üzerinde martılar uçuşuyor. Kartta yer alan yazılar şöyle:

Es’Selâmü Aleyküm

Canım Abiciğim;

Ne güzel tesâdüf! Hani, “kâlp kalbe karşıdır” derler ya;

bu sefer aynen öyle oldu. Şöyle ki;

3 yıldır eline doğru-dürüst kâğıt-kalem almayan ben;

bu bayramda azıcık varlığımı duyurayım hiç olmazsa dedim

ve masanın başına oturdum. Önce,

Edirne’deki okul arkadaşlarım Nebiye ile Selviye’ye yazdım.

Sıra, tam sana gelmişti ki;

hemen o ara Muhsin Bey elinde kartlarla gelmesin mi!?

Kısacası, bizler de senin bayramını “Bilmukâbele” kutluyoruz.

Sana sevgilerimizi yolluyoruz. Kartların herkesin çok hoşuna gitti.

Çocuklarım, sizin gibi dayıları olduğu için çok şanslılar.

Tabiî ben de. Rabbime şükürler olsun.

Çocuklara yazdığın kartlar ve onlara hitap tarzın

Muhlis Âbimizin de çok hoşuna gitmiş olacak ki, bayağı güldü.

Kısacası, hoş sürprizine teşekkürler. (Allâh cc râzı olsun. Âmin)

Abiciğim; seni çok özledik.

Dileğimiz, bir an evvel memlekette bizimle olman.

Buralarda herkes iyi; senin dönmeni bekliyorlar.

Oralarda bulunmanın hakkını vermeye bak.

Gelince bize ve yeğenlerine bol bol anlatırsın.

Hepimiz istifâde ederiz.

En içten sevgilerimle…

Kardeşin; Ayşe AYDIN, Piraziz

 

Şimdi ben de meraklandım. Yeğenlerime yazdığım kartlar duruyor mu acabâ? O günkü sevecenliklerine ithâfen neler yazmışımdır, kim bilir? Onlar da, ben de görmek isterim. Lâkin, gönlün istediği her şey olmaz ki bu dünyâda sevgili yeğenler. Çünkü bu âlem fânîdir; fenâ, yâni, yokluk âlemidir bu âlem. Gurbettir. Gerçek varlık ve sıla ötede.

Orayı unutmayalım. Orayı unutturan yolu tutmayalım. Ki, Rabbim bizi rızâsında buluştursun. Hiçbir gölgenin olmadığı günde, Arşının gölgesine doluştursun. Bu minvâl üzere hepimize hidâyet ve istikâmetler ihsân eylesin. Âmin. İşte gerçek bayramımız o zaman olacaktır.

Yaklaşık 20 yıl sonra bugün de buradan yine, sizlerin, okuyucularımızın, milletimizin ve tüm İslâm Âleminin bayramını kutluyor, nicelerini daha güzelleriyle yaşamak dilek, arzu ve temennîsi, ayrıca öteden beri bayram duygu ve düşüncelerimizi yansıtan bir dörtlük ilâvesiyle berâber selâm, sevgi ve saygılar sunuyorum: (6.12.08)

HASRET

Müslümanlar dardadır, varlığa hasrettir hep

Zillet çukurundadır, dirliğe hasrettir hep

Mazlumlar âhı için nasîp eyle YâRabbî

Gerçek bayramlarımız, birliğe hasrettir hep…

N.K.


Haz`15
18
AKROSTİŞ YAZILARI-2
AKROSTİŞ YAZILARI

Yorumlar(0)

HANGİSİ DAHA ÇİÇEK?

 

                   1980’in Ocak ayında başladım göreve. O yıl kış çok çetin geçiyordu. Okullar sık sık tatil edildi bu yüzden. Zaten, yarıyıl tatili de yakındı. Dolayısıyla göreve fiilen 2. yarıyıl başladığımızı söylememiz mümkün. O günler, ilk heyecanla soğuğun, üstüne üstlük bir de gurbetin elele verip elimizi ayağımızı titrettiği günlerdi. Ama o günler, tıpkı çocukluğumuzda, tamamen ıslanana, elimiz ayağımız uyuşana kadar karlarda yuvarlandığımız günler gibi heyecan verici ve güzeldi.

                   Öğretmenliğimin ilk yılı. Stajyer olmanın ötesinde, daha görevin rahatlığına kavuşmuş değilim. Sıkıntılıyım. Çocuklar afacan. Trakya çocukları, Anadolu’ya göre çok daha rahatlar. Serbestler. Biz, öğretmen de olsak, netîcede Anadolu çocuğuyuz. Âileden aldığımız ve eğitim sürecinin kazandırdığı terbiye, biraz da yaratılıştaki çekingenlikle birleşince sınıflar bizim için zorlu ortamlar olabiliyordu zaman zaman.

                   İdeolojik tablo da bize yardımcı olacak nitelikte değildi. Öğretmenlerin geneli de yerli ve ideolojikti. Hem zengindiler, hem de solcu! İş, buralarda olduğu ya da anlatıldığı gibi değildi. Doğrusu buna pek anlam veremiyordum. O zamanların söylemlerine göre sağ yelpâzede yer almaları gerekirken tam aksiydiler yâni. İçlerinde militan denilebilecek derecede fanatik tavırlı olanlar vardı. İnançsızlıklarını pervâsızca dillendiriyorlardı. İnançsızlıklarının gözükaralısıydılar. Sağ yelpâze örnekleri parmakla gösterilecek kadar azdı. Din dersi öğretmenleri doğal olarak îmâlât hatası konumundaydılar. O yıl gerçekleşen 12 Eylül darbesi de pek bir şey değiştirmemişti. Çünkü, insanların genlerine işlemişti düşünceleri. Karakterleri olmuştu.

                   Din Dersi seçmeliydi. Erbakan-Ecevit döneminde bir de Ahlâk Dersi konulmuştu. Çocuklar din öğrenmiyorlar bâri Ahlâk diye bir şeyin varlığından haberdâr olsunlar diye. O zamanlar buna karşı, ülke çapında büyük provakosyonlar yapılmıştı. Çeşitli bahânelerle gösteriler düzenlenip Ahlâk kitapları yırtılmış ya da yakılmıştı. Tüm ülke benzer gösterilerle çalkalanmıştı. Ama, sürtüşmeler de, tartışmalar da, bunun yanında ve bu şartlarda her iki ders de devâm ediyordu.

                   Ben, bâzı sınıflara Din Dersi’ne, bâzısına da Ahlâk’a giriyordum. Aynı sınıfa her ikisine de girdiklerim oluyordu. Bir Fen sınıfı vardı, iyi hatırlıyorum. Fen A sınıfı. Seçme bir sınıf. Ahlâk Dersi mecbûrî olduğu için herkes giriyor, Din Dersi’ne gelince sâdece bir kişi seçtiği için öğrenci sayımız onunla sınırlı kalıyor, diğerleri orada burada boşa vakit geçiriyorlardı. Düşünün, yarının en önemli mevkîlerini işgâl edecek olan bu seçme gençler dinden diyânetten uzak bir iklîmde tutulmaya özen gösteriliyordu. Bu gün işte böyle yetiştirilen o nesillerin sıkıntısını çekiyor millet. Milletin dînini bilmeyenler dilinden nasıl anlayacaklar ki?

                   Ahlâk dersine girmek yeterli olsa iyi! Bir defâsında dersten çıktım, öğretmenler odasına doğru gidiyorum. Demokrat görünen, gûyâ bizimle de ilgilenen, yerli ve ileri gelenlerden, pürosuyla, foteriyle karizmatik takılan, gûyâ babacan imajlı bir öğretmen koridorda yanıma yaklaşarak nasihatvârî;

-          Hocam, Ahlâk Derslerinde hep dinden örnek veriyormuşsunuz. Din ayrı şey, ahlâk ayrı şey! Biraz bilimsel olmanız lâzım! Vs. bir şeyler sıralayıp durdu. Daha başta işin önünü almaya çalışan bir edâyla. Benim de, yüksek okulda hazırladığım bâzı bilgi fişlerim tevâfukan yaka cebimdeydi. Hemen onları çıkarıp göstererek;

-          Beyefendi, bilimsellikse işte burada. Bak, biz konularımızı bilimsel olarak işliyoruz. İşte fişler dedim. Orada ahlâkla ilgili batılıların sözleri de vardı. Onlardan da örnekler vererek, dinle ahlâkın ayrılamayacağı konusunu îzâha çalıştım sohbetin devâmında.

                   Bu zâtın tavırlarından ilhâm alarak yazdığım bir dörtlüğü buraya yazmak isterim:

İBRET

“Küçük dağları ben yarattım!” der gibiydi

Bakışları tepeden; sanki, yer gibiydi

İnanmıyordu belki ama, o da gitti

Gidişi ibretti; seyre değer gibiydi…

Biz oradayken hayâttaydı. Çok sonraları öldüğünü duydum. Benzer tartışmalar dışında bir kötülüğünü görmedim. Kötülüğü kendine ve çevresineydi. O da centilmence! Ne diyeyim bilmiyorum. Toprağı bol olsun.

                   Her neyse. Bizim için önemli olan öğrencilerdi. Onlarla aramız iyiydi. Bir şeyler vermek için elimizden geleni yapıyorduk. Onların sıcaklığı tüm sıkıntılarımızın ilacı oluyordu. İçimiz onların sevgisiyle doluydu.

                   Durduğum ev okula yürüme 10-15 dakîka mesâfedeydi. Yol üzerinde, şimdi Kültür Sarayı yapılan seyrek ağaçlıklı bir alan vardı. İçinden, ayak izlerinin topraklaştırdığı, yağmurlu havalarda çamurlaşan patikadan biraz geniş bir yol vardı. Bir gün bir ilkokul öğrencisi gördüm. Elinde renk renk çiçeklerle koşuyor. Hem de uçarcasına. Kanatlanmış sanki. Bu gün bir akrostişi değil de o şiiri paylaşacağım sizlerle. Umarım beğenirsiniz:

 

HANGİSİ DAHA ÇİÇEK?

 

Küçücük bir çocuk, o  yan bu yan

Koşuyor ağaçlar arasından

Bir elinde çantası

Bir elinde rengârenk

Pembesinden

Alından

Sarısından

Bir gönül dolusu çiçek

Herhâlde;

Öğretmenine verecek

Bir, çiçeklere bakacak öğretmen

Bir de öğrenciye;

Ve,

Soracak ister-istemez

“Hangisi daha çiçek?” diye…

 

GÜNLER HEP BÖYLE GEÇMEZ

 

Bu gün sizlere, şimdi Kur’an Kursu Hocası olarak görev yaptığını öğrendiğim bir öğrencimizin, Bulancak İHL’den okulumuza naklen geldiği yıllarda yazmam için bana verdiği Hâtıra defterine serdettiğim  akrostişli yazıyı sunuyoruz. Umarız beğenirsiniz. Öğrencimize âile ve görev hayâtında mutluluk ve başarılar diliyor, sizleri mezkûr cümlelerle baş başa bırakıyoruz. Yazı şöyle:

Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm

 

Değerli öğrencimiz;                                                                                 10.03. 1994,Ordu

 

                   Bana ayırdığın bu kıymetli sayfalara, birer âyet, hadis ve vecîzeyle başlamak istiyorum. Ki bunlar, derslerde okuduğumuz kimya, ya da matematik ya da fizik formülleri gibi, uygulandığında insanı sonsuz mutluluklara ulaştıracak hayât düstûrlarıdır:

İnsanlara iyiliği emrediyor da kendi nefsinizi unutuyor musunuz?

Oysa siz, kitabı da okuyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?

Bakara 44

“Ey insanlar! Selâmlaşınız. Yemek yediriniz. İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılınız.

Selâmetle Cennet’e girersiniz.”

Hadîs-i Şerîf

“Her kim edebden mahrum kaldı; cümle hayırlardan mahrum kaldı!”

İbn-i Atâ

                   Anlıyoruz ve biliyoruz ki, ilk insandan bu yana gelen ve kıyâmete kadar sürüp gidecek olan olayların özü Hak-Bâtıl Mücâdelesi’nden ibârettir. Hak çizgisi enbiyânın, evliyânın, ulemânın çizgisidir. İmam-Hatipli olmakla Yüce Mevlâ bize hak çizgisini nasîp etti. Ne kadar şükretsek azdır. Bunun kıymeti bilinmelidir. Her nîmetin bir de külfeti vardır elbette. Bu nîmet herkese nasîp olmadığı gibi, kolay da değildir. Gerekleri, yükümlülükleri, büyük sorumlulukları vardır.

                   Aziz Anadolu’muzun şehit kanlarıyla sulanmış bu mukaddes toprağında insanlarımızın sarhoş nâraları atmaları hem ecdâdımızı üzmekte hem de İslâm Âlemi’nin önünde bir engel oluşturmaktadır. İnsanlarımız sarhoşsa, bu milletimizin, dolayısıyla ümmetin başı hoş değil demektir. Bu bakımdan bizlere çok hassas ve önemli görevler düşmektedir. İçki, kumar vs. gibi ahlâksızlıklarla kesin mücâdele içerisinde olmalı, hem şahsımızda, hem âilemizde, hem de çevremizde kötülükleri azaltmaya, iyilikleri çoğaltmaya gayret etmeliyiz. Bu hem kişisel, hem de toplumsal sorumluluğumuzdur.

                   İslâm Âlemi’nin durumu mâlum. En çarpıcı örneği Bosna’da görmekteyiz. Sözüm ona uygar Avrupa’nın, girmek için can attığımız AB devletlerinin tam orta yerinde bu denli acımasızlık hangi kriterlerle îzâh edilebilir. Adları, sanları ne olursa olsun batının, doğu halklarının göz yaşına bakması söz konusu değildir. Hele bir de müslümansanız, ne yaparsanız yapın, derdinizi anlatamazsınız. Öyleyse, kadınıyla erkeğiyle hepimize çok büyük görevler düşüyor. Hayat îman ve cihaddan ibârettir. Nefsimizle nefesimizle ve de tüm hevesimizle! Zîrâ zaman, hevâ ve hava zamânı değil; dâvâ zamanıdır.

                   Bu gerçekleri bizler kadar sizlerin de bildiğine inanıyor, netîce îtibârıyle rızâsını kazanacağınız hayırlı, uzun bir ömrü size bahşetmesi niyâzıyla,“ Allâh’a emânet olunuz” diyor, bir akrostişle sözlerimi tamamlıyor, duâlarda ara-sıra da olsa hatırlanmayı umuyorum.

 

AKROSTİŞ

Günler hep böyle geçmez; gün gelir geçmez olur

Ömür kuşu yorulur, kanatlar açmaz olur

Nefesleri daralır yarış atlarımızın

Üfür üfür esse de ciğerler içmez olur

Lûtfun en güzeline erdirdi Yüce Mevlâ

Allâh dilemezse kul Hak yolu seçmez olur

Kirlenmesine böyle göz yumarsak vatanın

Turnalar, güvercinler ufukta uçmaz olur

Atılmazsa iyilik tohumları toprağa

Yurdu dikenler kaplar, yollar hep açmaz olur

O, nursuzlarla olmak, onursuzluktur bence

Rabbin rızâsın güden şer dostlar biçmez olur

Dâim kötülüklerle, kötülerle yaşayan

Umursamaz zamanla, çirkeften kaçmaz olur

Dâimâ şükür YâRabb, İmam-Hatipli olduk

Allâh’ını bilmeyen, yüzden nûr saçmaz olur!

 

Öğretmenin:Nûri KAHRAMAN

Ordu İmam-Hatip Lisesi

 

KARNEDEKİ KİTAP

 

                   Geçtiğimiz cumâ günü ilk ve orta dereceli okulların 2007-2008 öğretim yılının son günü, yâni karne günüydü. Serde öğretmenlik var ya; bir-kaç okula uğradım. Çocukların heyecanını gözlemledim. Tören yapılan okullardaki koşuşturmalara şâhit oldum. Programları tâkip ettim. Gençlerdeki genel coşku ve sanatsal kâbiliyet gözden kaçacak gibi değildi. Sunumlar, folklor gösterileri, şarkı-türkü icrâları gâyet güzeldi. Ana okullarından düz, genel, Anadolu ve meslek liselerine kadar bütün okullarda, kep fırlatma seremonileri tüm gayr-i millîliğine rağmen gelenekselleşmişti. İstiklâl Marşı, böyle günler için ciddî kaçıyor olmalıydı ki, dans formatına uygun düştüğünden olsa gerek, daha çok 10. yıl marşı okunuyordu resmî müzik bağlamında. Ordu Belediyesi’nin açılış törenlerinde Bülbülderesi’nde yankılanan 10.yıl marşı, yöremizde dereler yukarı aktığı için deniz yerine tersine akmış, her tarafta filiz vermişti. Okulları dolaştığınızda bunu gözlemlemeniz mümkün. Yeğenimin mezûniyet töreni için gittiğim Atatürk Lisemizde Akşam ezanının peşinden 10. yıl marşı Ordu Devlet Hastânemizin duvarlarından dönüp tekrar kulaklara uğruyordu. Onun peşinden vur patlasın, çal oynasın. Müzikler, haykırışlar, ardından havâî fişekler. Gençlerin sevinç, heyecan ve coşkusu görmeye değerdi. Yüce Mevlâ cümlesinin sevinç ve coşkusunu dâim, yol ve bahtlarını açık, sonsuz yürüyüşlerini de aydınlık eylesin. 

                   Öğleye yakın saatlerde İmam-Hatip Lisesi’ne geldim. Burası 7 yıl öğrenci olarak okuduğum, 16 yılı aşkın bir süre öğretmenlik yaptığım ve hem de emekli olduğum yer. Şöyle-böyle, 50 yıllık ömrümüzün yarısı orada geçmiş anlamına geliyor bu. Gönlümüzse hep orada zâten. Çünkü, orası bizim hamurumuzun yoğrulduğu yer. Millî-mânevî anlamda ne gibi kazanımlarımız varsa tüm bunların şekillendiği yerdir Ordu İmam-Hatip Lisesi. Öncelikle, tüm olumsuz telkinlere rağmen beni buraya veren anne-babama her zaman duâcıyım. Tekrar okumam gerekse kendi isteğimle kendi adıma tekrar orada okumayı isterim. Çünkü insanın dînini derinlemesine öğrenmesi her bakımdan avantaj. Dînin de hep birlikte, coşkuyla öğrenileceği yer de okul. Sonra öğrenirim demek işi şansa bırakmak olur ki, her babayiğidin kârı değil. Çünkü, hayâta atılınca zaman ayırmak çok zor. işte şimdi, kitap okumaya ne kadar zaman ayırabiliyoruz ki?! Bu anlamda kendimi şanslı kâbul ediyorum. Tabiî, bir o kadar da sorumlu. Yüce Mevlâ cümlemizin sonunu hayırlı eylesin. Âmin…

                   O gün, cumâ da olması hasebiyle orada, Ordu İHL’de bulunma ihtiyâcı hissettim. Ayrıca, emekli olduğum zaman Hazırlık sınıflarında okuyan ve dolayısıyla aynı sınıfta birlikte ders yaptığımız son öğrencilerim mezun oluyorlardı. Onlar, tanıştığımız son öğrenciler. Aynı sınıfın havasını teneffüs etmediğiniz öğrenciler sizin daha önce burada görev yaptığınızı bilseler de aslâ öğretmen-öğrenci sıcaklığı oluşması mümkün olmuyor. Nitekim okula gittiğimizde eski öğrenciler koşuşup gelirlerken, yeniler yanımızdan geçip gidiyorlar öylesine. Böyle olması da çok doğal ve hepimizin bulunduğu her türlü konum ve çevrede yaşadığı sosyal vâkıa da bu. Biz de, öğrencimiz olanlara doğrudan selâm verirken, diğerlerinin ilgisine bağlı oluyor merhabalaşmamız. Her neyse…

                   -     Hocam, nerdesiniz yâhu. Özlettiniz kendinizi. Bu sene yarışma da düzenlemediniz. Ne güzel, bol bol kitap kazanıyorduk.

                   - Bunlar ne çocuklar? Karne değil mi? Bir bakayım!

                   - Buyurun hocam.

                   - Hani bunlarda kaç kitap okuduğunuz yazmıyo!

                   Öylesine, espri mâhiyetinde o an dilimden dökülen bu cümleyi daha sonra düşündüm. Gerçekten, ders notu  gibi, ciddî bir gözlemleme ile, kitap okuma konusunda da bir not düşülemez mi karnelere? Türk Klâsikleri, Doğu Klâsikleri, Batı Klâsikleri gibi kitap türleri belirlenerek. Bal gibi de olamaz mı? Neden olmasın?

                   Yeğenim KübrâNur başta olmak üzere bir çok öğrencimiz etrafımı çevirdiler. Hâtıra fotoğrafı çekinmek istediler. Öğretmen arkadaşlarla hasbihâlden sonra erkek öğrencilerimizle berâber Cumâ Namazına gittik. Eskiden olduğu gibi, İHL Tatbikât Câmiinde yine hep berâber namaz kılmanın mânevî hazzını yaşadık.

                   İkindiden sonra telefonum çaldı. Pansiyonda kalan öğrenciler okul dağıldığı için dışarıda yemek yiyeceklermiş. Mâlum, üniversite imtihanından dolayı burada kalmak durumundalar. Yurtta da yemek çıkmıyor artık doğal olarak. Beraber bir arada bulunmaktan memnun olacaklarını belirttiler. Gittim. Güzel oldu. Yemekten sonra da dondurma yedik birlikte. Ben, yeğenimin mezûniyet törenine katılacağımı söyleyerek izin istedim. Hep birlikte kalktık. Şimdi onlar ümitlerinin yolundalar. Yüce Rabbim umduklarına nâil eylesin. Dünyâda da, ukbâda da yâr ve yardımcıları olsun. Onların, bizlerin; hepimizin…

                   Sözü bayağı uzattık. Kısa bir akrostişle bugünkü yazıyı bağlıyor, öğrencilerimize bundan sonraki hayâtlarında hayırlı üstün başarılar, bereketli ömürler diliyor, selâm, sevgi ve  saygılar sunuyorum.

-AKROSTİŞ-

 

Allâh hayr’eylesin cümlemizin sonunu

Karnemizde notlar hep iyi olsun

Rızâsına erdirsin lütf u keremle

Okuyanlar okunacak Kitab’ı bulsun

Sırât-ı Müstakîmdir gidilecek yol

Tâki insanoğlu, ateşlerden kurtulsun

İslâm’a teslim olanlardan kıl YâRabb

Şefâate, işte böyle erenler gülsün…

 

 

KINALAR, DÜĞÜNLER;

GEÇİP GİDİYOR GÜNLER!..

 

                   Geçtiğimiz Cumartesi akşamı biri düğün, birisi kına olmak üzere iki cemiyete katıldık. Her ikisiyle de, öğrencilerimiz olmaları dolayısıyla ilgiliydik. İkincisiyle komşuluk bağımız da var. Böyle bir ilgi ve bağlantı olmasa bile, dâvet edilen her yere gitmeye çalışıyoruz elimizden geldiği kadarıyla. Çünkü bu hem dînimizin, hem töremizin, hem de insan olmanın bir gereği. Hayât insanlarla yaşanınca güzel. Mutluluklar da, hüzünler de paylaşılınca anlam kazanıyor.

                   Hâlen Ulubey-Belenyurt Câmii İmam-Hatipliği görevini yapan, aynı zamanda öğrencimiz olan Muhammed DUMAN Hoca’nın kız kardeşi, vakıf faaliyetlerimize çok katkılarda bulunan Meryem Hanım Kızımız’ın Güzelordu Salonu’ndaki düğününe uğradık önce. Epey bir süre orada kaldıktan sonra köyden komşumuz, Emniyetten emekli Ahmet ULUSOY’un kızı Cânan Hanım Kızımız’ın Umut Hastânesi arkasındaki evlerinin önünde icrâ edilen kına merâsimine katıldık. Tüm köylü komşularımız oradaydı hemen hemen. Bu tür merâsimlere katılmak bu anlamda iyi oluyor. İnsanlar bir birini unutmamış oluyor. Komşuluklar, dostluklar, hâtıralar tâzeleniyor. Köy, kök ve toprak şuuru güçleniyor. O akşam da öyle oldu. Düğün için İstanbul’dan gelenler de vardı.

                   Kınada, hem de çarşının ortasında güzelim köy usûlüyle yahnili, keşkekli, tatlılı, börekli zengin bir yemek ikrâmı da yapıldı. Köyden komşuların imece usûlüyle yardımlaşarak ve şakalaşarak tam bir düğün havası estirmeleri bizim milletimize has özelliklerden olarak o akşam en güzel örneklerinden birini sergiliyordu. Yatsı ezanı okundu. Namaza gidenler geldiler. Yemek ikramı devam ediyordu. Bir yanda sohbetler kaynıyordu. Hasretler gideriliyordu. Siyâsetten ekonomiye açık oturumlar icrâ ediliyordu. Bir yandan da kınacılar kendi âlemlerine dalmış gidiyorlardı.

                   Derken, köyden kına getiren erkek tarafı,  kafasının üstünde ışıklı bir tepsi olan bir vatandaşın öncülüğünde(!)  mevcut hengâmın tam ortasına daldılar. Kalabalık yeniden hareketlendi. Dikkâtler oraya toplandı. Dâmat da yakışıklıymış hani! Meraklı gözler biraz oralarda dolaştıktan sonra, kenarlardaki sohbet âlemleri kendi mecrâsına döndü tekrar.

                   Erkek evinin köyde yaptığı düğünde iki davul varmış. Ancak buraya gelmelerine müsâde edilmemiş. Belki de şehirde uygun olmaz diye, bilmiyoruz. Aslında, eğer çalgı olacaksa ve bir tercih söz konusuysa, davul hem geleneksellik hem de gürültü bakımından mevcutlardan daha uygun gözüküyor. Yüksek sesli kolonlar gerçekten yer yer çok rahatsız edici olabiliyor. Neredeyse kulakları patlatacak gibi oluyor. Neyse, iş oraya varmadan, kınalar kız tarafına tevdî edildi. Biraz daha oyunlar oynandı. İkramlar yapıldı. Gelenekler yerine getirildi. Köyden gelenlerin peşinden bizler de oradan ayrıldık.

                   Sabah da, yine köyden komşumuz olan erkek evi tarafının düğününe katılmak üzere Eymür’e gittik. Düğün çok kalabalıktı. ULUSOY âilesi gibi, bu âile de çok sevilen, çalışkan, helâlinden kazanmaya azamî gayret gösteren, tüm fertleriyle edepli insanlardan oluşuyor. Balcı Zeki kardeş çocuklarına hem dînî, hem de dünyevî ilimleri vermeye çalıştı. Bugün evlendirdiği ve bizim de İmam-Hatip Lisesi’nden öğrencimiz olan oğlu Serkan köyümüzün ilk hâfızı olmasının yanında, hakîkâten ağırbaşlı, edebli, olgun bir delikanlı.

Örneği günbegün azalan, millet olarak çok muhtaç olduğumuz, yüzü kızaran cinslerden. Hâfızlık ve okul yanında, yazın doğulara arı götürürken Allâh ona bir yandan da İlâhiyât Fakültesi’ni bitirmeyi lûtfetti. Allâh sayılarını artırsın. Çukurova Üniversitesi’nde okurken, bu arada staj için Ürdün’e de gitti. Duyduğum kadarıyla, göreve atandıktan bir müddet sonra gittiği ve kısa dönem yaptığı askerden yeni dönmüş. Mesûdiye’nin Üçyol Beldesi’nde İmam-Hatip olarak görev yapıyor. Düğününe ta oradan bir otobüs dolusu dâvetli gelmişti. Çok az görev yapmasına rağmen kendisini sevdirmiş. Oradan gelen yaşlı-başlı amcalar, onun onlara yaptığından daha çok hürmet ve sevgi gösteriyorlardı Serkan’a. Ne mutlu!

                   Düğünü de çok güzel oldu. Hasan KAHRAMAN düğün kâhyâsıydı. Osman KARACA da Ombudsman! Pardon, Hediye faslı takdimcisi! İkisi de görevlerini esprilerle süslediler. Düğüne renk kattılar. Her şey güzel cereyân etti. Her şey, özellikle böyle günler eşle, dostla güzel. Sözün özü, Eymür Köyü, 25 Mayıs’da müstesnâ günlerinden birini daha yaşadı. Yüce Rabbim örneklerini çoğaltsın!

                   Bu vâdîde, daha çok şeyler söylenebilir. Âile ve evlilik konusu ülkemizin en önemli konusu bence. Ancak, sözü uzatmak istemiyorum. Yüce Rabbim, İslâm Dünyâsı’na asırlarca öncülük etmiş aziz milletimize böyle yetişmiş, olgun, ağırbaşlı, eğitimli, anlayışlı, edepli eşlerden oluşan nice âileler kurmayı nasip eylesin. Bir birine çok münâsip bu iki güzel gencimize, hayırlı, uğurlu, uyumlu ve maddî-mânevî anlamda verimli âile yaşantıları, sonsuz mutluluklar nasîp eylesin.

                   Sevgili gençlerimizi ve âilelerini kutluyor, hep birlikte nice mutlu günler yaşamalarını, sonsuzlukta da güzellikler ve nîmetlerde buluşmalarını dilerken, kendilerini bir akrostişle selâmlıyor, zaman zaman duâlarda yer almak temennîsiyle selâm sevgi ve saygılar sunuyorum:

 

            CÂNAN İLE SERKAN

 

Cânan’ı duyar duymaz vermiş karârı Serkan

Âşık olurmuş zâhir, kulaklar gözden evvel

Neylesin, zaman gelmiş; canlara cânan gerek

Aynını yaşadılar gelenler bizden evvel

Nerede, nasıl çıkar bilemezsin karşına

İlâhî bir kaderdir; yokuştan, düzden evvel

Lûtfudur Yüce Rabbin eşler biribirine

Emânettir demeli; nizâdan, nazdan evvel

Serkan Bey, Cânan Hanım; oldular bir âile

Evlilik sabır ister; sözden ve cazdan evvel

Rabbim mutlu eylesin, hem dünyâ hem ukbâda

Kâlpler zengin olmalı, çoktan ve azdan evvel

Allâh’ın lûtfu size böyle güzel evlilik

Nîmete şükretmeli, nazdan, niyâzdan evvel!..

 

 

DİLEK ÇİÇEKLERİ

 

Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm

 

Es’Selâmü aleyküm ve Rahmetullâh    12 Mayıs 2005

 

                   Değerli öğrencim;

                   Hâtıra defterinize yazacaklarıma, hepimiz için sonsuza kadar ışık olacak, dünyâ ve âhiret hayâtımızın mutluluk iksîrini içeren kutlu sözlerle başlamak istiyorum:

 

“Kıyâmet alâmetlerinden bâzıları;

İlmin kaldırılması,

Bilgisizliğin yayılması,

İçkinin çokça içilmesi

ve

Zinânın açıktan yapılması!”

HADİS

“Âlimler, peygâmberlerin vârisleridir.”

HADİS

                   1.Hadisin anlam ve mesajı çok açık: Bugünkü toplumumuzda, sayılan bu maddelerin hepsi de fazlasıyla var. Hepsi de kanserojen maddelerden çok daha tehlikeli. Hem bizim için, hem toplum için, hem ülkemiz hem de tüm insanlık için. Dünyâ hayâtı îtibârıyle de, âhiret îtibârıyle de! Yüce Rabbim bizleri ve nesillerimizi, tüm İslâm Âlemini bu hadîs-i şerifte işâret buyurulan olumsuzluklar ve vahim sonuçlarından muhâfaza buyursun. Âmin.

                   2.Hadis ve anlamına gelince; Âlimler tayfasına bizler de giriyoruz bu zamanda. Öyle ya, çevrene bir bak bakalım. Din konusunda senden daha eğitimli olan var mı? İmam-Hatiplinin olduğu yerde başka kim olabilir din adına üzerine görev düşen? Olmadığına göre, o çevredeki vâris, yâni din âlimi sensin demek ki! Bu bizim için bir şeref ve büyük mazhariyet. Lâkin, hakkını verebilene ne mutlu! Yüce Rabbimiz bu şuurla yaşamayı ve başarılı olmayı hepimize nasîp eylesin!

                   İlmin kaldırılması ve bilgisizliğin yayılması konularına vurgu yapan1. Hadîsi de göz önünde bulundurunca, ikisini bir arada değerlendirdiğimizde, vâris olduğumuz gerçeğinden kaçamayacağımıza göre, üzerimizdeki yükün ağırlığını hesaplamaya bugünün hesap makinelerinin kâfî gelmeyeceği, diğer bir ifâdeyle, bu hesabın dilinden anlamayacağı açık! İşin ciddiyeti ortada. Allâh bize acısın ve vârisliğin hakkını verme husûsunda yardımını esirgemesin inşâllâh…

                        Dilek ÇAKIR Kızımızın bunun şuur ve farkında, aynı zamanda çevresinde bu görevi îfâ edebilecek şahsiyet, husûsiyet ve kâbiliyete sâhip olduğuna inanıyor, kendisinin hayâta bakışının hep böyle tebessümle devâm etmesi, sonucunun da ebedî saâdet olmasını diliyorum. Kendisini, adına yazdığım bir akrostişle uğurlarken, Yüce Rabbimizden sırât-ı müstakîm üzre, bereketli gayretlerle dolu hayırlı uzun ömürler niyâz ediyor selâm ve sevgiler sunuyorum:

-AKROSTİŞ-

Derdimizi anlatabildik mi bilmem

İçimizde dâim güzel dilek var

Lûtfetti Yüce Rabbim bizlere

Ebediyet yolunda çarpan yürek var

                       ***

Kimler öğrettiyse, Hak râzı olsun

Çıktığı yollarda saâdet bulsun

Allâhım ne olur nesil kurtulsun

Kuyu kazan sonsuz kazma-kürek var

                       ***

Işıksız, karanlıkta kılmak isterler

Rûhumuzu söküp almak isterler

Dînimi-diyânetimi silmek isterler

İnsanları îkâza mutlak gerek var

                       ***

Lâyık olmalıyız verilenlere

Erişmek için Hz. Peygâmbere

Komşuluk nasîp et Rabbim bizlere

Çâresiz, sâhipsiz boyun bükmek var

                       ***

Allâhım, yardım et; koru sen bizi

Kaymadan, sapmadan gidelim izi

Işıtsın İmam-Hatip, yine ülkemizi

Rûhsuz gidişlerde, eyvâh demek var!

                       ***

Sevgi ve mutluluk doğuyor nerden

Elbette Allâh’ın dediği yerden

Lâmbanın ışığı hangi eserden?

                                    Âlemden nasipsiz gelip geçmek var

                                                           ***

Merâmım bir mesaj akrostişlerde

İlim-irfan yaşatılmalı düşlerde

Lâf değil icraat olmalı işlerde

En son, emânetten hesap vermek var!...

 

 

 

GEVEZE, GÜRCÜ, HIRÇIN!

 

                   Dilek ÇAKIR kızımızın hâtıra defterine DİLEK ÇİÇEKLERİ’ni yazdığım sayfanın yanında ilginç, ilginç olduğu kadar da özgün ve sevimli bir metinle karşılaştım. Bugün, arkadaşlar arasındaki muhabbete ve okullarımızın arkadaşlık ve sevgi ortamlarına örneklik teşkil etmesi bakımından, bir okul ve sınıf arkadaşının diğerine yazdığı samîmî ifâdeleri sizlerle paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki sizler de bu cümlelerde çocukluk ve gençlik yıllarınıza gidecek, o çağların dost sıcaklığını bulacaksınız. Yüreğinizde şimdi her biri bir tarafa dağılmış arkadaşlarınızın hâtıralarının ılıklığını hissedeceksiniz! Yazı şöyle:

 

                   Çakır gözlüm benim;

Eveeeet, geldik bir programın daha sonuna. Pardon, su gibi akıp geçen 4 yılın sonuna.

Acı, tatlı, mutlu, eğlenceli geçen dört yıl. Koskoca dört yıl ne çabuk geçti, değil mi?

Okula başladığımızda, nasıl geçecek dediğimiz kocaman dört yıl!

Geriye dönüp bakıyorum da; güzel günler geçirmişiz be Çakır’ım!

Hiç farkında olmadan birbirimizin gönlüne nasıl da yer etmişiz?

Şimdi nasıl kopacağız?

Allâh(CC)a binlerce şükür ki senin gibi, sizler gibi arkadaşlarım oldu.

Bunca güzellik, bunca iyi insan!

Acabâ ben bunları gerçekten hak ediyor muyum diye düşünüyorum!

Bu okula gelene kadar içten seven, yüzü kâlbiyle gülen böyle arkadaşlarım olmamıştı.

Allâh (CC) hepinizden ayrı ayrı râzı olsun…

                   Çakır’ım be, özleyeceğim seni!

Senin gibi biri nasıl özlenmez ki!?

İnan, içimdekileri bu deftere dökemiyorum.

Bunun için defterler, kalemler yetmez!

                   Yaa, bi tânesin be Çakır’ım!

Benim için yaptıklarını hiç unutmayacağım! Çöpçatan arkadaşım benim!

İleride gazeteci olursan hiç şaşırmayacağım! Neyse,işin gırgır ve muhabbeti bu!

Bilerek ya da bilmeyerek seni zaman zaman üzdüğümün, kırdığımın farkındayım.

Kusura bakma. Hakkını helâl et.

Bu düşüncesiz arkadaşın, bâzen, bâzı şeyleri düşünemiyo işte!

Bu cümleyi okuduktan sonra, “Hiç şaşırmadım!” diyeceğini tahmin ediyorum.

                   Çakır kardeşim:

Birbirimizi rahat bırakmayalım olur mu? Arayıp soralım!

Düşünsene; o kadar sene canciğer arkadaş olup da daha sonra birbirini görünce selâm bile vermeyen nice insan var. Ne kadar acı değil mi?

                   Biz onlardan olmayalım be Çakır’ım!

Sana bi şekilde ulaşamadığım zamanlar olsa bile hep içimde olacağını sakın unutma! Hepinizin şu gönlümde ayrı ayrı yerleri var.

Seni çok sevdiğimi ve dâimâ seveceğimi biliyorsun.

Sen de aynı şeyleri düşünüyorsundur umarım.

İleride bir gün;

                   “Benim bir arkadaşım vardı; geveze, gürcü, hırçın(senin tâbirinle…) bir arkadaş…”  diye beni hatırlar mısın bilmem!?

                   Yaa, Çakır’ım.

İnsanın içindekileri bir kâğıda dökmesi o kadar zor ki!

Bir de, bâzı şeyler kâğıda dökülmez, değil mi?!

Onun için, yazdıklarımı okuduğunda, “Sâdece bu kadar mı?” deme sakın!

Yazım için de kusura bakma. Şu an ellerim titriyo inan ki!

Duygularım yoğun. Heyecanlıyım! Öyle ya, ayrılık vakti bu an!

Can-ciğer dostların ayrılığı kolay şey mi?!

Yukarıda da belirttiğim gibi, bir programın sonuna geldik.

Ne yazık ki, o programı bir daha izleyemeyeceğiz! Yaşayamayacağız!

Şimdilik yazacaklarım bu kadar.

Dileğim; bundan sonraki hayâtında başarı, mutluluk, sağlık peşini hiç bırakmasın!

Cenâb-ı Allâh yâr ve yardımcın olsun. Unutulmamak ve hep hatırlanmak dileğiyle…

                   Hoşça kal Çakır arkadaşım!...

 

                   11.05.2005/Çarşamba

Gezgiç arkadaşın Nurşen

 

                   İki arkadaş arasındaki bu içten diyalog ve muhabbet bir akrostişi daha hak etti değil mi, sizce de?! Diğerini, DİLEK ÇİÇEKLERİ adlı akrostiş yazısında daha önce vermiştim. Sevgili öğrencilerimizin hakîkâtli muhabbetlerinin sonsuza dek sürmesi dileğiyle tekrâr sevgi ve saygılar sunuyor, her ikisine de iki cihan saadetleri temennî ediyor, sizleri bu 2. akrostişle baş başa bırakıyorum:

                                   AKROSTİŞ

Dört yıla şöyle bir bakınca şimdi

İçimize işlemiş yer görüyorum

Lütuflara şükür edâ etmeyi

Elhâk, doğrusu zor görüyorum

Kandiller tutuştu yüreğimizde

Çerağlar yakıldı; kor görüyorum

Anladık hayâtın hakîkâtini

Kimseyi ne hakîr, hor görüyorum

Işığımız Kur’ân; sönmez aslâ, hiç

Rasûlün izinde nur görüyorum

Ardına düşmüşüz Hak kervanının

Sahabeyi ümmete yâr görüyorum

Elhamdü lillâhi alâ külli hâl

Leylâ var; Mecnûnlar var görüyorum

Âşıklar “ leylâ, leylâ!” derken, Mevlâyı bulur

Mecrâlarını, -inşâllâh- lâlezâr görüyorum…

 

 

GELİN OLDUN DA GİDİYORSUN HA KIZ!

 

Allâh’a şükür, tüm olumsuz gayretler ve manzaralara rağmen ülkemizde evlilikler çığ gibi. Yaz boyu yoğunlaşan düğünler diğer mevsimleri de neş’esinden mahrûm bırakmıyor elhamdülillâh.

 Evlilik başlıbaşına bir konu. Îmandan sonra, en hassas meselelerden biri. Her evliliğin, toplumun temellerine atılan bir perçin mesâbesinde olduğunu söylemek mümkün rahatlıkla. Lâkin, evliliğin mânevî boyutuna yabancı kalan nesiller, onu bir romantik olay, ya da ekonomik ortaklık olarak algıladıkları için, kurarken de, yaşarken de, boşanırken de ölçüleri hep ölçüsüzlük oluyor.  Hattâ, çoğu defâ, nikâh boyutu hiç değerlendirilmeye tâbî tutulmayan bir paylaşım ve birliktelik olarak görülüyor.

 Zamanımızdaki boşanmalar ve sebepleri de bu bağlamda yorumlanmaya açık çok derin bir konu. Kanayan ve oluk oluk akan bir yara. Ancak biz, “Nikâh benim sünnetimdir. Kim ondan yüz çevirirse bizden değildir!” diye buyuran bir Peygâmberin ümmetiyiz. Her zaman nikâhtan, evlilikten yanayız. Ne kadar çok olursa, hem ülkemiz, hem toplumumuz, hem de gençlerimiz adına seviniyoruz.

Zaman zaman, yoğun günlerde düğünden düğüne koşmaktan yorulduğunu ifâde edenlere;

- Keşke gençlerimiz ahlâk, iffet ve nâmuslarıyla evlensinler de, biz her türlü yorgunluğa râzıyız! Şeklinde karşılık veren insanlarımızın bu esprili yaklaşımlarına gönülden katılıyorum.

           Yüce Rabbim bu müesseseyi bütün güzellikleriyle korumayı ve sürdürmeyi nasîp eylesin toplumumuza. Mevlâmız, tüm evlenenlerin yardımcısı olsun. Mutluluklarını dâim ve sonsuz eylesin.

            Bugün sizlerle, evimizde gerçekleşen ilk evliliğin duygularıyla kaleme aldığım bir şiiri paylaşacağız. Biz 7 kardeşiz. İlk evlenenimiz kız kardeşlerimizden biri oldu. Sanki bir parçamız kopuyordu. Âilemizin bütünlüğü bozuluyordu. Akışı değişiyordu.

            Bu şiiri daktiloyla yazdım. Çerçeveletip kendilerine verdim. Şiir beğenildi. Fotokopi olarak elden ele dolaştı. Bize âit olan duygular, herkesin hissiyâtının tercümânı olmuştu. İnşâllâh sizler de beğenirsiniz. Yeni kız verenler, ya da verecek olanlar mendil hazırlamadan okumasınlar! Buyurun, işte şiir:

 

BAHÇE DEĞİŞTİREN ÇİÇEĞİMİZE…

-Sevgilerle-

 

Gelin oldun da gidiyorsun ha kız

Bırakıyorsun ha bizleri yalnız!

Annen yaşlar döküp ağlamaz mı kız?

Kalanlar karalar bağlamaz mı kız?

Birlikte elele az mı oynadık?

Kış geldi soğuduk, yazın kaynadık!

Baharları bahçelere çıkardık

Çağlayan sularla biz de akardık

İnek otlatırdık yol boylarında

Tarlayı yakardık güz aylarında!

Küçük büyük, kardeşlerin koşardı

Bizimle birlikte oynar coşardı

Ağlayarak ayrılırdık kimimiz

Yine de dolardı sevinç içimiz!

Demek o günleri mâzîye verdik

Demek günler geldi, gerçeğe erdik

Ağlamakmış sonu bu gülüşlerin

Demek, gitmesi de var gelişlerin!

Gidiyorsun; günler yine geçecek

Ama bilmiyorsun, nasıl geçecek?!

Güneş de doğacak, yağmur yağacak

Yanaklarsa, göz yaşları sağacak!

Kuşlar yine ötecek bahçelerde

Hani, çiçek nerde, gül nerelerde?

Evimizde dönen uğur yok şimdi

Kanatlar kırıktır, huzur yok şimdi!

Ey gül, bahçeyi değiştiriyorsun

Gidip, her şeyi değiştiriyorsun!

Gidiyorsun; evimiz değişecek

Gidiyorsun; eviniz değişecek!

Gitme demek, bilmem olur mu söyle?

Yüce Mevlâmızın dileği böyle!

Çeyizin hazır gülüm, gidiyorsun

Başka gitmekler de var; biliyorsun!

Af dileriz, olduysa kusûrumuz

Ey göz nûrumuz, gönül sürûrumuz

Allâh’tan ebedî huzur dileriz

Hayırlı yolculuk, uğur dileriz

Git gülüm git, dünyân bereket olsun

Âhirette de mekânın Cennet olsun!..

 

Ağabeyin: Nûri KAHRAMAN

30.5.1981

ORDU

            Söz çok uzadı gâlibâ. İsterseniz bu da, akrostişi olmayan bir AKROSTİŞ yazısı olsun. Ama, hâtıra özelliği zengin. Bilhassa, yaşı 40 ve üzeri olanlar, bu mısralarda gezinirken, çocukluk hâtıralarını canlandıracaklar hayâllerinde. İnek yaydıkları, tarlalarda gevük yakıp üzerinden atladıkları, kışın kızak kaydıkları… günlere gidecekler.

            Tabiî nefesleri yeterse!...

-          Derin nefes al, tut nefesini!

 

BİR DÂVETİYENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 

Dâvetiyeyi elime aldığım ilk anda ben de yadırgamadım değil doğrusu. Yapılan işin yanlış olduğunu söylemek istemiyorum. Alışılmışın dışında bir mâhiyeti olduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Bir yakınımıza âit olduğu için de gerek dükkânlarda, gerekse evlerde, söz ve değerlendirme konusu oldu dâvetiye. Çünkü farklı bir tarzı vardı.

Kimileri okumaya çalıştı, fakat kelimelere dili dönmedi.

-          Adaaam sende! Ne gerek var böyle şeylere?

Deyip kenara bıraktı. Kimisi sabırla okudu telâffuzda zorlanarak. Ancak, bir şey anlamadığını söylemeyi de ihmâl etmedi. Konuyu değiştirdi. Tarza anlayışla yaklaşanlar bile;

-          En güzeli, uslûp neyse onu yazmak. İnsanlar böyle şeylere iltifat etmiyorlar. Bence böylesi gereksiz. Vatandaşı zahmete sokmanın âlemi yok! Şeklinde değerlendirdiler olayı.

Evet, doğru. Vatandaş hiç zora gelmiyor. Her şey kestirmeden olacak. Artık her şeyi basite alıyor. Evliliği bile. Hâlbuki, hayâtın en önemli şeyi evlilik. Onu evcilik gibi algılamak hatâların en büyüğü. Artistik bir olay olarak görmek ise insanın kendisine ve topluma yapacağı, hattâ ülkesine karşı yapacağı en büyük kötülüklerden biridir. Çünkü âile toplumun temelidir ve aslâ hafîfe almaya gelmez. Ciddiyet ister. Yaparım. Olmazsa bozarım şeklinde çocuk oyuncağı olarak değerlendirilmemesi gerekir. Bu evlenenler için çözüm olarak görülebilir ama ya çocukların durumu ne olacak? Kaderin getirdiği noktada söyleyecek söz olmaz, lâkin; işi önemsememek, Allâh’tan yardım dilememek, nikâhın kutsiyet ve ciddiyetini göz önünde bulundurmamak, mutluluğun sonsuzluk boyutunu hesâba katmamak, dînin ölçülerini aklından bile geçirmemek sûretiyle yanlış ölçülerin getirdiği noktada yapılacak olan nedir? 

 

Nev-i beşerin hayât-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zenberek

ve dünyevi saadet için bir cennet, bir melce’, bir tahassüngâh ise; âile hayâtıdır.

Ve herkesin hânesi, küçük bir dünyâsıdır

ve o hâne ve âile hayâtının hayâtı ve saâdeti ise;

samîmî ve ciddî ve vefâdârâne hürmet

ve hakîkî ve şefkâtli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir

ve bu hakîkî hürmet ve samîmî merhamet ise;

ebedî bir arkadaşlık ve dâimî bir refâkat ve sermedî bir berâberlik

ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta

birbiriyle pedârâne, ferzandan, kardeşâne,

arkadaşâne münâsebetlerin bulunmak fikriyle, akîdesiyle olabilir…

Risâle-i Nur Kiliyâtından

Sözler 97

 

Eğrekçi ve Kalpaklıoğlu Ailelerinin

Velîmesinde duâ için

Teşriflerinizi temennî ederiz.

 

Babası                                                         Babası

Fezai EĞREKÇİ                                Turhan KALPAKLIOĞLU

 

Tarih: 03 Ağustos 2008 / Pazar

Yer  :  EBUBEKİR SIDDIK CAMİİ SALONU     

Gebze-KOCAELİ

Düğünümüz Yemeklidir

 

KİMLER ANLIYOR BİZİ?...

 

BİSMİLLÂHİR’RAHMÂNİR’RAHÎM

Sevgili Mücâhit;

Hz. Enes’in (ra) rivâyet ettiği iki  Hadîs-iŞerîf’le  söze başlamak istiyorum:

“Biriniz Rabbi ile konuşmak istiyorsa, Kur’an okusun.” DEYLEMÎ

“Allâh bir kimse hakkında hayır dilerse, onu dinde bilgi sâhibi ve anlayışlı kılar.

Dünyâya değer verdirmez ve kusurlarını kendisine gösterir.” BEYHAKÎ

İnşâllâh bizler, bu hadislerin işâret ettiği kişilerden olmaya çabalar,

bu mazhariyete lâyık olma bilinciyle hareket etmek sûretiyle hem dünyâsını,

hem de âhiretini –Allâh’ın izniyle - mutluluklarla donatanlardan oluruz.

Yüce Mevlâdan sana, bu minvâl üzere hayırlı, bereketli uzun ömürler diliyorum. 

Bu duygu ve düşüncelerle,

değerli öğrencimiz, sevgili ümit çiçeğimiz Mücâhit ÖZDEMİR’imizi

hâtıra niyetine bir akrostiş şiirle selâmlıyorum:

 

- AKROSTİŞ -

4.5.04

 

                                   Seneler nasıl geçti, bir çırpıda bilmeden?

                                   Ellerimiz ayrılıyor, geldi çattı ayrılık

                                   Vedâ diyorlar buna, gerçeğin tâ kendisi

                                   Gelenler gider elbet; ve gözyaşı, hıçkırık

                                   İmam-Hatip Lisesi, mutluluklar okulu

                                   Lâkin, sevgisizlere kâlbimiz biraz kırık!

                                   İnşâllâh bir gün gelir, herkesler anlar bizi

                                   Millet bastı bağrına, uzun zamanlar bizi

                                   Üzdüler has evlâdını, millete rağmen

                                   Canlar cânı bilirken canlar, cânanlar bizi

                                   Âhımızı alanlar iflâh olurlar mı ki?

                                   Harlı duâlarına katar insanlar bizi!

                                   İmam-Hatipli olmak, ayrıcalık bilene

                                   Târife sığdıramaz, değme lisânlar bizi

                                   Özüyüz mâzîmizin; istikbâlin, irfânın

                                   Zulmedenler oldu, gerçek anlayanlar bizi!

                                   Dolaştırdılar üstümüzde en ağır süreçleri

                                   Ezim ezim ezdiler, halka kızanlar bizi!

                                   Müslümanlık kor oldu, avuçlarda taşınan

                                   İnşâllâh bir gün anlar, yanlış yazanlar bizi!

                                   Rabbimize sonsuz şükür; hidâyet verdi bize

                                   Elbet utanacaktır, yakan kazanlar bizi!

                                   Sevmeyi çok gördüler; fazîleti, ahlâkı

                                   Evine varamadan, yolda sızanlar bizi

                                   Lûtfun çoktur bizlere ey Yüce Rabbim

                                   Âhirette güler mi, hep ağlatanlar bizi?

                                   Mutluluğun yolunu öğrendik sonsuz şükür

                                   İnşâllâh Peygâmbere vardırır yollar bizi

                                   Lâkin, yaşamak gerek; bildiklerimizi

                                   Evet, işte o zaman; şefâat tutar bizi…  

                                                                                  06.05.2004

                                                                                  Perşembe

Mücâhit Bey;

Pek önemsemediğimiz şu eğitim süreci içerisinde

çok önemli kazanımlar elde ettiğinizi zaman gösterecektir size.

Misyonumuzun önemini anladığınız anda

sizler de bunu zenginleştirmeye çalışıp

hayat çizginizi güzelliklerle bezediğinizde

pırıl pırıl bir geçmişe bakma imkânınız olacaktır gelecekte.

Bu da mutlulukların en büyüğü ve

sonsuz mutluluğun kapısını aralama vesîlesidir.

Sana, her yönüyle güveniyorum.

Çok yakından tanışmış değiliz ama,

kısa zaman içerisinde üzerimizde bıraktığın intibâ budur.

Her şeyden önce, samîmiyet ve doğallığınız önemli bir özellik

ve kâlp temizliğinizin bir nişânesi.

Sana, hayat çizginde başarılar diliyorum.

Sonsuzlukta, Hz. Peygâmber’in (sav) komşuluğunda buluşalım inşâllâh!

Arada-sırada da olsa duâlarda hatırlanmak ümidiyle

Sizleri tekrar sevgiyle selâmlıyor, ebedî saâdet dileklerimle

Allâh’a emânet olunuz diyorum…

 

Öğretmenin, Nûri KAHRAMAN

Ordu İHL Mes. Ders. Öğrt.

 

ERDEM ÇİÇEKLERİ

                   Es’Selâmu Aleyküm ve Rahmetullâh     03.05.1992

 

                   Kıymetli ve kâbiliyetli öğrencim;

                   Defterinden ayırdığın sayfa için teşekkür ediyorum. Güzel şeyler yazmaktan çok, hatırlarda güzel intibâlar bırakabilmektir önemli olan. Çünkü, kritikten ziyâde örnekliktir eğitimde aslolan. İnşâllâh hep hayırlarla yâdedilmeyi, güzelliklerle hatırlanmayı, duâlardan unutulmamayı umarım.

                   Sevgili delikanlı;

                   Sizler ve bizler, ilâhî sevgi çiçeklerinin açtırılmaya çalışıldığı bir ilim ve irfan yuvasına mensup olmamızdan dolayı ne kadar şükretsek azdır. Bizler, bahar işçileriyiz. (Çaba)mız ve (çapa)mız bahar içindir. Bu çaba ve çapanın verimliliği de (çap)ımıza bağlıdır. Bu okulda yapmaya çalıştığımız çapımızı geliştirmektir. Allâh(CC) muvaffak eylesin. Ne kadar çok çiçek filizlendirirsek bahçemiz de o denli engin ve zengin olur. Dünyâdayken açtırılacak bu rengârenk çiçekler, Hak rızâsı atmosferinin bir meyvesi olacak olan hakîkî bahçenin, vaat edilen Cennet bahçelerinin habercileri olacaktır.

                   Yüce Allâh(CC) bizlere, bahşettiği bu fazîlet yuvasının ve ondan kazandığımız bilgi, görgü ve terbiyenin kıymetini anlamayı ve bunları yaşamayı, dolayısıyla sonsuz mutluluklarda buluşmayı nasîp eylesin…. Âmin…

                   Sevgili yavrumuzu bu yuvadan uçururken, kendisini, adına yazdığım bir akrostişle uğurluyor, güzelliklerde buluşmak dileğiyle sevgi, saygı ve selâmlarımı sunuyorum.

                   Allâh’a(CC) emânet ol. Yolun ve bahtın açık olsun…

 

 

SELMAN ÇAPA’YA SELÂM İLE

 

Sevdânın tutuşturduğu ufuklardan doğar güneş

Eller devşirir en güzel çiçekleri, semâya açılan

Lâleler okur şarkısını toprağın, rengârenk

Mâşûka götürür âşığı içindeki âhenk

Ağlamayınca gözler; aşka pişemez özler

Nûru, ziyâsı olmayınca, yavan kalır sözler

Çiçekler açabilir mi susuz çöllerde?

Ağla, ağla ki bahçeler yeşersin gönüllerde!

Puslanmayınca gökler, yağmur düşer mi acep?!

Akmıyorsa yaşlar, dalgalanır mı sevgiler?

Yapayalnızız demektir muhabbetimiz yoksa!

Ayrıyız demektir tüm dostluklardan, güzelliklerden

Sevmek; sevenlere sevgiyi sevdireni sevmek.

Evimizin kapıları, pencereleri açık olsun dâim

Lûtfu ilâhî olan sevgi rüzgârlarına

Âh çekmek, çekmemekten daha iyi

Mutlu sanmasın kendini, dertsiz olanlar

İkrâmın en ulusudur gâm, kadrini bilene

Lâyık olmak için “altından ırmaklar akan”a

Erdem çiçeklerini takmalısın yakana!

                  03.05.1992, Pazar 

 

                Öğretmenin; Nûri Kahraman

Ordu İmam-Hatip Lisesi Meslek Dersleri Öğretmeni

 

 


Oca`10
28
AKROSTİŞ YAZILARI
AKROSTİŞ YAZILARI

Yorumlar(4)

İLK GÖZ AĞRISI

 

                   Hayatı, yük ve sorumlulukları vechesiyle duyumsamaya meslekle birlikte başladığımı söyleyebilirim. 657’ye dâhil olana kadar geçen, her şeye rağmen âsûde olarak değerlendirilebilecek günlerin çerçevelerinde hep hayâllerin resimleri vardı. Ne zamanki memuriyet kulvarına girdik, hayat yepyeni çehresiyle, yepyeni çehreler çıkardı karşımıza. Ülkemizin bir ucundayken diğer bir ucuna savurdu bizi kur’âlar. İşin doğrusu, kura çekilerek atama yapılacağını öğrendiğim ve beni de kuraya davet eden resmî yazı adresimize ulaştığında, iş işten geçeli çok olmuştu. Çünkü, o zamanların mazot ve benzin yokluğunda zarf, elime ancak kur’a gününden bir hafta sonra ulaşabilmişti! Tayin yerimi telefonla öğrendim. Hem de hemen öğrenmek için “yıldırım” telefon yazdırdım. Çünkü, normal telefona yazılırsanız gün boyu sıranın size gelemediği çok oluyordu. Heyecan da var tabiatıyla. İlk defâ görev alacağız. Neyse, saatler sonra PTT’den aradılar. Bakanlıkla bağlantı sağlanmıştı. Kırklareli’yi duyduğumda, o zamanlar Ankara’nın bir ilçesi olan Kırıkkale şekillendi gözümün önünde ilk planda. Çünkü beklentim de Anadolu’ydu zâten. Hattâ, doğu ya da güney taraflarıydı. Batı hiç aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Zâten 4 yıl talebeliğimiz de İstanbul’da geçtiği için yüzümüzü Anadolu’ya, Ordu taraflarına doğru döndürmüş olmamız da normâldi. Daha sonra işin hakikatini anlayınca soluğu Boğaz’ın öte yakasında, 4 yıl teneffüs ettiğimizin gurbetin daha da batısında, Trakya’da aldık. 5 seneden fazla kaldığım bu görev yerimden Anadolu’ya tayinim çıktıktan sonra, nerelerde görev yaptığım söz konusu olduğunda, “Alamancı” dolayısıyla Avrupa’lı olmanın, bilhassâ o yıllarda Anadolu insanında oluşturduğu ayrıcalıklı olma duygusunun da etkisiyle olsa gerek;

                   -   6 seneye yakın Avrupa’da kaldıktan sonra...

diyerek başlardım anlatmaya espri mahiyetinde! Ama söz, esprisiyle de, gerçeğiyle de doğruydu. Gerçekten oralar, bizim buralara, hattâ tüm Anadolu’ya göre sosyal ve ekonomik anlamda Avrupa’ydı.

                   Çocukluk yıllarımızın tatlılığı gibi, görevimizin çocukluk dönemi diyebileceğimiz ilk görev yıllarımız da heyecanlı ve güzel geçti. Severek ve inanarak icra etmeye çalıştığımız mesleğimizin ilk göz ağrısı olan Lüleburgaz, İstanbul-Edirne hattından tüm Balkanlar’a ve Avrupa’ya uzanan yol üzerinde, Anadolu’muzun bir çok ilinden daha fazla nüfûsa sâhip, tarihi, coğrafyası ve doğasıyla güzeller güzeli bir ilçeydi. Bu günkü mevcut şehrin bütününü içine alan dünün Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi’nden sadece Cami ve Şadırvan bu güne intikal etmesine rağmen, bu haliyle bile görmeye değer. Balkanlara sefere giden Orduların mutlaka uğradığı ve Camiin avlu çıkışındaki kubbenin altında icrâ edilen mehter nevbetinin ardından dualarla uğurlandığı yerleri görmelisiniz. Avlunun çıkışındaki o kubbenin altından geçmelisiniz. Oradan çıkarken başınızı çevirip geriye, o güzelim şadırvana, oradan Sokullu Mehmet Paşa Câmiinin kubbe ve 112 badal olarak saydığım, kimisi kırılmış merdivenlerinden tırmanarak defâlarca içli ezanlar okuduğum zarif minâresine doğru bakmalısınız. Avlunun iç tarafında, sağ tarafa çizilmiş o muhteşem VAV hattını görmelisiniz. Daha câmiye girmeden sizi karşılayan sütunların arasındaki serin hasırlar üzerinde biraz oturup avluyu çevreleyen diğer sütunları ve şimdilerde kapalı olan ders odalarını temâşâ etmelisiniz. Avlunun yan girişleri üzerine kondurulan odalardan birinin mermer işlenerek yapılan pencere  parmaklıklarının kırılarak soba borusu geçirilmiş manzarasını görünce yüreğinizin tâ derinliklerinden bir şeylerin koptuğunu hissederseniz, sizde medeniyetinize dâir bir takım kıpırtıların olduğunu rahatlıkla düşünebilirsiniz

                   Evet, zaman zaman döneceğiz o günlere yazı formatımız gereği. Ancak, madem AKROSTİŞ dedik, bir akrostiş şiirle renklendirerek noktalayalım bu günkü yazımızı da:

 

   İLK GÖZ AĞRISI   

   

    Lûtfetti Yüce Rabbim görevde bize

                                                              Ülkemin şirin, güzel bir köşesini

                                                              Lüleburgazdır adı, benzer şiire

                                                              Esirgemez hiç, ıtırlı nağmesini

                                                              Bir vakıf arâzisi, taşı-toprağı

       Uzakdan duyumsarsın mehter sesini

        Rasgele, her yerde hissedersin sanki

                                                              Gâzîlerin, şehidlerin neşvesini

     Avlusunda Şadırvan; Sokullu Câmi

   Ziyâret et, Zindan Baba Türbesini

*

   İstanbul’dan Edirne’ye; yol üzeri

Lüleburgaz’ın öğren efsânesini

                                                               Köprüsü 7 gözlü; târih akıyor

     Görmeli hamamını, hem çeşmesini

          Öğretmenlikte benim ilk göz ağrımdır

    Rûhuma nakşetti hizmet neş’esini

     El sallayan çiçekler yol boylarında

 Vedâya salar varlık düşüncesini

*

     Ya, nasıl unuturum, kaçlarca çıkıp;

Ezanlar okuduğum minâresini?

    Rabbim, Sokullu Külliyesi ehlinin

           İhsânıyla mağfiret eyleye, cümlesini!..

 

 

ACI AMA GERÇEK

 

Bu defâ, 1980’in Ocak ayında Lüleburgaz Lisesi’nde göreve başladığım yıldan ve belki de öğrenci defterine yazılanların ilki olan bir hâtıra yazısıyla huzûrunuzdayız. Sizi, ilk görev yıllarının heyecanıyla kaleme aldığımız duyguların yansıması olan cümlelerle baş başa bırakıyoruz:

 

Sevgili Öğrencim;

Bana göre ideal bir öğrencisiniz.

Ölçülü, saygılı, edepli davranışlarınız, çalışkanlığınız,

sâdelikle birlikte giyim-kuşamdaki titizliğiniz,

ve bunların bir meyvesi olan başarınız övgüye değer elbette.

Unutulmamalı ki, hayat, anlamlı şeyler yapmakla anlam kazanır.

Sana, bundan sonraki hayâtında da başarı ve mutluluklar diliyorum.

Acı, çile ve ayrılıklarla dolu hayat çizgisinde

bu pek mümkün gözükmese de

her zaman bizimle olan

ve bize bizden, şahdamarımızdan daha yakın olan dosta

gerçek anlamda ve aşkla bağlanabilirsek

tüm olumsuzlukları rahatlıkla göğüsleyerek

sonsuz mutlulukları devşirebiliriz.

“Andolsun, insanı biz yarattık

ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz

ve biz ona şahdamarından daha yakınız. 

KAF SÛRESİ: 16

Bu vesîleyle, defterinizde ayırdığınız sahife için teşekkür edip

güle güle diyerek huzurundan ayrılırken

sonu ebedî saâdet yurduna çıkacak bir hayat çizgisini

sana nasîp etmesini Yüce Mevlâdan niyâz ediyor

sevgi, saygı ve başarı dileklerimi sunuyor

beğeneceğinizi umduğum bir hâtıra şiirle

sözlerimi noktalamak istiyorum:

 

-Acı ama gerçek-

 

Acı ama gerçek

Yolcuyuz biz bu dünyâda

Gelip-geçiciyiz

Şu altı yıl ötedeki

Bu yolun ilk durağıydı

Sonra orta durağa geldik

Şimdi lise durağındayız

Eninde-sonunda bir gün son durakta

İneceğiz ansızın, istemiyerek

Pek sevdiklerimizi

Pek bağlandıklarımızı

El ele “Tavşan kaç, tazı tut!” oynadıklarımızı

Kol kola halay çektiklerimizi

Bırakacağız, gözü yaşlı

 

Evlerimiz ki, döşenmiştir;

Her köşesi anlatmaya ayrı zaman ister

Raflarda sıra sıra renk renk kitaplar

Resimler duvarlarda

Giysilerimiz sığmaz

Vestiyerlere, dolaplara, gardroplara

Üst üste yığılıdır

Kilerde yiyecekler

Buzdolabında içecekler

Demeye varmıyor dilim ama neyleyim

-Dost acı söylermiş-

Bütün bu saydıklarımızı terk edeceğiz

Gerçek yaşama yerine gideceğiz

Eğer yapmamışsak görevimizi

Taşın taşlığını

Giysinin giysiliğini

Dolabın dolaplığını yaptığı gibi

Ne söyleyebiliriz?

Ne yapabiliriz?

Sorarsa Yaratan

Sorarsa insanlıktan?!

 

23.12.1980 Lüleburgaz

 

 

EZGİLİ YÜREK

                  

                   Fâtih Lisesi öğrencisi kızımız Ezgi GÜL’ün vefat haberi, hiç görmediğim ve tanımadığım hâlde, sanki âilemizden biriymişçesine etkiledi beni. Ezgi, başarılı bir yavrumuzdu muhakkak. Süper lisede okuyordu. Bunun meyvesi olarak 19 Mayıs kutlamaları çerçevesinde Ordu’lu gençleri temsîlen Ankara’ya gitmiş, Ordu toprağı götürmüştü. Nice düşleri ve hayâlleri vardı her genç gibi, şüphesiz. Ama, her şey bir anlıktı. Bir anda her şey bitebiliyordu. Nitekim, Ezgi’miz, bu gerçeğin son örneklerinden birisi oldu.

                   Hiç hesapta yokken, âniden gelişip ölümle netîcelendiğini öğrendiğimiz bu olay bizleri, ister istemez derin düşüncelere sevk etti. Yaşantımıza baktım, peşinden koşulan işlere baktım, insanlığımızı değerlendirdim; bizim de içinde olup sorumluluğunu paylaştığımız toplumumuzun görüntüsüne baktım. Ekranlara baktım; gazetelerimize, dergilerimize, onlarda yer alan haberlere ve konulara baktım. Ezgi’yi ve Ezgi’leri, gençliğimizi, anne-babalar olarak ve bir öğretmen olarak sorumluluklarımızın boyutunu düşündüm. Kendimi sorguladım: Âile olarak, böylesi durumları göz önünde bulundurarak mı yaşıyorduk; her şeye hazır mıydık yâni?!

                   Çocuklarımıza “Hava” duygusu, “Su” duygusu, “Ateş” duygusu yanında, “Toprak” duygusunu da dengeli bir şekilde verebiliyor muyduk?

                   -    “Yüksek olun!”, “Üstün olun!”, “Havalı olun!”, “Ateş parçası gibi olun!”,  “Su gibi akın, engel tanımayın, çağlayın, çağıldayın, açılın!”, “Denizler, göller, okyanuslar, sâhiller sizi bekliyor!”, “Gezin, görün, yaşayın!” diyoruz ama,

                   -    “Topraktan geldik, yine toprağa gideceğiz. Havanız olsa bile havalanmayın! Hayâtı yaşayın ama, sulandırmayın! Ateş gibi olun, hareketli olun; ısıtın, ışıtın ama yakmayın! Ayağınız toprağa ersin!” şeklinde bir insânî ve sosyâl dengeyi ilhâm edebiliyor muyduk sergilediğimiz tavırlarla?!

                   Havasız, susuz hayat olamayacağı gibi, topraksız da olamayacağı ortada. Öyleyse, bu unsurlardan hiç birisi ihmâl edilmemeli ki, dengeli bir hayâtı hep birlikte yaşayabilelim.

                   Ezgi’nin cenâzesinde, başta arkadaşları olmak üzere gözyaşları sele dönüşmüştü. Öğretmenleri hıçkırıklara boğulmuştu. 23 Mayıs Salı günü, Kirazlimanı Câmii’nde kıldığımız namazda Ezgi için yapılan duâlar içtendi. Cemaatin âminlerindeki his kıvâmı, arkadaşlarının gözlerindeki temiz, güzel pırıltılar Ezgi’nin kâlbinin ve yolunun aynası gibiydi. Yetiştirenleri tebrik etmek gerekli. Ezgi’miz için samîmî ve yüksek sesle dillendirilen “İyi biliriz” şehâdetleri, onun iyilik ve güzelliğinin bir nişânesidir. Güzellikler ömürle sınırlı olmamalı ve değildir de. Âşık Veysel’in “Sâdık yârim” dediği, “Yine beni karşıladı gül’inen” dediği toprağa bir “Gül” olarak gitti Ezgi’miz.

                   Üzerinde ne kadar tepinsek de, uygunsuzluklar yapsak da, adını duyunca suratımız buruşsa da, bizi de bir gün bağrına basacak ve orada en uzun tutacak olan da yine odur.

                   Yaprakların düşmesi için illâ güzün gelmesi gerekmiyor. Bakarsınız, bir fırtına daha baharın başında, yemyeşil bir yaprağı almış götürmüş. Ezgi’mizde olduğu gibi.

                   Sevgili yavrumuzu sonsuzluğa uğurlarken, kendisine Yüce Allâh’tan rahmet, anne-babası, öğretmenleri, arkadaşları, yakınları ve sevenlerine sabırların en güzelini niyâz ediyor, kendisini samîmî duygularımın ve duâlarımın ifâdesi olan bir akrostiş şiirle selâmlıyor, ebedî mutluluklar dileğiyle, saygılar sunuyorum.

                                   EZGİ GÜL’E

                   Emin ol çok üzüldüm duyunca yavrum

                   Zerâfet çiçeği solmuş bahârında

                   Gönlünde götürdüğün güzelliklerle

                   İnşâllâh geziyorsun lâlezârında

                   Günâhlara dalmadan gittin tertemiz

                   Ün yapmışsın hüsnünle halk nazarında

                   Lûtfet Rabbim ebedî mutlulukları

                   Ezgi’miz rahat uyusun mezarında!..

 

                         Nûri KAHRAMAN

                             23.05.2000

 

AHŞAP ANAHTAR’ın KADERİ

Geçen hafta ortası Ankara’daydım. Aynı gün FâtihHan ÜNAL Bey de oradaymış. Fakat ben Ordu’ya döndüğümde öğrendim. Sn. M. Hilmi GÜLER Bey’in de Ordu’da olduğu bu günde İl Başkanımızın Ankara’da oluş sebebini iki gün sonra Ordu’da yaptığı ve Belediye başkanlığı aday adaylığı için İl Başkanlığı görevinden istifâsını açıkladığı basın toplantısı bağlamında öğrenmiş olduk. Hayırlı olsun. Bizim böyle şeyler haddimize değil. Burada bulunuş sebebimiz sâdece ve sâdece sağlık. Üç ayda bir kontrol için geliyoruz.

Verilen randevudan bir gün öncesi akşamı saat 21.00’de otobüse biniyoruz. Sabah 6-7 arası Ankara’da iniyoruz. Önce hastânede tahlilleri verdikten sonra, öğleden sonraki konsültasyona kadar şöyle Kızılay’a doğru bir turluyoruz. Geçerken mutlakâ Sıhhiye’deki Türkiye Diyânet Vakfı Yayınevi’ne uğruyoruz. İsterseniz uğramayın. Tam yolunuzun üzerinde. Kültür ve irfânımıza hitap eden kitap, dergi vs. türünden her çeşit yayını orada görmek mümkün. İster alın ister almayın; incelemek serbest. Yeni yayınlarla tanışıyorsunuz. Gözünüz-gönlünüz doyuyor kitaplara. İllâki bir şeyler de alıyorsunuz netîcede. Kriz de olsa, eliniz boş çıkamıyorsunuz buradan. Kitaplardan mı utanıyorsunuz, kitapçılardan mı, yoksa kendinizden mi; bilemiyorsunuz!

Bu defâ, evdeki herkese birer adet yayın düşüncesiyle iki kitapla iki dergi aldım. Ankara günlerimin ekseninde hep hastâne olduğu için psikolojim de buna göre oluyor herhâlde. Belki bundan dolayı, dikkâtimi çeken kitaplardan ilki, Said ALPSOY’un MEZARDA NELER YAŞANIR? adlı eseri oldu. Diğeri de yine aynı yazarın, KUR’AN DUASI kitabı. Kur’an’da geçen duâları metin ve meâl olarak veriyor. Her iki kitap da başucu kitabı niteliğinde. Her ikisi de, hem kâğıt hem de içerik olarak çok güzel ve pratik. Özellikle 1. kitap çok güzel fotoğraflar ve motiflerle bezenmiş. Oldukça albenili, yazarın tüm diğer kitapları gibi.

Dergilerden KÜLTÜR, neredeyse kitap boyutunda. Baskı, kâğıt ve muhtevâ olarak da çok güzel. Bu sayının kapak konusu OSMANLIDA ÇOCUK. Tek kelimeyle mükemmel. Büyük oğluma verdim. İnceliyor. KUR’AN DUÂSI’nı da küçüğüne. Okumayı yeni söktü. İlk okuduğu kitaplardan olacak bu. Okuyor da mâşâllâh. Hep okumasa da, kendisini böyle bir kitapla denemesi bile güzel.

-         Elif-Be kısmını da yazın öğrenirim değil mi babacım? diyor.

-         Evet oğlum. Tabiî. İnşâllâh diye cevaplıyorum gözlerinden öperek.

Duâyla başladı, duâyla gider ve bize de dâimâ duâ eder inşâllâh. Yukarda sözü edilen ilk kitabın adının ilhâmiyle, onların duâları sâyesinde mezarda güzel şeyler yaşarız inşâllâh.

Son olarak gözüme takılan Sincan istasyonu adlı bir dergiydi. Hem kâğıt, hem baskı tekniği îtibârıyle ağır başlı olduğu gibi, muhtevâ olarak da doyurucu geldi bana. Şiirler sardı beni. Yazılar, değerlendirmeler ve değiniler de. Aylık çıkıyor. Elimdeki Kasım 2008’e âit ve 15. sayı. Öğleden sonra, konsültasyonu müteâkip de tahlil verilebilir düşüncesiyle tehir ettiğim, ancak ikindiden sonra fakülte kantininde kendime çekebildiğim çay ziyâfeti esnâsında incelediğim derginin  sâhibi ve yazarı olan Abdülkadir BUDAK ismi hiç yabancı gelmedi bana. Ordu’ya döndüğümde kitaplığımda Can yayınlarından çıkan AHŞAP ANAHTAR isimli kitabını buldum. Kapağı açtıktan sonra, 2. yaprakta yazarın,

Sevgili kardeşim

         Sevdenur Kahraman’a

çelik bir dünyânın önünde

         ahşap bir anahtarla

                  kalmaması dileğiyle…

9.6.2001, Ordu

şeklinde güzelce ve özenle yazıp imzaladığı ifâdeleri gördüm. Yazar, büyük ihtimâlle, Türkiye Yazarlar Birliği Ordu Şûbesi olarak düzenlediğimiz bir ŞİİR ŞÖLENİ dolayısıyla Ordu’ya gelmişti. Orada tanışmış, kitap imzalatmıştık.

 

Derginin sahip ve yazarı Abdülkadir BUDAK’ın yukarda sözü edilen kitabından, derginin ismine yakın ad taşıyan bir şiirle yazımızı bağlamak yerinde olacak gibi. Şiir güzel; arı-duru. Gel gör ki kitapta,herkesin anlayamayacağı, anlasa da yanlış anlayabileceği, bu şiirde olduğu gibi, “acabâ kader anlayışını red mi ediyor, inançlara saygısız mı?” şeklinde sorular akla getirebileceği yerler var. Buna gerek var mı?  Çocuklarımızının kafasını karıştırıp durmanın âlemi ne?

Sanatın, edebiyatın câzibesini kullanarak, gençleri meçhûl bir boşluğa savurmanın kime, ne faydası var?  İnanç gibi hassas ve çok önemli bir konuda şaka yapmak bile, yaratana karşı en azından saygısızlıkken, sanat yapıyoruz diyerek ulu orta mısrâlar döktürmenin, duygu ve düşüncelere hangi özellik ve güzellikleri, davranışlara hangi erdemleri kazandırabileceği merak konusu!

Kararı, şiiri okuduktan sonra siz verin sevgili okuyucular. Şiir özde güzel, sözde duru. Ancak inançta bulanık. Peki ne anladık bu işten? Söz ustalığı yapacağız derken her şeyi kırıp-dökmenin, yüzüne-gözüne bulaştırmanın ya da yanlış anlaşılacak yerlerde dolaştırmanın gençlere faydası ne? İşte örnek bir şiir, buyurun; karar sizin:

 

BABAM VE İSTASYON

Yazgı diye bir şey yok, olduğunu sanırsın

Buluşması imkânsız rayları düşününce

Şaşırırım, ben bir göle düşerim

Gölde açan nilüfer olmuşken anne

 

İstasyonu düşünürüm, babam gelir aklıma

Buluşması imkânsız raylar ile birlikte

Tahta asker bavulu, seferberlik günleri

Babam kaybedilmiş hayat denen cephede

 

Çoktan çekildi o göl nilüferler de

 

            Yazgı diye bir şey yok!” ha sayın şâir. Ya bu yazdıklarımız, ya bu başımıza gelenler ve gelecek olanlar ne? Benim evimde mevcut olan ve yıllarca her gün karşısında saatlerce oturduğum AHŞAP ANAHTAR’a, Ankara üzerinden Sincan İstasyonu yoluyla ulaşmam KADER değil de neyin nesi acabâ; söyleyebilir misiniz? 02.12.2008

 


Toplam 8 Blog, 2 Sayfada Gösterilmektedir.
«« « 1 [2]

En Çok Okunanlar Son Yorumlananlar Hakkımda
POPÜLER MASONLAR ORDUDA (7139)
AKROSTİŞ YAZILARI (5511)
FOTOĞRAF-NÂME (5185)
MODA-NÂME (5063)
EYMÜR-NÂME 2 (4927)
EYMÜR-NÂME 1 (4651)
Bedford-nâme (4623)
Nûri KAHRAMAN (4616)
EYMÜR-NÂME 3 (4589)
BAYRAMLAŞALIM DOSTLAR! (3948)
ÜÇ ÖZTÜRK, BİR MEVLÂNÂ.. (1)
CHP-NÂME (1)
GACAROĞLU AHMET EFENDİ (1876-1962) (1)
FOTOĞRAF-NÂME (4)
37 YIL ÖNCESİ, KÖYDE BU GÜN.. (1)
NASIL BİR İL BAŞKANI? (1)
ERKAN TEMİZ BEYİN TELEFONU (1)
BİZ DE İMAM-HATİPLİYİZ Sn. ADİL AKYURT (1)
MODA-NÂME (3)
AKROSTİŞ YAZILARI (4)
 

Www.GirdapTasarim.Com Tarafından Hazırlanmıştır...