|
|
AÇIK OTURUMLARI KAPATIN!
Doğrusunu söylemek gerekirse, şu Ergenekon meseleleri üzerinde pek de duruyor değilim. Şu anlamda; incelememe gerek yok. Çok delîle ihtiyaç duyulmayacak bir konu çünkü bu. Balyozdur, ıslak imzadır, kozmik odadır; hepsinin de varlığına inanıyorum. Gece-gündüz bunlarla yatıp-kalkmanın çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum, o kadar.
Bu belki de, benzer meseleleri kanıksamış olmamızdan kaynaklanabilir. Şimdikiler bir şey görmedikleri için bu anlatılanlara kurgu bilim ya da kurgu film gözüyle bakabilirler. Ama biz geçmişte öyle şeyler yaşadık ve yaşayanlardan duyduk ki, bu anlatılanlar ve ortalıkta dolaşan iddialar devede kulak mesâbesinde bile değil belki.
ARKADAŞLAR, MERKEZDEN ARIYORLAR!
Ne sıkıntılı günler, ne bitip-tükenmez gecelerdi o zamanlar! Geçenlerde bir arkadaşın evinde oturuyoruz. 8-10 kişi varız. Dinden-îmandan, milletten-memleketten, partiden-siyâsetten de konuştuk tabiatıyla. Kalkma zamânı yaklaşmıştı. O ara, bizim Yılmaz Bey’e bir telefon geldi. Biraz konuştuktan sonra;
<!--[if !supportLists]-->- <!--[endif]-->Arkadaşlar, merkezden arıyorlar. Hadi dağılalım! diyerek espri yaptı.
Ama, AkParti öncesi, 3 kişi bir araya gelse, ister-istemez tedirgin oluyordu. Telefonlar kapatılıyordu. Şarzları sökülüyordu vs. vs. bir takım tedbirler alınıyormuş gibi yapılıyordu. Sözün özü, Üstad Necip Fâzıl’ın
ÖZ YURDUNDA GARİPSİN, ÖZ VATANINDA PARYA!
dediği gibiydi durum.
Bu günlere gelindiğinde; “çok şükür!” diyorum. Ama, yine de hâlâ her şeyin hâllolduğu söylenemez. Karşımızda çok pişkin bir cephe var. Beride de, VUR ABALIYA cinsinden bir MAL BULMUŞ MAĞRİBÎLİK mevcut. Dün akşam denk geldiğim bir AÇIK OTURUM, işin dozunun kaçırıldığı izlenimi uyandırdı bende.
KORKARIM Kİ, BÖYLE GİDERSE,
ZÂLİMLER MAZLUMLAŞACAK!
Benim izlediğim programda 2 asker emeklisi konuşmacı vardı. Buna mukâbil 3 mü, 4 mü ne sivil. Burada bir eşitsizlik söz konusu daha başta. Bir de, öte yandan ölçüsüz hücumlarla, eskiden kalem oynatamazken, şimdi eline fırsat geçmişliğin olanca hoyratlığıyla yükleniyorlarmış havası sözkonusuydu. Üstüne üstlük, öbürleri de gâyet pişkin ve kendilerinden emin edâlarla işi götürüyorlar. Kelime oyunlarıyla çoğunluğu neredeyse kündeye getiriyorlar. Beri taraf konuşuyor, onlar, “bunlar sâdece iddiâ!” deyip çıkıyor. Hadi çık bakalım işin içinden çıkabilirsen!
Bu durumda, ortalama vatandaş; “Amaaan sende; yetsin gayrı, artık gınâ geldi!” diyebiliyor. Bu nedenle, orantısız güç havası oluşturacak bir trend, kamuoyunda vicdan yorgunluğuna sebep olabilir. Nitekim ortada verilmiş her hangi bir hüküm ya da karar da yok.
Yüzde yüz haklı da olsanız, psikoloji diye bir şey var ve de hem, siyâset diye. Bu vâdîde çok konuşma ve yüklenmenin vicdanları rahatsız edeceğinden endişeliyim açıkçası. Kaldı ki, benim izlediğim cinsten her kanalda sabah-akşam oturumlar ve değerlendirmeler var. Yarım saatte bir verilen haberler hâriç. Bu da, sanki mânevî bir sıkıyönetim gibi bir şey ki, insanlar bu havadan da sıkılabilirler.
ORDU ve TÜRKİYE
Bu meseleye inandığımızı, ortada bir zulmün olduğunu söylerken bir kurum olarak Ordumuzu tamâmen bu işin dışında tutuyoruz. Her kurumda, her yerde suistimâller olabilir. Çok eskilerden, hafızamda yer tutan bir söz var ki, çok hoşuma gider;
“Firavunlara kızıp ta sayıp-sövenlere aldanma; onun eline geçen imkânlar bu insanların eline geçseydi, belki de Firavun’dan daha zâlim olurlardı!”
Dolayısıyla, askerin elindeki imkân, şimdi çok mâsum pozlarında bulunanların ellerinde olsa neler yapabilirlerdi, kim bilir? Çünkü imkânlar insanları haddi-hududu aşmaya, sınırı geçmeye yöneltebilir. Bunlara meydan vermemek gerekir. Burada esas olan suistimâllerle mücâdeledir. Ve ben inanıyorum ki, bu süreç sağlıklı bir şekilde devam edip adâletle sonuçlanırsa bundan herkes, özellikle Ordu ve Türkiye kazançlı çıkacaktır.
Yeter ki, heyecana kapılmadan; sağduyu, sabır ve samîmiyetle adâletin tecellîsini bekleyip, milletin, memleketin, güzel nesillerimizin ve topyekûn geleceğimizin hayrına olacak şeyin tahakkuk etmesine duâcı olalım ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
31.01.2010 |
|
|
KARDAKİ ATEŞ
Gazetelerde; “Fındık üreticisi kar duâsına çıkacak!” diye haberlerin yer aldığı gün, bölgemiz karla buluştu. Kara toprak, tavandan tabana beyazlara büründü. Bizim milletimiz sivri zekâ. Hele bir sıkışmaya görsün, neler bulur, neler üretir; şaşırır kalırsın?! “Kar duâsı” olmuş ya da duyulmuş şey değil. Gel gör ki, şartlar vatandaşı zorluyor.
Her neyse, benim asıl merak ettiğim; iki aydır “kar kar!” diye “car car!” eden, yağmur duâsı misâli organize olmayı, seferberliğe çıkmayı plânlayan insanoğlu, sabah kalkıp murâda erdiğini görünce iki rekât olsun şükür namazı kıldı mı acabâ? Ya da, en azından “Yâ Rabbi, sana şükürler olsun!” ifâdesi çıktı mı ağzından?
“O göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lutfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (el-Casiye, 13) “Nîmet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır...” (en-Nahl, 53)
Hâl böyleyken, karı görünce gözü kamaşıp, dünü hep unutarak zevk kârı peşine mi düştü yoksa?! Avdır, kaymadır, gezmedir, oyundur; kar topu ya da kardan adamdır, vs… Bunlar hep lütuf, hep güzellik. Hepsi de olacak. Biz kendi aramızda, âilece ya da arkadaşlarımızla helâl dâiresinde gezer-tozar, güler-oynar, yer-içersek, tıpkı bizim, çocuklarımızın neşesiyle sevindiğimiz gibi, Rabbimiz de bundan hoşlanır. Çünkü O, nîmetlerini bizim üzerimizde görmek ister. Rabbimiz ister ki; nîmetleri fark edilsin, güzel güzel hareketlerle değerlendirilip güzel güzel istifâde edilsin.
BAŞTAN KARA, KARDAN KÂRA
Bir âile büyüğü olarak, çocukları da alıp, kara özel bir program düzenlemek, şöyle kış vaziyeti alıp giyinip-kuşanarak biraz çevreye açılmak âilenin muhabbet havasını da güçlendirir.
“Allah’ın nimetlerini teker teker saymaya kalksanız, mümkün değil sayamazsınız. Gerçekten Rabbin gafûrdur, rahîmdir.” (en-Nahl, 18)
Meselâ, sözünü ettiğimiz gibi, önceden plânlanıp gidilen bir yerde kar üzerinde hamsi ziyâfeti düzenlense güzel olmaz da ne olur? Rabbimiz, oradaki muhabbetten hoşnut olmaz mı? Ama, veren unutulmadan! Kulluğun sırrı da burada zâten!
“Görmüyor musunuz ki, Allâh göklerde ve yerde olan şeyleri sizin hizmetinize vermiş. Görünen görünmeyen bunca nimete sizi garketmiş?!..” (Lokman, 20)
ŞÜKR’ÜN ZIDDI KÜFÜR MÜ?
Peki, nîmete gereken, yâni onun hakkı ne? Elbette ki, şükür. Nitekim Peygâmberimiz (SAV) bunun önemini vurgularken, “Şükür, îmânın yarısıdır...” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 107) buyuruyor. Şükrün zıddı ise küfürdür; yâni, küfrân-ı nîmettir; nankörlüktür Allâh muhâfaza.
Şükür etmek bir yana, ağzından çıkanı kulağı duymayanlar çok. Gerçekten, hiçbir şeyden memnun olmayan, sözün nereye varacağını hiç düşünmeden söyleyen, câhilden de kötü insanlar olduk. İşi okumak-yazmak, aydınlatmak olan basın-yayının diline bakın. O güzel kar için kullandığı ifâdeler gerçekten düşündürücü:
“Beyaz kâbus”, “Beyaz çile” hâ; öyle mi?!
Bu ve benzeri sözler, nasıl sözler Allâh aşkına?! Biz nasıl millet olduk böyle; yağsa yağdı diye şikâyet, açsa yandık diye şikâyet. Ağzımızdan bir güzel söz duyana aşk’olsun! İşten-güçten şikâyet, bağdan-bahçeden, fındıktan-fıstıktan şikâyet! Bir defâ, kendimizden, çelik-çocuğumuzdan haberimiz yok; bilmem dünyânın tâ nerelerindeki hava durumlarını biliyoruz, başkentlerin sıcaklıklarından haberimiz var. Kitap bilmeyiz, defterimiz yoktur; ama ne dünyâmıza, ne de ahretimize faydası olmayan bilgi, beceri, meşgâle ve haberlerimiz çoktur. Allâh (CC) bize akıl-fikir versin!
“O, kendisinden istediğiniz her şeyi verdi. Allâh’ın nîmetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız! Doğrusu insan, çok zâlim (ve) çok nankördür!” (İbrâhîm, 34)
Peki, bu câhilce söz ve şikâyetler neyi çözüyor? Neye faydası var? Öyle ya, hep izleyegeldiğimiz gibi, Avrupa’da, Asya’da, dünyânın çeşitli yerlerinde de karlar yağıyor. Hem de daha çok. Bilmem Avrupa’da yaşayan yakınlarınızla haberleşiyor musunuz? Şu an, hattâ aylardır oralarda dondurucu soğuklar var. Kim engel olabiliyor? Depremler, seller, hortumlar, fırtınalar, çeşitli âfetler dünyâyı yer yer, bölge bölge silkeleyip geçiyor. Alınabilen kısmî tedbirler kimseyi aldatmamalı. Gerçek gücü görmekten alıkoymamalı. Akıl, zekâ, teknoloji bir yere kadar. Oradan ötesi, berisi de dâhil hepsi Allâh’ın yed-i kudretinde. Tâbiî, bilene, görene, anlayana…
KARDAKİ KOR!
Kar ya da bir başka konuda, gelişigüzel, haddimizi bilmeden sarf’ettiğimiz sözler üzerine, Allâh yağmurunu alsa, kar yağmasa, güneş açmasa bunları bize kim verebilir ki keyfimiz gelip de isteyince?
“De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?” Mülk,30
Veyâ, O “Ol” deyince kim engel olabilir?
“Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı
"Ol" demekten ibarettir. Hemen oluverir.” Yâsin,82
Peki o zaman biz hiç fayda söz konusu olmayıp bol günâh kazandığımız, hattâ belki de –Allâh korusun- filmi hep yaktığımız sözleri niye sarf’ediyoruz ki gereksiz yere? Niye mi, sâdece câhilliğimizden, kara da değil, kapkaranın karası câhilliğimizden! Hiç başka bir şey değil! Şu karlı günleri fırsat bilip de evde biraz kitap, hattâ ufacık bir takvim yaprağı okuma düşüncesi de yok! Bunca duyarsızlık, üstüne üstlük densizliklere mukâbil cennet hayâli de çok! Hepimiz bu noksanlığımızın da farkındayız üstelik. Ama, mesele bu kadar basit olmamalı, değildir de nitekim.
“Gerçekten insan, Rabbine karşı çok nankördür. Kendisi de buna şâhiddir.” (el-Âdiyât, 6-7)
“Eğer nankörlük edecek olursanız bilin ki, Allâh sizden müstağnîdir; hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur...” (ez-Zümer, 7)
“…Eğer şükrederseniz, nîmetlerimi daha da arttırırım; ama nankörlük ederseniz haberiniz olsun ki, azâbım pek şiddetlidir.” (İbrâhîm, 7)
KARDAN KÂR’A
Rabbimizin âyetleri gâyet açık. Yüce Mevlâ, her durum karşısında olduğu gibi, burada da nasıl vaziyet alacağımızı, neler konuşacağımızı, neleri yapmamaya dikkât edeceğimizi, nice duruş sergileyeceğimizi bilerek, yukarıdan aşağıya doğru akıp giden hayâtımızın tüm mevsimlerini hayr’üzre yuvarlayıp kar kütüğü misâli sevaplarımızı büyüterek menzile ulaştırmayı nasîp eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
26.01.2010 |
|
|
OSGED’İN YÂDI, ENSAR’IN ŞÂDI…
Geçtiğimiz cumartesi, dolu dolu geçen günlerimizden birisi oldu elhamdülillâh. İlim, fikir ve gönül adamlarımızdan Mahmud Esad COŞAN Hocaefendi’yi, doğumlarının 74. yılı münâsebetiyle anmak üzere Ordu Sosyal Gelişim Derneği’nin (OSGED) düzenlediği programa katıldık.
Merhum Hocaefendi, ülkemizde ve İslâm Âleminde âlim ve aksiyoner kişiliğiyle tanınıyor. Bu anlamda yaptığı çok çeşitli gayretlerinin bir sonucu olarak gerçekleştirmeye çalıştığı bir faaliyet için gittiği Avustralya’da 4 Şubat 2001’de bir câmi açılış programına giderken meydana gelen trafik kazâsında rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştu. Ordumuz’dan bir grupla bulunmak nasîp olan cenâze namazı, 9 Şubat 2001 târihinde İstanbul Fâtih Câmii’nde Cumâ’nın ardından yüzbinlerin katılımıyla kılındı. Merhum tâ oradan omuzlarda götürülerek Eyüp Sultan Mezarlığı’nda toprağa verilmişti. Allâh(CC) rahmet eylesin. Bizleri de sâlihlerle haşr ü cem’ eylesin. Âmin…
Peygâmberimiz (SAV) “Âlimler peygâmberlerin vârisleridir.” buyuruyor. Bir Kelâm-ı Kibârda da “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” deniliyor. Gerçekten öyle olmalı ki, yâd edilmeleri bile ne kadar bereketli olabiliyor. Bunu o gün orada bütün derinliğiyle yaşadık.
ÂİDİYET GERÇEĞİ
Program, şehrimiz adına bizi ümitlendirdi. OBKT’de gerçekleştirilen program kadar, katılım da çok güzeldi. En güzeli de, insanların âilece gelmiş olmalarıydı. Çocukların ve gençlerin çokluğu sevindiriciydi. Âidiyete en çok ihtiyâcı olanlar onlar çünkü bu gün. Yoksa, geçmiş çağların hiç biriyle kıyas edilemeyecek renk, câzibe ve çeşitlilikle bezeli bu günkü ahlâkî keşmekeş ortamında bir yerlerde kayb’olup gitmeleri söz konusu her an; Allâh(CC) korusun.
“Yalnızlık Allâh’a mahsustur.”, “Yalnızların arkadaşı şeytandır.” Bunları atalarımız söylemiş. Bir bildikleri var her hâde. Herkesin arkadaşa, çevreye ihtiyâcı var yâni. Tabiî ki, temiz çevreye. Bu mânâda çocuklarımızı böyle yerlere getirmek, âlimler ve onların izlerinden gidenlerle tanıştırmak, onlar için yapacağımız işlerin en başında geliyor. İnanıyorum ki, bu gün bir çok iyi yaratılışlı insan iyi arkadaşlara denk gelmemenin ve temiz bir çevrede yer alamamanın sıkıntılarını çekiyorlar.
GERÇEK BİR DOST ELİ
Eğer düşünülürse, kişinin kendisiyle baş edebilmesi için bile arkadaşa ihtiyâcı var. Nefis de, şeytan da en zorlu düşmanlarımız. Onlarla baş etmek için iyi arkadaşlara, temiz dostlara ihtiyaç yok mu sizce de? Nitekim, bizde bir tâbir vardır; “Bir kişinin kendine ettiğini 9 köy birikse yapamaz!” diye! İyi arkadaş edinmemek, ilim peşine düşmemek, Rabbimizin ilk emrinin “OKU” olmasının ve de “Doğrularla berâber olun!” emrinin hikmetini kavrama peşine düşüp gereğini yapmamak, kişinin kendisine ve çocuklarına yapabileceği kötülüklerin en büyüğüdür. Bakınız MEVLÂNÂ ne güzel ifâde ediyor bunu:
Kişinin kendine ettiğini
Edemez kişiye hiçbir fânî
Tutmasa gerçek bir dost elini
Kendi kendisiyle baş edemez
Kişinin kendine ettiğini
Sarhoş edemez, ayyaş edemez
Mezar soyan nebbaş edemez…
Programla ilgili söylenebilecek çok şey var. İlerde yer yer değinebiliriz. Ancak, şu kadarını kısaca söyleyeyim ki, konuşmaların hepsi de güzeldi. Yazıya dökülmeli. Gerekirse bir kitapçık hâline getirilmeli. OSGED’den bunu bekliyoruz.
ORDU’YA DÂİR HAYÂTÎ TESBİTLER
Özellikle konuşmalarda geçen Ordu’ya dâir bölümler irdelenip, değerlendirilmeli; gerekli dersler çıkarılarak, “mâkus tâlih!”in yenilmesi için yapılabilecekler meyânında hemen seferber olunmalıdır. Bu yâd programı da sanki bunun başlangıcıydı. Samîmî, doğal, duru ve oylumluydu.
Osman ÇELİK Hocamız başta olmak üzere, OSGED Başkanı Nurettin ODABAŞ, Organizatör Hüsnü AYAR, konuşmacılar Hüseyin DİKİCİ ve Mümin Esat KILIÇKAYA Beylere ve tüm emeği geçenlere bir Ordulu olarak şahsım ve şehrim adına teşekkür ediyorum. Bilhassâ yeni neslin ihtiyâcı olan benzer programların devâmını bekliyor, her türlü çalışmalarında başarılar diliyoruz.
ENSAR VAKFI HEYETİ
Aynı gün akşama doğru da Ensar Vakfı’nın İstanbul’da bulunan genel merkezinden misâfirlerimiz vardı. Başta Genel Müdür Hüseyin KADER’le 5 mütevellî heyet üyesinden oluşan bir grup yetkili, Ensar Vakfı Ordu Şûbesi’ni ziyâret ederek incelemelerde bulundular.
Bizimle ve bayrağı bizden devr’alan, Ordu şûbe başkanı arkadaşımız İrfan PAK ve diğer şûbe yönetim kurulu üyeleriyle bir grup eğitimci ve ilgililerle görüşüp sohbet eden ziyâretçiler daha sonra, programları dolayısıyla Ünye’ye döndüler. Sabah da İstanbul’a hareket edecek olan yetkililer, yeni katılacak arkadaş grubuyla birlikte Ordu’daki hizmet performanslarının artacağını, önümüzdeki günlerin bunu göstereceğini belirttiler.
Ensar Vakfı’nın daha iyi hizmet etme arayış ve gayretleri de ümit verici. Bu ziyâretin de hayırlı netîceler getirmesini diliyorum.
Her iki kuruluşumuza da her türlü gayretlerinde üstün başarılar niyâz ediyor, kültürümüz, irfanımız, neslimiz, kendimiz ve de kentimiz adına hayırlı çabalarının bereketlerle sonuçlanmasını temennî ediyorum, ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
25.01.2010 |
|
|
Geçen yazımızda belirttiğim gibi, bu Sultân hikâyesini birkaç yerde paylaştım. Sizlerle de paylaşmadan geçemezdim. Bu hikâyenin beni çeken bir tarafı da, kahramanın Tlemsanlı olmuş olmasıydı herhâlde. Çünkü oraları görmek nasîp oldu.
Hattâ, orada çektiğim çocuk fotoğraflarından bâzıları o zamanların Çocuk dergilerinde yayınlanmıştı.
Tlemsan, Cezâyir’in batı tarafında bizim Bursa’mızı andıran 1 milyon nüfuslu güzel bir şehir. Burada önceleri müslüman Muvahhidler hüküm sürüyorken, sonraki zamanlarda İspanyolların eline geçti. 1517’de Oruç ve Hızır reisler Haçlı hâkimiyetine son vererek Cezâyir’le birlikte Tlemsan’ı da Osmanlı topraklarına kattılar.
1990 yılında arkadaşlarla oralara gittiğimizde tâ o zamanki hâtıraların bereketini gördük. Bizlerle çok ilgilendiler. Gezdirdiler, barındırdılar. Oralarda Osmanlı dönemi Hanefî Mescid’ini görmek nasîp oldu. Dedelerinin Osmanlı dönemi türkü olduğunu, hattâ içlerinde İstanbul adı taşıyanların var olduğunu söylemişlerdi. Bizleri farklı bir hayranlık ve duyarlılıkla ağırlamışlardı. Sizler gelmeseydiniz bu bölge hâlâ hristiyan hâkimiyetinde olabilirdi minnettarlığı ile davranıyorlardı. Onların bu kadirşinâs ve kardeşâne tavırlarından çok etkilenmiştik. Allâh hepsinden râzı olsun. Her neyse, biz bugünkü asıl konumuza dönelim.
“PÂDİŞÂHIM ÇOK YAŞA!”
Bir dönemlerin Tlemsan pâdişâhı Sultân Yahyâ, saray erkânı ile birlikte şehri dolaşmaya çıkmıştı. Onun ve etrafındakilerin debdebe ve ihtişâmı karşısında gözleri kamaşan halk da, Sultân’a hürmet için korkuyla ayağa kalkıp, “Pâdişâhım çok yaşa!” diyerek alkışlamaya başladılar. Ancak sultânın gözüne bu kalabalıktan ziyâde az ilerde, yalnızlığı tercih etmiş, kayıtsız, nûru etrâfını parıldatan bir kimse ilişti. Yanındakilere o nûrlu yüzlü garîbin kim olduğunu sorunca:
“ –Sultânımız, o, meşhûr Tunuslu Şeyh’tir. Bir mağarada inzivâ hâlinde yaşar.” dediler. Sultân, merak içinde atını Tûnuslu Şeyh’in yanına sürdü ve ona sordu:
İPEK ile NAMAZ?!
“ Üzerimdeki şu ipek elbise ile namaz kılmak câiz midir?”
Tûnuslu Şeyh, bu suâle cevap vermek istemeyip, onu sarayındaki ulemâya sormasını istediyse de, Sultân’ın ısrârı üzerine şöyle dedi:
“ –Bir köpek düşününüz ki, bir hayvan ölüsü bulmuş ve onu tıka-basa yeyip, içini-dışını pisliğe bulaştırmış olduğu hâlde, bevlederken kirlenmemek için ayağını havaya kaldırmak sevdâsındadır!...”
Sultân; “Ne demek istiyorsunuz?”
“ –Şunu demek istiyorum ki, sizin mîdeniz ve cisminiz en ağır haram yükleri ve kul hakları ile doludur. Böyleyken, siz tutup, ipekli elbise ile namaz kılmanın câiz olup olmadığını soruyorsunuz?!”
Bu derûnî sözler, Sultân’ı derinden etkiledi. Gönlünü titretti. Bu te’sir bereketiyle üzerindeki sırmalı elbiseleri derhâl çıkarıp attı. Sonra, belindeki kılıcı fırlatıp atarak, kendisine şaşkınlıkla bakan halka;
“ –Müslümanlar! Haklarınızı helâl ediniz ve kendinize bir pâdişâh bulunuz!” diyerek Tûnuslu Şeyh’in peşinden gitti. Artık onun sâdık bir talebesi oldu.
Hikâye burada da bitmiyor sevgili okurlar. Bundan sonraki kısım da ibret verici. Dışta değişim yaşayamasak da, iç âlemimizde bâzı dönüşümler sağlayabiliriz. İçimizdeki, çevremizdeki ve kapsama alanımızdaki kötülüklerle mücâdele edebiliriz. Bir takım iyileşmeler sağlayabiliriz. Yeter ki o niyette olalım. Dengeyi ağdırmayalım. Söylenmek istenen bu. Yoksa, her şey hemen terk edilsin denilmek istenmiyor.
BEN OLSAYDIM YAPAMAZDIM!
Nerde kalmıştık? Sultân Yahyâ, Şeyh hazretlerinin mânevî terbiyesinde o derece büyük bir makam elde ediyor ki, Tûnuslu Şeyh, halkın kendisinden duâ tâlebi olduğu zaman:
“ –Duâyı Yahyâ’dan isteyiniz; zîrâ, onun yerinde ben olsaydım, onun yaptığını yapamazdım!.. Eğer, dünyâdaki diğer sultanlar, onun eriştiği saâdet hazînesini bilselerdi, onlar da Yahyâ gibi her şeylerini fedâ ederlerdi.” dedi.
Nitekim, kaynaklara göre; Cennet nîmetlerine kavuşan herkes, kulluğunda niye titizlenmediğine ve niye daha çok ibâdet etmediğine hayıflanacaktır. Hafta başında kopardığımız iki küçük takvim yaprağından devşirdiğimiz bu anlamlı, güzel hikâye sizlere armağan ve hepimize ders olsun.
Adım adım daha iyiye gitme niyet ve gayretleriyle erişeceğimiz daha güzel günlerde buluşmak dileğiyle, cumânız mübârek olsun; gönüllerimiz her türlü kirlerden arınarak, efendimizin öngördüğü tertemiz duygularla dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
21.01.2010 |
|
|
KÂMURAN KARDEŞİN HATIRLATTIKLARI
Bildiğiniz gibi bu köşede takvimleri çok konu ediyoruz. Önemsiyoruz da ondan elbette. Hattâ, her yaprak her gün arkadaşlar arasında, evde, iş yerinde ya da misâfirliklerde okunsa, sonuçta ortaya anlamlı bir iş çıkar demek istiyoruz. Sohbetten öte bir muhabbet, kaynaşma, bilgi ve kültür ortamı oluşur.
İşte dün sabah çarşıya indiğimde İmam-Hatip Lisesi Câmii önünde park ettim. Bir yere uğrayıp dönecekken, takvim aklıma gelince bagaja yönelip kalan takvimleri aldım. İlk dükkândan ziyârete başladım:
Es’selâmü aleyküm. Hayırlı işler! Fazla takvim var da, isterseniz verebilirim!
Aleykümselâm hocam, buyurun. Bir çayımızı alın. Neskafe de olabilir.
Daha önce de buraya geldiğimi hatırlıyorum. Hattâ bir demlik tâmiri yaptırmıştık. Şu genç vardı gâlibâ. Siz yoktunuz.
Evet, doğrudur. Ben yurt dışındaydım. 6 sene Japonya’da kaldım.
Köyünüz neresi, adınız neydi?
Köyüm Koşaca! Adım Kâmuran. Hocam, ben sizi tanıyorum.
Öyle mi? Doğrudur. Mâlum, buralarda öğretmenlik yaptım zâten.
Hayır oradan değil. Daha çok pilâv gününden tanıyorum. Bilmem şimdi yapıyor musunuz yine. 2001 yılıydı gâlibâ, bir arkadaşla katılmıştık. Eskipazar Câmii avlusunda olmuştu. Çok sıcak bir gündü. Buradan tâ oraya yürüdük. Avludan içeri girer girmez bir serinlik vurdu yüzümüze. Tatlı, serin bir gün geçirdik. Program bitip avludan çıktığımızda sıcak bizi kavurmaya başladı yeniden. Arkadaşla kendi aramızda, o topluluğun ve havanın güzelliğini konuştuk.
Pilâv yiyemediniz miydi yoksa?!
Yedik hocam. İkramlar çok iyiydi. Program da.
Serinliğe gelince; tabiî, Peygâmberimizin(SAV) de bildirdiği gibi, “Cemaatte rahmet vardır. Allah'ın kudret eli (yardımı) cemaat üzerinedir.”
Çok doğru hocam. Elbetteki onun bereketi. Siz bir de Peygâmberimizle ilgili bir program yapmıştınız. Çocukların icrâ ettiği bir kutlu doğum programıydı. Oraya da katılmıştık. Yine öyle programlar olursa haberdar edin, katılalım. Çok güzel oluyor. Allâh (CC) râzı olsun.
Bahar ya da yaza doğru inşâllâh, sizin bu beklentinizi bir görev telâkkî ederek gündeme getirmeye çalışalım. Her neyse; takvim meselesine gelelim. Takvimimiz çok güzel. Üzerindeki reklâm hiç önemli değil. Bu takvim bir kelime bile öğrenmemize vesîle olursa kârdır. Hem sizin için, hem de bizim için!
Bakın, ben şurdan beri geldim, takvim bahânesiyle tanıştık. Siz eskilerden bahsettiniz. Bunlar benim unuttuğum şeyler. Hatırlattığınız bu güzel şeyleri yapmaya beni sevk ve muvaffak eden, lûtfeden Rabbime sonsuz şükürler olsun. Yarın öbür dünyâda kıyıdan, köşeden böyle iyilikler güzellikler umulmadık yerlerden çıkıp gelirlerse ne kadar seviniriz kim bilir o dehşetli günde?! Bundan dolayı, çok küçük de görünse hiçbir iyilik ihmâl edilmemeli ve de hafife alınmamalı. Bence takvim de öyle. Değil mi kardeş? Kim bu delikanlı?
Çok doğru söylüyorsun hocam. Ben dâmatlarıyım. Adım Necâti.
Mâşâllah. Allâh (CC) ömrüne bereket versin.
Evet, dâmâdım. Benim iki kızım var; bir de oğlum. İşte bu; adı Ergin.
Allâh bağışlasın. Rabbim hepsinin de güzel günlerini göstersin… Âmin..
Mukadder kardeş; bakınız, bu sabah ben bugünün yaprağını okdum. Hoşuma gitti. Devamı yarının yaprağında. Onu da koparıp okudum. Hattâ defterime yapıştırdım. İşte bakın. İsterseniz okuyalım. Güzel bir hâtıra olur.
Gerçekten de güzelmiş Sultan Yahya’nın hikâyesi hocam. Allâh râzı olsun.
Daha sonra, sanatkârlık ve alın teriyle kazanmanın güzellikleriyle ilgili bir hadis vardı, defterden onu okuduk. Dâmâdı da, oğlu da bizleri baştan sona güzelce dinlediler. Ağırbaşlı ve edepli gençler ikisi de. Kâmuran Kardeş de sevecen ve sempatik. Neskafeden çok onların sıcaklığıydı bizi uzun sürede orada tutan. Allâh hepsine de selâmetler ihsan etsin. Çelik-çocuğu ve sevdikleriyle berâber hayırlı, uzun ömürler, sonsuz mutluluklar bahş’eylesin. Âmin.
Bu duygu ve düşüncelerle AKKAYA TİCÂRET’ten ayrıldık. Eski güzel hatıraların getirdiği hoşluk ve tatlılıkla bir-kaç yere daha uğradık. Hâlleştik, hasb-i hâl ettik. Yapılan şeyler bir yerlerde yankı buluyordu. Daha bu dünyâdayken bunlarla karşılaşılması çok güzel.
Yüce Rabbim, hayırlı, güzel hâtıraları çoğaltmayı, hep berâber, daha nice güzellikleri kardeşâne paylaşmayı, öbür dünyânın da güzelliklerine hep birlikte ulaşmayı nasîp eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
19.01.2010 |
|