|
|
HALÛK KEFELİOĞLU NEREYE KOŞUYOR?
Geçen hafta gazetemizde yer alan, Ordu İmam-Hatip Lisesi ve İslâmî İlimler Hizmet Vakfı Başkanı İbrâhim YÜKSEL’in açıklamaları doğrultusunda yaptığımız “Ordu İçin İlâhiyât Fakültesi İsteği” başlıklı haber halk arasında geniş yankı uyandırdı. Nitekim, daha sonraki günlerde, insanlarımızdan bir kısmının söylediklerini röportaj olarak peyderpey sayfalarımızda yansıttık.
Zâten, bu konu öyle çok yeni de değil. Taa 60’lı yılların sonlarında bile Ordu için Yüksek İslâm Enstitüsü talepleri dile getirilmiş. Keşke o zamanlar açılabilmiş olsaydı. Şimdi Ordumuz, ülke çapında ağırlığı olup ses getiren, oturmuş köklü bir müesseseye, ilim-irfan yuvasına sâhip olmuş olurdu. Ülkede ve beklide dünyânın çeşitli ülkelerinde, burada yetişmiş, hepimizin gurûru olacak bir sürü ilâhiyâtçı hocalarımız bulunurdu.
Geldiğimiz bu noktada; onlar yapmadı, ya da yapamadılar diye bizim de yapmamamız gerekmez. Belki de nasîp bu dönemedir. Halkımızın da, kendi dilince ve heyecanla vurguladığı gibi Ordumuzun buna ihtiyâcı da var. Bu çok önemli ve asırları aydınlatacak, bir ucu sonsuzluğa çıkacak eseri Ordu’ya kazandırmak, bu hayırlı çığırı açarak, kıyâmete kadar bu izden gidecek ve aydınlanacak olanların sevâbından pay alma bahtiyârlığına ermek belki de size nasîp olacak.
ŞİMDİ DE; “HALÛK’UN HİTÂBI!”
ODÜ’nün uygulamalarına, değer anlayışlarına ve dışarıya yansıyan görüntülerine bakarak sizden böyle bir talepte bulunmamız belki mâkul değil. El adama güler. Ama, merhum Yûnus ŞILBIR Hocamızın cenâzesinde yaptığınız konuşma beni şaşırttı. Sizi yakından hiç dinlememiştim. Ya siz o siz değildiniz, ya da biz sizi uzaktan yanlış algılamışız. Çünkü, her neyse ve ne olduysa büyük değişikliker var gibi. Belki de cenâzeden etkilenmiş olmalısınız.
Zîrâ, politikacı değilsiniz ki, seçim falan desek. Böyle şeyler daha çok milletvekilleri, başkanlar ya da siyâsî kişilikler için yakıştırılır, mâlumunuz olduğu gibi. Doğru olan, bilim insanlarını bu tür değerlendirmelerin dışında tutmak olsa gerek.
Sonra, öte yandan, öğretmenler günü münâsebetiyle bir başka sendikayı değil de Eğitim-Bir-Sen’i tercih edişiniz de mânidardı. Tabiî bana göre. Öyle, ODÜ dışında ziyâret ettiğiniz yerler, kulüp, festival, konser ve değerlerle buluşma,buluşturma faaliyetleri ekseninin dışına pek taşmazdı. Ama, bu defâ hiç umulmadık bir şey yapılmış oldu. Böyle açılımlar, ne sebeple olursa olsun, sonuçta güzel şeyler.
Bir de ODÜ’nün, Yûnus Hoca için mevlit okutması, ne bileyim ben, kendime güvenimi zedeledi neredeyse. Bir insana uzaktan bakıp ta, kılık-kıyâfet, bıyık-sakal durumlarından vazîfe çıkarıp görünüşe göre yargıya varmak fevkâlâde yanlıştı demek. Bir insan bu kadar yanılabilir miydi?
Halûk Hoca’nın cenâzede yaptığı konuşmayı, kullandığı dînî terminolojiyi, takılmadan ve de böylesine ustalıkla, yerli yerince, yalı-yulu bir ilâhiyâtçı bile kullanamazdı. “Halûk’un Defteri”ne nazîre olarak bir de Halûk’un Hitâbı diye bir şey çıkarabilme ihtimâli olabilir sanırım. Bu farklı trend insana bunu ilham edebiliyor ister-istemez.
ACABÂ İLÂHİYÂT TA KONUŞULDU MU?
Çiçeği burnunda üniversitemizin ilk göz ağrısı, Sn. Rektörümüz, tüm bunların üzerine, sıcağısıcağına Ankara’ya giderek Sn. Başbakanımız’la da görüştü. Yansıyan haberlere göre Prof.Dr. Halûk KEFELİOĞLU, Üniversitenin sorunlarını, akademik personel sıkıntılarını, Tıp Fakültemizle ilgili yapılması gereken düzenlemeleri dile getirmiş.
Başka şeyler konuşuldu mu bilmiyoruz. Meselâ İlâhiyât Fakültesi gibi!? Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi bu konu yeni değil. Bu meyanda bizler de geçtiğimiz yaz döneminde köşe yazıları kaleme almıştık. Araştırdığımız kadarıyle bu mevzû en yüksek diyebileceğimiz seviyede siyâsetin de gündemine düşmüş durumda.
kim yapar, kim eder; kime nasip olur bilmeyiz ama, gitgide gelişen, açılan ve Perşembe, Gülyalı, Ulubey dâiresine doğru yayılma eğiliminde olan, bölgenin denge ili Ordu'ya bir ilâhiyât fakültesi şart. Vücut için baş neyse, Ordu için ODÜ o. Ve de kâlp olarak ta İlâhiyât kaçınılmaz. Ordu'nun, maddî hizmet anlamında akla gelen tüm noksanları, en azından plânlandı. Takvime bağlandı. Şimdi sıra artık İlâhiyât'a gelmiş olmalı. Bunu bilir,bunu söyleriz. Toplumda anarşi, kargaşa, şiddet, sorumsuzluk, hoyratlık, yozluk böylesine alıp başını gittikten sonra, maddî gelişme yalnız başına hiç bir anlam ifâde etmez. O zaman, bu konuyu daha bir ciddiyetle düşünmeli, yakın gündemimize almalıyız.
Problem; Rize ve Samsun’da İlâhiyât Fakültelerinin bulunması. Bizce bu Ordu’da da olmasına engel değil. Ordu, her şeyden önce Karadeniz’in tam orta yeri. Karadeniz-Akdeniz yolunun ağzı. Fizikî konumu îtibâriyle de ilâhiyâtın yakışacağı bir yer. Amma velâkin, gelgör ki büyükler ne der?!
Ne mi der? Ya büyüklenirler de böyle bir teklifi sinek kadar görmeyip ciddîye almazlar; ya da bir büyüklük ederler de, bu onların, bizlerin, milletin-memleketin, hepimizin hayrına olacak bu teklifi değerlendirme cihetine giderler.
Sevgili okurlar. Sizce hangisi? Biraz da sizler kafa yorun, düşünün-taşının,
ilgilileri uyarın; ki güzel olsun gelecekte, tüm dünler, tüm bugünler ve yârın!
Dünyâ hep görüntüden, maddeden; insan da yalnızca bedenden ibâret değil!
Ruh, mânâ, vicdan, ahlâk ve mâneviyât diye bir şeyler de var; ve bugün
en çok ihmâl ettiğimiz ve de muhtaç olduğumuz şeyler bunlar ves’selâm….
ORDU HAYAT GAZETESİ
08.12.2010 |
|
|
EN İYİSİ “BODRUM” YAPIN!
Hicrî yeni yılı idrâk ettik. Tüm İslâm Âlemi ve insanlık için hayırlı olsun. Müslümanların hicretle başlayan ve hayâtının bütününü kuşatan bu kavram, tüm eylemlerimize renk vererek, hepimizi kutlu muhâcirin komşuluğuna ulaştırsın.
Rabbimiz bizleri bu kervanın hakîkî yolcularından, hicreti, yönelişi dâimâ iyiye, güzele olabilenlerden eylesin. Tek ümîdimiz burada. Yoksa hayâtın ne anlamı kalır ki?
Sevgili dostlar; doğum bir hicrettir. Hayât ta. İyi ya da kötü, attığımız her adım, yaptığımız her iş te. Elbette ki ölüm de. Her zaman olduğu gibi, bu sıralarda ölüm hicretini yaşayıp, “gel” çağrısına uyarak dâr-ı bekâya intikal edenler oldu. Bunların bir kısmı bizleri de yakından ilgilendiriyor.
Başta, dün defnettiğimiz, bir anne var. Aynı zamanda, şâir olup şiir duyarlılığını taşıyan birisi için, annesini kendi elleriyle toprağa vermek oldukça zor olsa gerek. Dün, Şinâsi Tepe’nin yüzünde bu ızdırabı okumak mümkündü. Elbette zor. Allâh sabırlar versin.
ANNELERİN FERYÂDI!
Ölenler içerisinde, çok genç olup, hepimizi acıya boğmalarının yanında topluma ibret ve ders niteliğinde olanlar da vardı. İstanbul Ümrâniye geçen hafta, Ordu da bu hafta gencecik fidanlarımızı aldı götürdü. Bir agresif lâfı îcâd edildi; sanki çok doğal bir hâleti rûhiyenin adıymış gibi, moda oldu çıktı. Agresifim diyen, kafası azıcık bir şeylere bozulan sarılıyor bıçağa. Basıyor tetiğe. Anneler feryatta, babalar figân. Bağırlarına ne basacaklarını, acılarını nasıl bastıracaklarını şaşırdılar.
Anne, sözlerini şamar gibi vuruyor suratlarımıza: “Oğlumu, biricik yavrumu yıllarca köylerde, yaylalarda, dağlarda, ormanlarda domuzlardan korudum da, şurda, çarşının ortasında kol gezenlerden koruyamadım!”
Anlayana, çok şey anlatıyor bu sözler. Bana sorarsanız, can acısıyla bile olsa bizim toplumumuz sarfetmez bu sözleri. Ancak, eğer şöyle gerçek ve derinden düşünülürse, bu ifâdeler hafif bile kalır. İnsan bu kadar ucuz mu? Geride kalanların yaşadıkları ve duyguları bu kadar değersiz mi? Hiç önemli değil mi?
BİR ÇİÇEĞİ BİLE!
Bu nasıl iş? Nasıl delikanlılık? Bir kişiye karşılık 8-10 kişi! Bu, mertliğin hangi versiyonuna giriyor? Bu hınç ne sonra? Sebep ne? Aslı-astarı yok! Her şeyin bir haysiyeti olmak gerekmez mi? Hiçten yere ve böylesine hoyratça. İnsan olan insanın, bir çiçeği bile koparırken yüreği cız etmeli değil mi beyler?! Ben ne diyeyim, derdimi, ızdırâbımı nasıl anlatayım, bilemiyorum ki sevgili dostlar?!
Allâh korkusu yok, peygâmber hatırı yok. Her şeyden önce insanmışsın, can taşıyormuşsun, annen varmış, baban varmış, evin-ocağın, hattâ doğmamış çocuğun varmış önemli değil. Gencecik gelin, feryat etmiyor ama, kocasının cenâzesi günü doğan çocuğu kucağında; lâfları, dinleyecek kulağı, anlayacak izanı olanlara çok ağır: “Benim çocuğum baba sözünü hiç kullanamayacak. Bunu yapanlar hiç düşünmez mi; bunun çocuğu var mı, evli mi diye?”
Evet, sâhi, hiç düşünülmez mi? İşte geldiğimiz yer ortada! Ölenler gitti de kalanlar yaşıyor mu? Huzur yok. Çocuğu olanlar hep kaygılı. Eşkiyâ kol geziyor. Gençlik her an patlamaya hazır bomba. Patlamaya hazır değil, bir şey olsa da şu bıçağı denesem, kendimi göstersem, bileğimin gücünü anlasalar diye fırsat bekleyen canavar ruhlu bir gençlik. Gruplar oluşturup, mahalle aralarında serseri mayın gibi dolaşıyorlar.
EN İYİSİ BODRUM!
Sorumluların derdi Ordu’yu Paris yapmak, Antalya yapmak; ya da başka bir şey! Teleferikler, palmiyeler, oteller; hem de zincirleme, barlar, diskolar bilmem neler neler! Beyler, en iyisi Bodrum yapın Ordu’yu. Yerin dibine sokun burayı! Her yıl birkaç tane çocuğumuz böyle hiçten yere gidiyor. Gitgide bodrumlaşıyoruz. Karanlık bir dehlize giriyoruz yâni. Tünelin ucu nereye çıkıyor; meçhûl. Beyler için çok önemli de değil. Ama, görüldüğü gibi, daha dünyâdayken canımız acımaya başlıyor. Bunun bir de öte tarafı var ki, asıl mesele orada. Artık düşünme, somut bir şeyler yapma zamânı gelmiş olmalı!
Evet beyler! Festivallerden, teleferiklerden, otoyollardan, tünellerden, havaalanlarından, kültür saraylarından, başka şeyler de yapın artık lütfen! Biraz da ahlâk, mâneviyât, edep yollarını açın. Ordu’yu gerçek değerlerle, gerçeğin değerleriyle buluşturun.
Milletin parası ya da oylarıyle size tevdî ettiği imkânları, bilimi, sanatı, kürsüleri, vekâletleri, tüm makam ve mekânları onun ve çocuklarının hayrına değerlendirin. Bugünkü yaşanan problemlerin bir parçası da siz olmayın.
Sevgili okurlar. Mâlum, bizde biraz hocalık var ya. Yine va’za başladık değil mi? En iyisi susalım mı? Ne dersiniz? Biz konuşmuyoruz aslında. Gerçek kendini zâten haykırıyor, da; biz sâdece ve sâdece, dalgın olma ihtimâli olabilecek
etkili, yetkili ve de ilgililer için, birazcık ve de üzmeden, usûlü ve uslûbunca
dikkât çekip hatırlatmalar yapmaya çalışıyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
07.12.2010 |
|
|

KÖYDE BEREKET, KENTTE HÜZÜN…
İşte, nihâyet yağmur yağdı. Hava sıcaklıkları birden düşüverdi. Kışın ayak sesleri. Netîcede, bu ay kış ayı. Bu ayın ilk günleri bir-iki akşam düşen bir-kaç damlayı saymazsak, neredeyse 2 aydır yazdan kalma günler yaşıyorduk. Sonbahar mevsimi, günlerini yaza ödünç vermiş olmalıydı! Fark edip de değerlendirebilenlere ne mutlu!
Çocukluğumuzda çok olurdu böylesi durumlar. Fındığın rahatlatılmasının ardından gelen bu günler çok önemliydi. Fındık gelip-geçerdi. Alınır-satılır; biter giderdi. Evi asıl ilgilendiren, soğuk kış mevsimi şartlarını kolaylaştıran güz nîmet ve gayretlerinin bereketiydi. Öyle ya; kar bindirdiği, evde kalındığı zaman eğer hazırlıklarınız yoksa ne yapardınız? Odun yoksa, yiyecek-içecek hazırlıklarınız yoksa, karda-kışta yandığınız gündür!
SONBAHAR; SON KARAR!
İşte, kışta çâresiz kalmamak için sonbahar, son karar gibiydi. Meyveler, sebzeler, dermeler, derekler, dökekler, dilmeler, kıymalar, asmalar, kurutmalar, durutmalar, toplamalar, çıkarmalar, haşlamalar, süzmeler, kaynatmalar, pekmezler, turşular, konserveler, salamuralar vs; kışa yönelik tüm kiler hazırlıkları bu mevsimde yapılırdı. Ambarlar, tavanlar, çitler, serendiler, küpler, sandıklar ne kadar doldurulursa, o kadar iyiydi.
Hayvanlar için de aynı şekilde. Otlar, alaflar, yapraklar, yığınlar samallıklara doldurulurdu. Gazallar süpürülür, bir yerlere yığılırdı. Kışın da hayvanların altına atılırdı. Temiz ve kuru olsun. Hem sıcak ve yumuşak olsun; hem de bağa-bahçeye kemre oluştursun.
Zamanımızda hayvan bakımı yok. Dolayısıyla böyle tedârik dertleri de yok. Kapıdaki, el uzatılsa toplanabilecek meyveler bile dallarda çürümeye terk ediliyor. Vatandaş kendisini yormuyor. Nasıl olsa ucuz. Her şey pazardan hazır alınıyor.
Ama yine de, o kadar olmasa da köylerimiz bolluk-bereket. İnsanlar, günün şartları ve gereklerine göre bir şeyler yapmaya, kışdan önceki son çabalarını sergilemeye çalışıyorlar. Bunun için de bu havaların güzel gitmesi önemliydi.
İşte, geçtiğimiz Pazar, böylesi bol güneşli günlerin son halkasıymış meğer. O gün, kalktığımızda, ufuklar perdelerini daha yeni aralıyorlardı. Önce hafif bir kızıllık belirdi Yoroz’un kuzeye doğru uzanan omuzlarında. Belirli-belirsiz, çizgi çizgi pamuksu bulutlar var. Kızıllık gitgide arttı. Göğün yere değdiği yerler al renge boyandıkça ışık hâlesi de genişledi. Ancak, akşam ufuklarında olduğu gibi yangına dönüşmeden açıldı, açıldı ve son noktada güneş uç vermeye başladı.
“HADİ ORDAN!” MI?
Eskilerden ve onların iyiliklerinden söz edilirken, üzerlerine güneş doğmadığı husûsu vurgulanırdı. “Rahmetli öyle bir insandı ki, üzerine güneş doğduğu vâkî değildir!” denilirdi. Bu ne demektir? Her sabah, daha alacakaranlıkta kalkılır; namaz kılınır ve hayâta öyle başlanır. Bu bir değil, iki değil; her zaman, ömür boyu böyle! İşte, böyle bir hayat tarzıdır bu yaşanan.
Şimdi böyle bir durumun hayâli bile güç. Belki de; “Hadi ordan, öyle şey mi olabilirmiş?” şeklinde karşılanyor bu tür davranış biçimleri! Zîrâ, bugünün gençleri bizden de çok ilerdeler! Anneler, babalar duyuyoruz, anlatıyorlar; oğulları, nâdiren kızları sabaha kadar internette, değil öğleye, tâ ikindi sonrası kalkıyorlar. Her şey altüst olmuş. Bu genç şimdi nasıl çalışacak? Nereyi bitirirse bitirsin; iş disiplinine nasıl alışacak?
İbâdeti, dîni-diyâneti hesaba katan zâten, yok denecek kadar az. Özellikle gençler bazında. Onların önünde daha çok zaman var diye düşünülüyor?! Artık, nereden garanti alınıyorsa! Hâşâ! Ama, maalesef bu böyle bir acâyip durum işte! Âhiret işi hiç yarına bırakılır mı? Onun ihmâli olabilir mi? Zîrâ, dünyânın telâfisi mümkün de, yâ âhiretinki?! Öyleyse?
Kaldı ki, işte yazdan kalma son günlerden biriydi Pazar günü. Hattâ, çarşıda-pazarda kısa kol dolaşan insanlar vardı. Köye gittiğimizde de insanlar bağda-bahçede, harmanlarda çalışıyorlardı. Elmalar elini-eteğini çekmiş, kiviler de toplanmış; gün hurmalarındı. Ağaçlar, salkım-saçak altın sarısı nîmet toplarıyla doluydu.
Fındıktan sonra üzüm, incir, elma, kivi derken, en son hurma buyuruyor gözlere, gönüllere. Manzarası bile yetiyor varlık sebebi olarak. Bizim çocukluğumuzda yoktu. Hattâ yakınlara kadar böylesine yaygın değildi.
Her kim öncülük ettiyse Rabbim râzı olsun. Hemen aklıma Teynelili Râgıp Amca geliyor. O kendini, bu mübârek meyvenin tanıtımına ve yaygınlaşmasına adamış. Bu yolun gönüllü dervişi gibi. Yolu ve bahtı açık olsun. Ordulular olarak kendisine müteşekkiriz.
DERT ÇOK; KAÇIŞ YOK!
Sevgili dostlar. Pazar günden ilhamlar ve yansıyanlar bundan ibâret değil elbette. Yazılacak şeyler de haddinden fazla. Köylerimizin güzelliğinden vaz geçemiyoruz. Kente gelince de yaralıyız; ölüyoruz. Câhilikler, süsler, pozlar, hızlar, forslar, cakalar, kural tanımazlıklar, kazâlar, yaralanmalar, ölümler!
Gencecik fidanlar hiçten yere ölüyor, öldürülüyor. Memlekette bir ruh anarşisi yaşanıyor. Gazeteler baştan başa ihânet, cinâyet, aldatma, intihar, zinâ vs. haberleriyle dolu. Huzur tabiatta da mı böyle yapıyoruz? Ahmet KILIÇ Ağabey’in dediği gibi, köy köy deyişimizin altında bir kaçış mı gizli; doğrusu ben de bilemiyorum.
Ne yaparsak yapalım; köy de bizim, kent te! Her şey bizim sorumluluğumuzda. Nereye gidebiliriz ki? Bu memleket bizimse, sorumluluğu da bizim. Nereye gidersen git. Görmezden gelsen, sâdece kendini aldatırsın; o kadar!
Keşke, nerede olursak olalım; sorumluluk ve yükümlülük bilinciyle hareket edebilsek! İşte o zaman, kaçış diye bir şey söz konusu olmaz. Her yer güllük-gülistanlık olur, sıla olur. Nereye gitsek mutluluk ve güzellikler karşılar bizi. Tıpkı köylerimizde her mevsim çeşit çeşit nîmetlerin karşıladığı gibi.
Her yerde güzelliklerle karşılaşmak ve mutluluk bulmak istiyorsak, o topluma güzellikler ekmek, insanlık için de en az kendi menfaatimiz için olduğu kadar duyarlı olmak zorundayız. İnşâllâh bunları sizlerle paylaşmaya, birlikte çözümler üretmeye çalışacağız.
Şunu söylemek gerekir ki; âhiret için olduğu kadar, dünyâ için de bu böyledir:
Ne ekersek onu biçeriz! O zaman, gerek fert, gerekse toplum olarak hepimizin,
iyilik-güzellik ceht ve gayretimiz bol; yol ve bahtımız da açık olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
06.12.2010 |
|
|
KURUMUMUZ ve de DURUMUMUZ...
Cumartesi gün gazetemizde Ankara’dan misâfirler vardı. Basın ilân Kurumu Genel Müdürlüğü’nden(BİK) Şûbe Müdürü Nail DURAN ve temsilci İdris ÇAM Beyler geldiler. Yanlarında Ordu Vâliliği Basın ve Halkla İlişkiler İl Müdürü Vedat ÖZ ve OGD Başkanı Recep AYDIN, İl Basın Kontrol Kurulu Üyesi Metin BİRSEN ve Can ACAR Beylerle berâber büromuzu ve matbaamızı dolaştılar. Gezdiler, incelediler; duygu ve düşüncelerini bizlerle paylaştılar. Görüş alışverişinde bulundular.
Her şeyin olduğu gibi gazeteciliğin de bir kanunu kuralı var. İncelikleri var. Bunlara riâyet gerekir. Etmediğiniz zaman size tanınan haklardan mahrum olursunuz. Ki, zâten o kurallar, hiçbir müeyyide olmasa da uygulanması gereken, sözüm ona etik kurallardır. Sağolsunlar, varolsunlar. Her zaman buyursunlar. Biz bu oyunu kuralına göre oynamak ve hakîkâten gazetecilik yapmak istiyoruz. Bu anlamda her ziyâreti, mesleğimiz açısından bir aydınlanma ve ileri bir adım olarak değerlendiriyoruz.
Bunları niye yazıyorum. Bizler, işin dışında olduğumuz zamanlarda, gazetelerin de yayın politikalarıyla gündemleri altüst ettikleri, hükümetlerin yüreğini hoplattıkları, bir nevî siyâsî, ekonomik, toplumsal, her anlamda tetikçilik yaptıkları, kamuoyunu istedikleri şekilde yönlendirdikleri zamanlarda bu işin böylesine kurallarının olduğunu aklımızın köşesinden geçiremiyorduk. İşin içine girince gördük ki, her satır, her kelime inceleniyor. Haberlerin yerelliği, reklâmların boyutu, kültürel muhtevâ oranı vs. her şey, her şey tâkip konusu. Harflerin boyları, fotoğrafların enleri bile.
Meselâ Ankara’dan gelen yetkili (BİK) Genel Müdürlüğü Şûbe Müdürü Nail DURAN Bey, gazetemizi evire-çevire inceledi. Sorular sordu. Takıldığı noktalardan biri 10. sayfadaki “Hz. Süleyman’ın Saltanatı” yazısı oldu. “Dünden devam,” “devâmı yarın…” gibi konulara takıldı. Bu yazının yazarı kim? dedi. İstiyorlar ki, her yazının imzası belli olsun. Yazarlar yerel olsun. Yerel kültür hayâtı gelişsin.
Yoksa,bu gün internet ağıyla gazete doldurmak işten bile değil. Bir bilgisayarcıyla bunu yaparsınız. Ama (BİK) en az 5 kişilik kadro istiyor. O da fikir işçisi statüsünde olacak. Yâni daha önce basın iş kolunda en az 12 ay sigortalı çalışmış olacak. Muhâbir istiyor. Dağıtım ağı istiyor. En az şu kadar bâyi satışı istiyor. Yoksa sizi gazete olarak kabul etmiyor.
Kısaca, hem kültürel, hem ekonomik, hem basın-yayın anlamında hareket istiyor. Yoksa bas gazeteyi, nasıl olursa olsun. Al sana îlân, şu da reklâm! Öyle şey yok. Eğer böyle olsa, bu istismarın önünü almak mümkün değil. Bunca kontrole rağmen, yine de Türk Milleti, acâyip zekâsıyle yasalar arasından yarasalar gibi geçebiliyor çaktırmadığını zannederek. Bu kurumlar ve kontroller iyi ki varlar; sizin anlayacağınız.
Öyle ya, kontrol olmazsa, adam koca koca harflerle yazar, koca koca fotoğraflar kullanır gazeteyi doldurur. Yerel gazeteyim diye piyasaya çıkar, reklâm ve îlân alır, haberleri ve yazıları hep internetten indirir. Memleketin bir meselesine parmak basma ihtiyâcı duymaz. 15-20 gazete basar. İlgili yerlere verir. İlan hakkını kullanır, karşılığını alır ama gazete nerde? Bâyilerde satılıyor mu? Halkın haberi var mı? Yok! resmiyette var mı, var?! Hani nerede, şu bâyiden bir tane alalım; yok! İşte böyle olmuyor.
Devlet gazetelere ilan, reklâm veriyor ama, millete de hizmet etmesini istiyor. Bunun için de kıstaslar belirlemiş. Çok da iyi etmiş. Aksi takdirde, gazetecilik diye kepazelik alır başını giderdi. Devlet kontrol ediyor, daha çok satmamızı istiyor, faydalı şeyler yazmaya yönlendiriyor. Biz bundan son derece memnunuz. Çünkü, gâyemiz sonuçta hizmet. Bunda da samîmî olduğumuzu, paradan öte ideallerimizin bulunduğunu söylüyoruz.
OKUYUCULARIMIZ ve BİZ
Sizler ne düşünüyorsunuz bilemem. Siz de öyle mi görüyorsunuz, yoksa başka türlü mü? Doğrusu, okuyucularımızdan olumlu ya da olumsuz pek tepki almadığımız için, kendi bildiğimize göre ve basın-yayın kânunlarına göre devam edip gidiyoruz. Aslında, tepkiler gelse, biz de talep ve değerlendirmelere göre muhtevâ çeşitlendirmesi cihetine gideriz. Bunu sizlerden bekliyoruz.
Bunu yapmakla sizler de, yöremizin kültür, basın-yayın hayâtına katkıda bulunmuş olacaksınız yâni. Meselâ, bu köşe için söylemek gerekirse, biz el yordamıyla, günün akışına ve gönlümüzün nakışına göre, ama aslâ lâf olsun diye değil, faydalı olabilecek az ya da çok kırıntılar da bulunsun ölçüsüyle yazmaya çalışıyoruz. Bâzen, lüzumsuzluk mu ediyoruz? Alâkasız ve faydasız şeyler mi yazıyoruz? Mâlâyânîye mi kaçıyoruz. Harmanda size göre hiç çeç çıkmıyor mu? Öyle olduğunu düşünürsek, sizin beklentileriniz ne? Gerçekten, bunları duymak istiyoruz. Bu anlamda sizden yardım bekliyoruz.
Sevgili okurlar. Sizinle paylaşmak istediğim daha çok şeyler vardı. Dün, bir köy turu yaptık. Ziyâretlerde bulunduk. Fotoğraflar çektik. İzlenimler edindik. Gözlemler yaptık. Mâlum; köy bereket demek. ancak, dünü de yarına bırakalım inşâllâh. Çok olağanüstü bir gündem olmazsa, yarın, Pazar günü köy bohçasına toparladıklarımızdan bir şeylerle huzûrunuzda olmaya çalışacağız.
Hayırlı haftalar, güzel günler; sevdiklerinizle berâber, mutlu gelecekler,
kutlu hareketler ve de sonsuz bereketler dilek ve temennîsiyle ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
05.12.2010 |
|
|
ORDU SOKAKLARI, OLAY YAPRAKLARI…
Dün sabah biraz sokakları, caddeleri arşınladık. Ziyâretler yaptık. Çaylar içtik, ıhlamurlar yudumladık. Ne de olsa günlerden cumâydı. Bayram sayılırdı. Biz de hem bayram, hem seyran derken günü doldurduk. Vatandaşın nabzını dinledik. Gerek kürsüde, gerekse minberde, hocalarımızın da vaazını. Ali Düzgün Hoca Hicret’i anlattı. Bu konu ekseninde Muharrem vurgusu ve Aşûre hatırlatması yaptı. Tatlısını yapmak ta sizlere ve de bizlere düşüyor! Şimdiden hazırlanalım ve de gününde hazırlayalım!
AHLÂK ve TAKVÂ VURGUSU
İmam-Hatip Câmii’nde Murat Hoca ise hutbede, engelliler konusunu işlerken, insanda önemli olanın kalıp değil kâlp olduğunu belirtti. Ahlâk ve takvâ kavramlarının üzerinde, kendisinden sonuna kadar emin bir kişinin son haykırışıyle vurgular yaptı, öylesine üzerine basa basa söyledi ki, hâlinize bakıp ta, bu durumun ağırlığı altında karınca misâli ezilmemeniz mümkün değildi! Neyse ki, peşinden rahatlatıcı duâlar geldi. Bizler de, cân ü gönülden âmin dedik.
CENGİZ BEY’E KATILIYORUM
Ziyâret faslında uğradığımız bir okulda, sürpriz olarak karşılaştığımız bir öğretmen arkadaş yeni tayiniyle birlikte giriştiği ev arayışı sonunda geldiği noktayı anlattı. 2. sanayiin beri taraflarında bir yer tutacak olmuşlar ev olarak. Sonra bakmışlar, düşünmüşler, başları ağrısa asprin alacakları bir yer yok. Câmi işi zâten yavan Ordu’da. Altımızda araba da yok diyor arkadaş. En iyisi biz, yine de merkezde bir yere taşınalım dedik diyor.
Haklı. Onun dediği mahalde 100 dönümlük kent parkı yapılması söz konusu. Yakında yapılacak ta. O zaman oralar merkez olur. Câmii bilmem ama, gayrı ihtiyâç olarak her şey bulunur. Ancak, durum şimdilik dediği gibi. Kent genişliyor ama, şehir olmasına daha çok var. Burada kimseyi suçlama noktasında değiliz. Böylesine hızlı yapılaşmaya kim yetişebilir?
Asıl gelmek istediğim nokta ise şurası: Bizler, özellikle yöremizin aktüalitesini tâkip adına yerel gazetelerimizi her sabah şöyle bir gözden geçiriyoruz. Dün, panoramik yazılarıyla kentin geleceğine vakur notlar düşen Cengiz GÜRSOY, Belediye hizmet binâsının yenilenmesiyle ilgili olarak, eskinin yenilenip Defterdarlık gibi kentin önüne set teşkil etmesini doğru bulmadığını söylüyor. Tamâmen katılıyorum.
KENT PARKI MERKEZ OLSUN!
Bu konuda ben de bir yazı yazmayı plânlamıştım. Belediyeyi tebrik etmeyi düşünüyordum. Çünkü, en azından, mevcut binanın yarısının üzerine takviyeyle kat atılacak, diğer yarısı meydan olarak bırakılmak sûretiyle zeminden yer kazanılacaktı. Kentleri gösteren ve kimliğini simgeleyen yerlerin başında geniş meydanlar gelir. Bu husûsiyetinden dolayı en azından ses çıkarmamayı, projeyi desteklemeyi düşünüyordum. Ancak, Cengiz Bey’in fikri bir adım daha önde olarak gerçeğin ve de uygun olanın ta kendisi.
İşin bir de şu tarafı var ki, biz de elbette, bu konu ya da başka hsuslarda o kadarını düşünüyoruz da, çok ileri gitmeye cesâret edemiyoruz. Bir de, yazdıklarımızın, “sırf muhâlefet olsun diye yazıyor!” yargısına kurban gitmesinden endîşe ediyoruz. Hâlbu ki biz samîmî düşüncelerimizi serdetmekten öte bir kaygı taşımıyoruz. Âdil olmaya gayret ediyoruz. Meselemiz yanlış gördüklerimizle. İnsanların insanlıklarıyle değil.
Evet, nerede kalmıştık; açıkça söylemek gerekirse, yukarda söz ettiğim öğretmen arkadaşın düşünceleriyle Cengiz Bey’in fikrini bir araya getirdiğimizde, Belediye hizmet binâsının artık Cumhûriyet Mahallesi taraflarına doğru, Üniversiteyle Kent Parkı’nın arasında bir yerlere kaymasının uygun olacağı âşikâre gözüküyor. Hem kentin merkezi rahatlayacak, hem de kenarlar şenlenip merkez olacak. Meselâ, Kent Parkı’nın oralarda bir yer ayrılamaz mı bunun için? Tabiî bu bir fikir. Bağlayıcı bir tarafı yok.
Her şey daha güzel ve daha mutlu yaşanılabilir bir Ordu için ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
03.12.2010 |
|