|
|
ANKARA’DA İYİYİZ, ORDU’DA DEĞİL!
Yazacak konu o kadar çok ki! Ama bu, çoğu kez avantaj gibi görünse de, sizi bir yerde tıkayabiliyor. Daha doğrusu zorluk, çoğu kez burada kendini gösteriyor. Ancak, bu dar boğazı aşıp bir karar verince de, gerisi kendiliğinden geliveriyor.
Dün de ne yazayım, siyâsetten mi, çarşıdan-pazardan mı, yoksa iş ya da arkadaş çevrelerimizde konuşulanlardan mı derken, kargo dağıtıcısı peydâ oldu mağazanın kapısında. Bana geldiğini anladım. Çünkü, önceki gün kargo şirketinden bildirilmişti posta geleceği. Bu da yeni bir hizmet.
Dil ve Edebiyât Derneği Ordu Şûbe yetkilisi olmamız ve de adresimizin hâlâ burası olması hasebiyle dernek adına gönderilerimiz buraya geliyor. İnşâllâh yakında geniş ve müstakil bir yere taşınacağız. O zaman, daha yakından iletişim imkânlarımız ortaya çıkacak.
Tabiî, kısmen tahmin etsek de merak da etmiyor değiliz yine de! İyice sarılmış paketten, İstanbul Eyüp’teki genel merkezimizin yayınladığı DİL ve EDEBİYAT Dergisi’nin NÎSAN sayısı çıktı. 28.si olan bu sayı da diğerleri gibi dopdolu.
Şunu samîmiyetle söyleyeyim ki, her ne kadar yazılarımızda gündelik işlerden, siyâseteten falan çokça dem vuruyorsak da asıl tadın-tuzun kültürde, sanatta, edebiyâtta olduğunu biliyoruz. Kitaplarda, dergilerde, fikirde, gönülde, sohbet ve muhabbette bulunduğunun farkındayız.
Beklentilerimizin rağmına gerçekleşen olumsuz manzara ve icraatlar karşısında, millet ve de memleket adına neredeyse çileden çıkacak kadar efkârlanıyor olsak da, çok şükür kendimize sâhibiz. Ne yaptığımızı bilecek kadar aklımız başımızda elhamdülillâh.
Aslına bakarsanız, siyâset ve günlük işlere dalmak, gündemlerin peşinde koşturmak insanı kendinden de uzaklaştırıyor. Dışımızda cereyan eden ve çoğu kez bizi hiç de alâkadar etmeyen, aksine, asıl alâkadar olmamız gereken şeylerden alıkoyan vâkıaların uydusu hâline bile getirebiliyor insanı.
Bu anlamda yaptıklarımızdan, attıklarımız-tuttuklarımızdan çok da hoşnut değiliz. Keşke her şeyler yolunda gitse de, bize sâdece yerel târih, kültür, edebiyât konularını işlemek düşse. Ama siyâsîlerin ayak oyunları yüzünden kaybedilen imkânların bıraktığı boşluk ve de sürüklediği loşluk sizi ve toplumu oraya-buraya savuruyor. Dertlendirip kahırlandırıyor. Ondan sonra da ne kültürünüz kalıyor, ne edebiyatınız.
İşte tam bu noktada, bahânemiz yine hazır olabiliyor! Bu da bir edebiyat mıdır, bilemiyorum?! Siyâset yazıyorsak da, onu bile kültür ve edebiyat için yazıyoruz. Kendimiz için yazıyorsak nâmerdiz yâni! Bunun için de az çok kültürü, edebiyatı, okuması-yazması olanların tercih edilmesi için dil döküyoruz. Yaptığımız sâdece bu. Çünkü, bizim dert ve ızdırâbımızdan ancak onlar anlayabilir.
ORDU’YA BAKANLAR, BAKMAYANLAR...
Esâsen Ordu, siyâsetteki ağırlık noktasından çok şanslı. Tayyip Erdoğan’dan sonra 2. adam diyebileceğimiz İdris Naim ŞAHİN Ordulu. İki tâne bakanımız var. Bir tâne de dâmat bakan var.
Ama onlar Ankara’da ve tüm ülkeye bakıyor. Özelde Ordu’ya bakan, onun herkesi ilgilendiren genel problemlerine eğilen, kültür, edebiyat, vakıf, dernek çevrelerinin derdini dinleyen, gençlerin geçmiş ve gelecek noktasında şuur seviyesini yükseltmek için çırpınan, çabalayan birilerini ben göremiyorum. Ankaradaki heyecan ve hizmet dalgasının Ordu ayağı zayıf. En büyük problem burada.
Bakanları kabul ediyoruz. Hizmetlerinin büyüklüğüne inanıyoruz. Ama, onlardan sonrasını, yâni işin Ordu ayağını, sağlam yere basanlardan, halkla iç içe, şeffaf, gayretli, yol gösterici, motive edici, hizmet seyrini canlı tutucu birilerinden seçmek isâbetli olacaktır. Merâmımız kısaca bu. İlgililere duyurulur.
Görüyorsunuz ya sevgili okurlar; siyâset yine yolumuzu kesti. Dil, Edebiyât, Kültür, Dernek yine bir başka bahara kaldı. Ama, siyâset te çok önemli değil mi Allâh aşkına?!
İnşâllâh, yine de boşuna yazmamışızdır. Belki bu defâ, beklentilerimize uygun olarak, şöyle okumuş-yazmış, kültürün, târihin, kitabın, defterin öneminin farkında ve onların da hizmetin vaz geçilmez unsurları olduğunu kabûl edenlerin çoğunlukta bulunduğu bir liste çıkar ortaya.
Bu anlamda bir gönül seferberliği başlar; halkın ümit dünyâsında çiçekler açar.
Siyâset, Ordulular nezdinde çok daha güzel çağrışım, anlam ve boyutlar kazanır.
Yeni dönemin hem siyâset, hem kültür, edebiyât, hem sanat ve medeniyetimiz,
hem de milletin-memleketin tüm işleri için daha çok hayırlar getirecek özellikte şekillenmesi dileğiyle hepinize sevgi ve saygılar sunuyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
06.04.2011 |
|
|
SİYÂSET KAZAN, ORDU KEPÇE...
Mâlum, seçim sürecindeyiz. 12 Hazîran’da tüm ülke olarak sandığa gidiyoruz. Ordu ili için aday adaylarımız ortada. Tüm partileri birlikte düşündüğümüzde yüzlerce diye ifâde edebiliriz sayılarını.
Ancak, hizmet, hizmet diye yanıp tutuşan Ordulu vatan evlatları bunlardan ibâret değil. Diğer bölgelerden de bir hayli var. Sâdece mevcut iktidar ve muhâlefet partilerini ele aldığımızda, meselâ, Akkuş eski belediye başkanı Lütfi EFİL’in İzmit’ten AkParti aday adayı olduğunu duyuyoruz. Dün ajanslara düşen bir habere göre, eski bakanlarımızdan Ferda GÜLEY’in kızı Yegâne GÜLEY CHP İstanbul 3. bölge aday adayı. Akkuş doğumlu Av. Uğur EFİLLİ de yine İstanbul’dan aday adayı olanlardan.
Mesudiyeli hemşehrimiz Rüşat AYDOĞAN’ın son gönderdiği ORDU HABER gazetesinde yazdığına göre Mesudiyeli Zekeriya ERDİM Bey arkadaşımız, AkParti, İstanbul 1. bölge, İskender YAMAN, Kabataş’tan Op. Dr. Şenel YEDİYILDIZ ve Ulubey ilçemizden Hayâti BAYRAK Bey arkadaşımız da 2. bölgeden aday adayılar.
Aynı gazetede yer alan habere göre, İstanbul Belediyesi’nde, Tayyip ERDOĞAN döneminden beri üstün performanslı hizmetleriyle tanınan, Yalova Ak Parti İl Başkanlığı görevini yürütürken istifâ eden, Gölköy Doğumlu hemşehrimiz Temel COŞKUN Bey arkadaşımız da, bulunduğu bölgeden, 24. dönem için adaylığa başvuranlar arasında.
Doğrusu, çoğunu iyi tanıdığımız bu arkadaşlarımızın meclise girmiş olması bizler ve Ordumuz için hayırlara vesîle teşkil edecektir. Her ne kadar, direkt etkileri olmasa da, Ankara’da esen havaların buraya da yansımasına mutlak katkıları olabilecektir.
SİYÂSET İLİMDİR, POLİTİKA FİLİMDİR!
ORDU HABER’de, AĞANIN KÖŞESİ’nde Celal DANIŞ, bu süreç ve beklentileriyle ilgili düşüncelerini şöyle dillendiriyor:
“Sevgili hemşehrilerim. Siyaset kazanı fokur fokur kaynıyor. Temayüller yapılıyor, anketler düzenleniyor. Her kes birinci. Herkes milletvekili… Millet vekili maaşı 6-7 bin lira. Harcadığı para trilyonlar!
Bu işin sonu karanlık. Politik şahıslar, politikacılar önde koşuyor. Dürüst, saygın, okumuş, akıllı, yüreği hizmet aşkıyla çarpan güzel insanlarımız geri planda kalıyor...
Sevgili hemşehrilerim. Siyaset ilimdir, politika filimdir. Film çevirmeyi bırakacağız, dürüst olacağız. Birbirimizi seveceğiz, ülkemizi seveceğiz; her şey vatan için diyeceğiz. Ehil insanlara görev vereceğiz. Filimcilere, politikacılara dur diyeceğiz...
Parası olan değil; aklı olan, yüreğinde hizmet ateşi yanan, kültürlü, liyakat sahibi, faziletli, nitelikli insanlarımız milletvekili olabilmelidir. Bizim milletvekilimiz, Türkiye’nin milletvekili, altın olmalı, pırlanta olmalı!...”
Evet, bir sürü insan var ortalıkta, heveskâr. Parası, çenesi ve profili engin ve de zengin olup görüntüyle işi götürenler olduğu gibi, kendi sâhip olduğu cevheri yansıtamayanlar da var. Hepsi ortalıkta. İş, seçici ve belirleyicilere düşüyor. Vebal onlarda.
SİVRİSİNEKLE KARINCA
Gazetenin sâhibi ve başyazarı olan Rüşat AYDOĞAN da, Başyazısında, Ordulu aday daylarının bölgeleri ve çokluğunu sevinçle duyururken, beklenti ve yorumunu da şöylece bağlıyor:
“TBMM’de yeni yüzler, yeni hemşehriler görmek istiyoruz. Her şeyden önemlisi, hayırlı çalışmalarıyla, örnek hizmetleriyle, şahsiyetleri ve duruşlarıyle bizleri sevindirecek, Ordu ve yöresine hizmet edecek kardeşlerimizi milletvekili olarak görmek istiyoruz.
Eşek arısıyla bal arısını, sivrisinekle karıncayı, meyveli ağaçla kavak ağacını bir tutmayalım. Hangi partiden aday olursa olsunlar, özü sözü bir olan saygıdeğer hemşehrilerimize sahip çıkalım. Hayırlı seçimler diyerek, tüm adaylarımıza başarılar diliyorum.”
Evet, görüldüğü gibi; “kamûnun maksûdu bir!” Her kes aynı şeyi düşünüyor ve söylüyor. Hayırlısı isteniyor; örnek olanı, kültürlü, birikimli, fazîletli, şahsiyetli ve de dürüst olanı. Arkadaşlarımızın dileklerine katılıyorum. İnşâllâh öyle olur. Bir de, tüm bunların üzerine olarak halka, çevreye, insanların geneline daha yakın, hak için hizmete daha düşkün olanı diye somutlaştırmak gerek.
Sevgili okurlar. Günler yaklaşıyor. Nefesler âdetâ tutuldu. Gözler Ankara’da.
Allâh(CC) bizlere, gerek adaylar, gerekse âileleri, gerekse geçmişi-geleceği ve
de millet-memleket için en hayırlı olacakları nasîp etsin inşâllâh diyoruz; ves’selâm..
ORDU HAYAT GAZETESİ
05.04.2011 |
|
|

İKİ GÜZEL MİSAFİR
Evet, nerede kalmıştık? Hatırlayacaksınız, cumartesi gün cumâyı yazmış, sonrasını da bugüne bırakmıştık. İşte, o an geldi.
Her neyse, cumâ gün namazı kıldıktan sonra mağazaya dönmüş, gazete, kitap, takvim yaprağı bir şeyler okuyup karıştırıyorduk. Babam da, çoğu kez yaptığı gibi bulmaca çözüyordu. Aynı zamanda müşteri bekliyoruz. Dost-ahbap, tanıdık-tanımadık niceleri gelip-gidiyor. Her insan ayrı bir âlem, her kes ayrı bir dünyâ…
Derken, o arada, elinde baston, hafif eğilip sekerek yürüyen, gözü alabildiğince çakır, yüzü olabildiğince pamuk bir amca, hiç te yabancı gibi olmayan bir rahatlıkla girdi içeri. Selâm verip, hemen kapının yanındaki koltuğa oturdu.
Hoş-beşten sonra, fındıktan, fiyatlardan falan konuşuluyor. Ben, ilk defâ gördüğüm bu güzel amcayı izliyorum. Tatlı konuşuyor. Hem sevimli. Gözlerinin içi gülüyor. Şimdikilerin ifâdesiyle, pozitif bir sîmâ. Babam, adıyla hitap ettiğine, kırk yıllık dost gibi konuştuklarına göre, çok eskiden tanışıyor olmalılar. Bense, belki ilk defâ görmesem de ilk defâ fark ediyorum
Babam, meraklı izleyişlerimi fark etmiş olmalı ki;
“Oğlum, Şâkir Amcayı tanıyor musun? Kim olduğunu biliyor musun?”
“Recep Hoca’nın babası. Köprü Başı Câmii İmamı Recep Hoca!”
“Evet, nasıl da benziyor? Bu anlamda biraz kafa yorsam çıkarabilirdim!”
“Recep benim büyük oğlum. İki oğlum daha var. Kız-erkek epey kalabalıklar.”
Şâkir Amca 28’li. 83 yaşında. Mâşâllah, oldukça dinç. Kendisi rençber. Babası, dedesi, sülâlesi okumuş. Günümüz Seydileri de oldukça faal insanlar. Hem okumuşlukta, hem de ticârette. Nitekim ortanca oğlu Isparta’da Doçentmiş. Küçüğü de eğitim-öğretim üzre müdürlük hizmeti görüyormuş.
Recep Hoca deyince, Şâkir Amca anlatmağa başladı: Gençliğinde, bir gün Hâfız Mehmet KONAK Hoca’yla karşılaşıyor. Hoca, onu daha uzaktan görür-görmez;
“Ne haber kâtil?”
diye sesleniyor. Şâkir Amca neye uğradığını şaşırıyor. Kendi tâbiriyle, sinek öldürmekten korkan adam nasıl kâtil olacaktı?
Meğer, hocanın kastı bizim küçük Recep’miş. Şâkir Amca köyde, o zamanlar çok revaçta olan, tabanca mermisi dökme işi yapıyormuş. Sâdece mermi döküyorlar, kalaycıların yaptığı gibi köy köy dolaştırıp satıyorlar. Büyük oğul Recep de ona yardımcı oluyor. Köy yerinde büyük çocuk, her anlamda en büyük destek anlamına geliyor âileye.
Ancak, babasının “Dinini diyânetini, Kur’an okumasını öğrensin, bir de bize teravih kıldırabilsin yeter!” diye gönderdiği Recep, kursta, kısa denilecek bir zaman içerisinde çok daha fazlasını öğreniyor. Başarılı oluyor. Göze giriyor. Ancak, dönem sonu, her çocuk gibi o da evine dönüyor. Ama, Mehmet Hoca kâbiliyeti keşf etmiş. Bu çocuk zay’olmamalıydı. Onun için babaya böyle hitap etmişti.
Sonuçta, Mehmet KONAK, en geç 3 yıl içerisinde hâfız yapmak üzere çocuğu Kur’an Kursu’na alıyor. Ve de başarıyor da. Babanın, “bize teravih kıldırsın yeter!” diye hayâl ettiği çocuk, Ordu’nun ardında yıllarca hatimle namaz kıldığı Recep Seydi Hocası olarak, câmi hizmetindeki mümtaz yerini alıyor.
Şâkir amca, tam da adına uygun, ganî gönüllü, mütevâzı, ehl-i şükür bir insan. Her cümlesinin arasında “Çok şükür” diyen bir amca. Bugünün insanının da şükürsüz ve kanaatsiz olduğunu vurguluyor. Eski günlerle bugünleri kıyaslıyor.
“Bizim zamanımızda şu sâhilden Giresun’a günde geçen araba sayısı üçü, beşi geçmezdi. Şimdi her kapıya gidiyor. Bu günlere çok çok şükür. Bunu bilmek, görmek, şükretmek lâzım!”
Tam o sıra, Tam o sıra, zamanımızda oldukça örneği azalan sünnet üzre sakal bırakmış, yaşça daha küçük bir sakallı amca daha girdi içeri. Onu tanıyoruz. Sık sık geliyor. Kabadüz Başköy’den Sâlih ŞENSOY. Sohbete o da katıldı. Tanıştırırken;
“Bu amcanın da senin gibi hâfız oğlu var. Köprübaşı Câmii İmam-Hatîbi Recep Seydi’nin babası!” dedik. O da, oğlunu Bulancak’ta Nûri Hoca’da okuttuğunu, bir yandan hıfzını yaparken bir yandan da Bulancak İHL’ye devam edip bitirdiğini, zamanın okul müdürü Erol AKÇAY’ın kendilerine çok yardımcı olduğunu minnet ve şükranla ifâde etti.
Evet, SÂLİH Amca’nın oğlu Hamza Bey’le biz de bir defâsında burada karşılaşmış ve tanışmıştık. Kendisi Konya Selçuk İlâhiyât Fakültesi mezunu. Hamza ŞENSOY şu anda Yomra Fen Lisesi Din-Ahlâk Öğretmeni olarak görev yapıyor.
Her iki amcaya da imrenmek gerek. İkisinin de hâfız çocukları var. Dolayısıyle, âile olarak da din-diyânet üzre yaşıyorlar. Evlâtları, topluma, en çok lâzım olan şeyi öğretmeye çalışıyorlar.
Bir hâfız olarak en yakınlarından başlamak üzere 70 kişiye şefaatçi olacakları müjdesi var Efendimiz (SAV)in. Ne mutlu onlara! Rabbim çelik-çocukları ve sevdikleriyle berâber mutluluklarını sonsuzlaştırsın…
Sözlerimizi, Şâkir Amca’nın da o gün tekrarladığı gibi, Yûnus Emre’nin meşhûr dizeleriyle bitiriyoruz:
MAL SÂHİBİ, MÜLK SÂHİBİ;
HANİ BUNUN İLK SÂHİBİ?
MAL DA YALAN, MÜLK DE YALAN!
VAR, BİRAZ DA SEN OYALAN!...
Güzel demiş, hem de güpgüzel demiş, değil mi sevgili okurlar ves’selâm?!…
ORDU HAYAT GAZETESİ
04.04.2011 |
|
|

GACAROĞLU AHMET EFENDİ (1876-1962)
Bilmem bu ismi daha önce hiç duydunuz mu? Ben, biraz da babamın da hocası olması, aynı zamanda bitişik köyümüzden ve de torunlarıyle birlikte okumamız, yayla komşulukları yapmamız hasebiyle çocukluğumdan bu yana adını duyuyorum. Doğrusu, hep te merak ediyor, araştırıyor, soruşturuyordum. Elimde şu an bölük-pörçük bir sürü bilgi var. Şimdilik kısaca bir ön bilgi vermeye çalışacağız.
İsterseniz onu tanımaya şöyle başlayalım. Bir baba vardır. Çocuğu Şuayip’te, medresede okumaktadır. Ama, aklı hep büyük şehirlerdedir. Öyle ya; oralarda daha büyük hocalar vardır. Daha kaliteli öğretim söz konusudur. Hâlâ da öyle düşünülmez mi? Aklımız fikrimiz, başta eğitim ve sağlık olmak üzere, hemen hemen her alanda uzaklardadır. Öyle ya, ne demişler; “Boğulacaksan büyük gölde boğul!”
Her neyse; rivâyete göre baba, yukarılara istidâ yazar: " Evladımı daha büyük hocalara okutup, daha mâlumâtlı yetiştirmek istiyorum" der. Babaya cevap gecikmez. Resmi sıfatla Ankara'dan gönderilen ve daha önceden buralara gelip eğitim-öğretimin durumunu bilen müfettişin cevabı şöyledir:
“Efendi! Bu çocuğu böyle yetiştirecek hoca, değil Ankara'da, İstanbul'da bile bulamazsın. Asla bu hocadan başka hoca aramayasın!”
Bu, hocamızın birikim ve yeteneği noktasında bize yeterli bir ipucu veriyor. Sonuçta o da büyük okullarda okuyup gelmiştir. Anlatıldığına göre, onun Hakk'a hizmet serüveni esas olarak kendi emsâli olan Karaağaç'lı Abdurrahman Efendi'nin tahsilini Tokat'ta yaptığını öğrenmesiyle başlamıştır.
Torunlarından Musa YEŞİLBAŞ’ın 10.10.1995 târihi îtibârıyle bize verdiği bilgiye göre 1876 yılında Ulubey Şuayıp(Güzelyurt) Köyü'nde dünyaya gelen Gacaroğlu Ahmet
Efendi'nin babası aslen yine bu köyden Abdullah Efendi, annesi de Fatma Hanım'dır.
İlk tahsilini Yağmur Köyü'nde Abduloğulları’ndan Ordu Kadısı Sâlih Efendi'den alan Ahmet Efendi burada Arapça Dilbilgisi dersi olan Sarf-Nahiv okumuştur. Ailevi sebeplerle bir süre kesintiye uğrayan bu süreç, yukarda da değinildiği gibi Abdurrahman Efendi'yle karşılaşmasıyla yeniden başlamış ve;
"Bu ulvî gâye için ben de yola koyulacağım; seninle ben de geliyorum!"
diyerek onunla birlikte Tokat yollarını tutmuştur.
1317(1901) güzünde ilk defa heybesini sırtlayarak 9 yıl sürecek olan çarıklı yolculuk başlamıştır. Her yılın sonbaharı O da kitaplar ve heybeler yüklenilerek ayakta çarıkla Tokat'a gidip, yaz dönemlerinde kısa bir süre için köye dönmüştür. Tokat'ta 14 medrese var ise de Ahmet Efendi, Kayseri'de Hacı Hasan Efendi'den icazet alan Ömer Fevzi Efendi'yi tercih ederek icâzetini de bu Hocadan Gök Medrese'de almıştır.
Tahsîlini tamamladıktan sonra, Ordu’ya döner. Tercihi, memleketinde hizmettir. İlk müderrisliği Bahattin Köyü'ndeki medresede başlar. Daha sonra Çukur Mahallesi'ne gelir. Bir ara Fatsa'ya bağlı Kabakdağı Beldesi'nde görev yaptıktan sonra Meşayih(Aydınlar Köyü) ve Karaağaç Köylerinde müderrisliğe devam eder. Bu arada bir kanunla Medreseler lağvedilince eğitim ve öğretim faaliyetlerine ara vermek zorunda kalır.
Bütün ülkeyi kaplayan bu fetret dönemi uzun yıllar sürer. Hocanın içi içine sığmaz. Emâneti yerine getirememenin, bildiklerini aktaramamanın sıkıntısı onu arayışlara sürükler. Ahmet Efendi yasak zırhını ilk defa Arpaköy'lü Mehmet Hulûsî Murtazaoğlu ile deler. Yıl 1947, mevsim güzdür. Bismillâh der, Allâh’a sığınır ve kıyın kıyın başlar aldıklarını vermeye. Bundan sonra peşi gelir.
O kaçak, göçek süreçte, Ordu'nun bir dönemine damgasını vuran değerli hocalar yetişmiştir. O yıllar muhtar, yine o yörenin âlim ve gönül adamlarından Veliefendioğlu Hacı İbrâhim Efendi’nin oğlu, hâlen de hayatta olan ve şu an îtibârıyle Kayadibi Köyü’nde oturan İsmail YÜKSEL’dir. Geçen ay, hanımının vefâtı dolayısıyle tâziyeye gittiğimizde yine tekrarladığı gibi, Hoca’ya yardımı çok olmuştur. Kur’an tedrisâtına kol-kanat germiştir. Şikâyetleri göğüslemiştir. Resmî makamlara ulaşanları da bir şekilde çözmüştür.
Gacaroğlu Ahmet Efendi, bu 2. sıkıntılı müderrislik dönemini kendi köyünde, evinin yanında yaptırdığı sınıflarda sürdürmüş ve bugün de hâlâ hayatta olan ve Ordu’muzda dînî, dünyevî bir çok alanlarında hizmet gören, çoğunu yakından tanıdığımız insanların yetiştiği bu bereketli süreç 1961 yılına kadar devam etmiştir.
Okuttuğu dersler, yetiştirdiği ve emek verdiği isimler, prensip ve özellikleri ayrı bir yazı konusudur. Bu konuda epey araştırma yaptık. Yıllarca, her ilgiliden bir şeyler derlemeye çalıştık. Gönül isterdiki, okumuş-yazmış torunlarından biri bu işe eğilsin. Ama olmadı. Elimde, torunlarından Âdil YEŞİLBAŞ’la yapılmış röportaj kasetleri var. Himmet bekliyor. Şimdilik, inşâllâh diyor, ben de sonucu merakla bekliyorum.
Bunlar önemli şeyler. Ama, Ordu’da böyle kültürel ve de özellikle mânevî eksenli konuların kıymet-i harbiyesi yok. Ucunda para yoksa, mânevîyatçı kesim bile ilgi duymuyor. Siyâsetin okur-yazarlığı zâten yok! Bu büyüklerimiz vefâ bekliyor. Bizimkiler vefâ deyince sefâyı hatırlıyorlar.
İşte, vefânın geldiği gün, hepimizin aklı başına gelecek. Noksanlar görülüp telâfî edilecek. 5 Nisan 1962’de rahmet-i Rahmân’a kavuşan âlim hocamıza Mevlâ’dan bol mağfiret diliyor, inşâllâh kendisini 50. vefat yıldönümünden başlamak üzere hürmet ve minnetle anmaya çalışacağımız, memleket için ilmî, irfânî hizmet aşkıyle yanacağımız günlerin çabuk gelmesi temennîsiyle, sevgili okurlarımıza sevgi ve de saygılar sunuyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
03.04.2011 |
|
|
ÇİFTE SALÂ, ÇİFTE EZAN; OLABİLİR BÂZAN!
Dünkü Cumâ yine hareketli ve de bereketli geçti. Tabiî, bana göre! Bilmem, siz ne dersiniz? Arz edeyim isterseniz: Ancak, öncelikle, Avrupa Birliği’ne giriyoruz mu ne, onların âdeti olan 1 Nisan şakası niteliğinde tezâhürler de olmadı değil! Ama, olsun; o da bir hareket değil mi sonuçta?
“Ne gibi?” derseniz; Saat 11.00’e doğru, mûtad olduğu veçhile salâ okundu. Saat değişikliği öncesi alışkanlık eseri olan bu okuyuşun üzerine 12.00’de bir daha okundu. Sizin anlayacağınız, çifte salâlı bir cumâ oldu dünkü gün. Aslında 2. sine gerek yoktu. Ama, vatandaş çok mırıldanmış olmalı ki, tekrarlanması uygun görüldü herhâlde.
Milletin eline koz geçmesin yoksa! Bunda ne var yâni? Câmi önlerinden geçerken bu meseleyi tartışanları, yargılamaya kalkanları gördüm. Yadırgadım ve tepki koydum. Salâ, daha erken verilmişse mahzuru ne? Çok çok da câmiye biraz daha erken gelmiş olursun. Daha iyi ya; sohbet dinler, istifâde edersin.
Ben, niyet kurduğum veçhile Muharrem Câmii’ne giderken yolda Tâlip CAN Bey’le karşılaştım. YeniMahalle Câmii’ne va’za gidiyordu. Mutlakâ, başka hocalar da başka câmilere… Ali Düzgün Hoca ya da diğerleri, kimler nerede bu hafta acabâ? Akyazı’da mı, Meydan’da mı, yoksa Ahmet Cemâl’de mi?
Söylemek istediğimiz, Ordu Müftülüğü’nün yeni uygulamasında, her câmide ayrı konuşmalar yapılıyor. Ya, oradaki görevli konuşacak, ya da müftülüğün organizesiyle vâizler ve uygun görülen hocalar kürsüye çıkacak. İrşada önem veriliyor yâni. Cemaatin yapacağı da sâdece dinlemek. Onu da çoğu defâ yapmıyoruz. Dışarıda laklakla vakit geçiriyoruz.
Her neyse. Dönüp tekrar İmam-Hatip Lisesi Câmii’ne geldim. Her zaman olduğu gibi cıvıl cıvıl. Etraf, Cumâ Çarşısı âdetâ. Alışveriş, sohbet-muhabbet, şaka-şamata canlı.
İçeri girdiğimizde Abdülkadir Hoca, sohbete başlangıç duasını okuyordu. Çok güzel konulara temas etti. Son okuduğu Hadîs-i Şerif’i yorumlarken, herkesin bulunduğu yerde insanlara karşı durumunun ne olduğunu kendi kendine sorgulamasının önemine vurgu yapıyordu.
İnsanlara nasıl davranıyoruz? Onların bizimle ilgili şahâdetleri ve intibâları nasıl? Evde çocuklarımıza, eşimize, işyerimizdeki arkadaşlarımıza, komşularımıza vs. bir insan gibi mi davranıyoruz, yoksa canavar gibi mi? Evde terör havası mı estiriyoruz, yoksa olması gereken İslâmî ve de insânî bir hava mı? Merhametli miyiz, yoksa zâlim, ya da gaddar mı? Kısaca, bizimle ilgili olan her varlığın bizimle ilgili yargıları hak katında çok önem arz ediyor.
Konuşmanın finâlini bu eksen oluştururken, vakit gelmesine rağmen, bir türlü ezan sesi gelmiyordu. Derken, 10 dk. geçince, Nedim Hoca, o neredeyse mikrofona ihtiyâç duymayan gür sesiyle bir ezan okudu.
Düşündüm, neden minâreden değil diye; ve bunun daha da garip bir şey olacağı kararına vardım. O zaman, her zaman olduğu gibi, her yandan duyulacak olan bu dâvûdî ses, soru işâretlerine sebep olur, diğer câmilerde namaza durmuş olanların dikkâtini dağıtırdı. Merkezî sistemde bir aksama olmuş, dolayısıyle okunan ezan buraya intikâl etmemişti. Mesele bundan ibâretti.
Ama tüm bunlar olağan şeyler. Yeni saat sistemine geçişin aksaklıkları. Ve de insanlık hâli. Bir de teknik aksaklık eklenince, böyle durumlar çıkabiliyor ortaya. Yalnız, bilhassa cumâlarda, merkez beklenmeden, yerinden ezan okunmalı. Bu, prensip hâline gelse daha iyi olur gibi gözüküyor.
İmam-Hatip Lisesi Câmii’nin bir durumunu bu defâ iyice fark ettim ki, giriş ve de bilhassâ çıkış trafiği çok sıkışık. Namaz sonrası çıkış dakîkalarca sürüyor. Kapılar yeterli değil. Üst kattan arka yola, ya da yandan yan yola bir çıkış yapılmalı. Daha doğrusu, iyi bir mîmar, tüm bu durumları göz önünde bulundurarak, Kur’an Kursu, Çay Ocağı, Şadırvan, tuvalet, musallâ vs. bölümlerini bir arada ve çevre düzenlemesini de katarak İmam-Hatip Câmii Külliyesi’ni yeniden projelendirmeli.
Bunun âcil olduğunu, o çevrenin ve de okulun, İmam-Hatip adı ve misyonunun şânına yakışacağını düşünüyorum. Her iki görevli arkadaşımız da görev heyecanına sâhipler. Buranın bu zamana kadar gözde bir câmi hâline gelmesinde, bildik bileli burada görev yapan Nedim Hoca’nın katkıları inkâr edilemez. Abdülkadir Hoca’yı da Karşıyaka’dan biliyoruz. Orada, büyük konferans ve kültür salonu bile var. Buraya da çok katkıları olacağı, buraya yepyeni bir çehre kazandıracağı şüphesiz. Zâten ön girişimlerin yapıldığı, durumun müftülüğe intikâl ettirildiği, konunun gündemde olduğuna dâir bilgiler de geldi kulağımıza o gün ki, çok güzel olur.
Başka şeyler yazacakken, ve de bunlar hiç hesapta yokken klâvyenin tıkırtısı bizi buralara sürükledi. Asıl, dün öğleden sonra gelişen ve sıcağı-sıcağına yazmayı düşündüğüm fotoğraflı konuyu, söz vermiş olmak için gününü de belirterek salıya bırakıyor, yazmalarımızın-çizmelerimizin, gezmelerimizin-tozmalarımızın hayırlı, bereketli olması dileğiyle, sevgi ve saygılarımızla berâber, mutluluklarla dolu başarı dileklerimizi sunuyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
31.03.2011 |
| Toplam 92 Blog, 19 Sayfada Gösterilmektedir. |
|
«« « 1 2 3 [4] 5 6 7 8 9 » »»
|
|