|
|
LİBYA’NIN HATIRLATTIKLARI…
Başbakanımızın performansının farkındasınız. Neredeyse, her ayrıntıyla ilgileniyor. Herkese lâf yetiştirmeğe çalışıyor. İçte, dışta, doğuda, batıda, güneyde, kuzeyde; dünyânın her yerinde. İnandığı gerçekleri ve medeniyetimizin koordinatlarını dosta-düşmana, herkese duyurmağa ve öğretmeğe çalışıyor. Konuşuyor, görüşüyor, anlatıyor, açıklıyor. Her yerde, her zaman; durmak yok, yola devam. Allâh yardımcısı olsun…
Geçen hafta Arabistandaydı. Yöneticilere konuştuğu kadar, üniversite çevrelerine ve gençlere de hitap etti. Geçmişimize, medeniyetimize, değerlerimize, kardeşliğimize, birliğimize ve geleceğimize vurgu yapmağa çalışıyordu. Çok da haklı. Gerek içimizde, gerek komşu ve kardeş ülkeler olarak dışımızda, kısaca hinterlantımızda birlik oluşturamadığımız sürece, dirliğe ulaşmamız mümkün değil.
İşte, hep birlikte görüyoruz Libya’da olanları. Biz gerçekten kenetlenebilsek, kendi müessese ve dinamiklerimizi harekete geçirip otoritemizi kendimiz oluşturup Kaddafi ile halkın arasındaki meseleyi kendimiz çözümlemeğe çalışsak, elâleme kapı açmasak olmaz mıydı? Onların şu anki politikası; “Ayağıma yer edeyim, gör sana neler edeyim?!” öyle değil mi? Çık şimdi işin içinden çıkabilirsen?!
Bizim, görevdeyken staj için gönderildiğimiz Cezâyir’de karşılaştığımız Yemenli bir arkadaş söz arasında Yemen’in MAKBERETÜL’ETRÂK, yâni TÜRK MEZARLIĞI olduğunu söylemişti. Bundan da sanki bir övünç payı çıkarır gibiydi.
Aynı şeyi Libya da yapmıyor muydu? Hattâ, KADDÂFÎ, orada Türk işçileri çalıştırırken, Osmanlı’nın evlâtlarını maraba görme niyeti güttüğünü saklamıyordu. Hattâ, şu son olaylarda bile, “biz gidelim de, Akdeniz’de Barbaros’un korsanları mı dolaşsın?” anlamında sözler sarfedebiliyordu.
Buralara nereden gelinmişti? Mâlum, 1. dünyâ savaşından sonra Osmanlı Devleti yıkılmış, onun eyâletleri mesâbesindeki bölgelerde, o zamanların moda akımı sol krallıklar oluşturulmuştu. Adları da hep demokratik cumhûriyetti. Hepsinin de ortak karakteri geçmişe sövmek, üzerine de sünger çekmekti.
Süper güçler tarafından, bu, sözüm ona devletler üzerinde, Osmanlı etrafında yaşanmış birliğin tekrar gerçekleşmemesi için diğer yandan sinsi politikalar da uygulanıyor, aranın kapanmayacak şekilde açılması için olmadık propagandalar yapılıyordu.
Nitekim bizler de, staj için oralarda bulunduğumuz günlerde, çok yerde kendimizin Müslüman olduğunu ispat için Fâtiha okumak, Kur’an açıp tilâvet etmek durumunda kalıyorduk. Zîrâ, oralarda, Türkiye’nin artık İslâm’dan ayrıldığı fikri kasıtlı olarak yayılıyordu. Ve nitekim, bu propaganda tutmuştu da!
Çünkü, görüntü de bu politikayı destekliyordu. Bir zamanlar ezanın bile Türkçe okunduğu bir ülkenin Müslüman olduğunu dışarıdaki bir insana anlatmak elbette kolay değildi. İslâm Ülkelerinde, Türkiye adına Dışişleri bakanlığına bağlı Büyükelçiliklerce düzenlenen Türk günlerinde yapılan tek şey bol bol Türk rakısı ikram etmekten ibâretti!
İslâm Ülkeleri’yle arada gidiş-geliş de yok. Her anlamda uzağız. Soğutulmuşuz. Ticârî anlamda bile bir irtibat yok. Biz oradayken Arap gazetelerinde merhum Turgut ÖZAL’ın bir Cumhurbaşkanı olarak cumâya gitmesi geniş yankı bulmuştu.
Biz, o Yemenli arkadaşa, “ya şimdi hâlinizden çok mu memnunsunuz?” Anlamında şeyler söylemiştik. Ancak, sol kültürle yoğrulmuş bir gence birlik olmanın, İslâm kardeşliğinin önemi kavratılmadıktan sonra, mevcut durumun vehâmetini nasıl anlatabilirsiniz ki?! Nitekim, Yemen bile Yemen olarak kalamamış, Kuzey, Güney diye bölünmüştü. Bir çok islâm ülkesinde bölünmeler hâlâ devam ediyor. İşte SÛDAN, işte IRAK. Şimdi LİBYA konuşuluyor. Demokrasi(!) katliâmı başladı bile. Libya bölünsün, halk ölsün ve de yaşasın demokrasi! Bakalım iş nereye varacak?
O zamanlar, Yemenli arkadaşın değerlendirmelerini garipsemiştik ama, şunu da düşünmüştük: Benzer düşünen bir çok insan bizim kendi içimizde de yok muydu? Hattâ, biz devlet olarak bilhassa o günlerde Osmanlıya herkesten daha çok düşman değil miydik?
Bayramlarda yapılan törenlerde tüm geçmiş alaya alınmıyor muydu? Bu vâdîde, onlara kızmaya çok hakkımız da yoktu. Çünkü, “YOKTU BİRBİRİMİZDEN FARKIMIZ; HEPİMİZ OSMANLI KAÇKINIYDIK!” Sizce de öyle değil mi? Daha yeni yeni geçmişimizle, çevremizdeki kardeşlerimizle barışmağa, onların da bizim gerçeklerimizin bir parçası, hattâ ayrılmazları olduğunu görmeğe başladık. Elhâmdülillâh…
Sevgili okurlar. Tüm bu süreçlerin sebep olduğu soğukluk ve uzun ayrılıklardan sonra yeniden kardeşliğin teessüsü kolay olmuyor. Alışkanlıklar ve tereddütler işi zorlaştırıyor. Rabbimize yalvaralım da yardımcımız olsun. Hepimize akıl, fikir ve kolaylıklar ihsan eylesin. Aksi takdirde bu kâfirler, son örnekte görüldüğü gibi, bizi yutmak için bahâne arıyorlar. Niyetlerini bozmasınlar yoksa, bahâneye ihtiyaç ta duymaya bilirler, Allâh korusun…
Kardeşler olarak bir bayram gibi idrâk edeceğimiz cumâlarmız mübârek olsun.
Gönüllerimiz din kardeşlerimiz ve tüm insanlık dünyâsının sevgisi, saygısı,
zulme, çirkinliklere, haksızlıklara karşı birlik-dirlik rûhuyla dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
24.03.2011 |
|
|

ORDU SİYASETİ ve Dr. TOMAKİN
Mevcut vekillerimizi biliyoruz. Aday adaylarımızı da az-çok tanıyoruz. Meslekî anlamda çok başarılı olanlar var. İdâreci ve teknokrat olarak kendini ispatlamış isimler var. Parası-pulu, zenginlik ve girişimci kişiliğiyle öne çıkanlar var. Her biri, bir yönüyle diğerinden farklı ve ilerde. Kısaca, hepsinin de, var olan farklı nitelikleri tartışılmaz.
Fakat, bu gün ele almak istediğimiz konu bağlamında meseleye bakıldığında, içlerinde eli kalem tutan, bilgi-birikim-donanım anlamında mürekkep yalayıp-yutan var mı, bakıyorum, düşünüyorum; hatırlamıyorum. Hiç birinin bir yerde bir satır yazısını gördüm mü acabâ? Kitap okurlar mı? Kültürle, edebiyatla, ilimle-irfanla akrabalıkları, dostlukları, ilgileri-alâkaları ne derecededir? Doğrusu, hiçbir fikrim yok. Sizlerin varsa, bizi de bilgilendirmenizi arzu ederiz.
Şimdi, bunları yazarken düşündüğüm kadarıyle, belki de bizim 1. problemimiz burada. Okumayla, yazmayla, sanatla kıyısından köşesinden alâkası olmayan insanlardan kültürel konulara ilgi bekleyip durduk. Yazdık-çizdik, bağırıp-çağırdık. Hep boşuna. Boşu boşuna düşman sâhibi de olduk bu arada. Öyle ya, hep tenkit, hep tenkit! Meğer, suç bizdeymiş! Olmayacak şey peşinde koşmuşuz! Kavak ağacından kiraz toplanır mı? Dervişin fikri neyse, zikri de odur! Böyle söylememiş mi atalarımız?
Yeni, eski; hiç birinin, herhangi bir kültürel aktivasyonu olanını tanımıyorum içlerinde. Sâdece İsmet ERÇAL var. Biliyorsunuz, kendisi Kumru’lu zengin bir iş adamı. Bir şiir kitabı bastırmıştı. Hattâ, o kitapla, o zamanlar Yazarlar Birliği Ordu Şûbe Başkanlığı görevini yürüten ve de kolay kolay şâir ya da yazar beğenmeyen Gökhan AKÇİÇEK arkadaşımızın yakın ilgisine mazhar olmuş, şiir şölenlerinde, şâirler listesine girmiş, kalabalıklar huzûrunda şiirlerini okumuştu. Belki de, topluluğa seslenmenin zevkine de oralarda erdi de, bu gün aday adayı olarak Orduluların karşısına çıktı. Temâyül yoklamasında iyi de oy aldı. Tebrik ediyor, başarılar diliyorum.
Yazıyı yazdığımız şu anlarda, İsmet ERÇAL dâhil, tüm aday adayları Ankara’da, genel merkezin mülâkâtına giriyorlar. Dr. Abdurrahman Bey de oralarda. Allâh yardımcısı olsun. Geçen dönem bizim de katılıp o tatlı heyecânı yaşadığımız mülâkâttan, listede yukarılara yükselmiş olarak çıkmasını arzularız. Buradan, tekrar başarılar dinliyoruz.
Kısaca söylemek gerekirse, Abdurrahman Bey’in birikimli, tecrübeli, engin, mütevâzı kişiliğine Ordu’nun ihtiyâcı var. Ordu siyâsetinin belirsizlik loşluk, bulanıklık ve karmaşadan kaynaklanan gerginlikten bir an önce kurtulması lâzım.
Bu böyle gidemez. Halkla, toplumla, sivil toplum örgütleri ve sosyâl çabalarla ilgisi olmayan kopuk siyâset insanları tatmin etmiyor. Siyâseti yanında görmeyen kamu, yakıştırmalarla kirlilikleri daha da abartıyor. Sonuçta her şey tatsız-tuzsuz, kokuşmuş bir hâl alıyor. Artık, bu durumdan gınâ geldi.
Partiye sâdece işi olanlar değil, olmayanlar da gitmeli. Orada bir yakınlık görmeli. Kendindenlik hissetmeli. Orayı 2. adres belleyebilmeli. Kendisini ifâde edebileceği bölümler, faaliyet alanları, düzenekler olmalı.
Her şeyden önce, fizikî anlamda binâ yenilenmek ve parlatılmakla kalmamalı, kimyâsının da temizliğine dikkât edilmeli, kirli kokuların varlığı söz konusu bile edilebilecek pozisyonlara meydan verilmemeli.
Bu meyânda, zâhirî plândaki hizmetlere diyecek yok. Ancak, kültürel hizmetler hiç gündemde yok. Çünkü, vekillerin öyle bir geçmişi yok. Geleceği nasıl olsun ki? İşte bu dönemde bu tarafın dikkâte alınması lâzım. Kültür, Sanat, Edebiyât çevreleriyle diyaloğu iyi olan, onları ara sıra bir araya getirip fikir teatisinde bulunacak, alçakgönüllü, vekilliğin, paranın, makamın-mevkiin kimyâsını bozmayacağı kişiliklere ihtiyaç var.
İşte, Dr. TOMAKİN, tam bu noktada mevcutlardan ve diğer aday adaylarından ayrılıyor. Çünkü o, şimdiye kadarki hayâtı sürecinde, meslekî çabaları dışında da, okuyan-yazan, bilgiden, kültürden kopmayan münevver bir kişilik olarak kendisini ispat etmiş bir isim. Bu, özellikle, gecesi-gündüzü yoğun geçen doktor câmiası için çok çok ayrıcalıklı bir durum. Özel ilgi ve fedâkârlık istiyor.
Bir defâ o, meslek grubunun genel karakterinin aksine, bulunduğu yerlerde öteden beri değişik dernek, vakıf ve sivil toplum örgütlerinde başkan ya da üye olarak etkinliklerde bulunmuş. Destek vermiş. Okumadan-yazmadan, kültürden, edebiyâttan kopmamış. Kısaca, kitabın, defterin, ilmin, irfânın izini sürmüş münevver bir insan olarak.
Bu arada ilki KUR’AN’DA DÜNYEVÎ BİLGİ ve 2.si MÜSLÜMAN ve önceki gün imza merâsimini yaptığı HALKLARIN SİYASETİ ve CUMHURİYET EL KİTABI adlarında olmak üzere bilgi ve bilinç seviyesi yüksek iki kitap yayınladı. bu bir dikkât, rikkât, derinlik ve zihnî konfor meselesi.
Sevgili okurlar. Bu yeni dönem hayırlı olsun. Duâ edelim de inşâllâh adâlet, emânet, tevâzu, şeffaflık, ilim, irfan, samîmiyet, asâlet ve haysiyet kavramları kazansın. Olması gerekenin aksine olarak, "kapalı kapılar, karanlık yapılar!" kalmasın.
Allâh'ın rahmeti, bereketi ve de hidâyeti; milletin, memleketin ve hem de siyâsetin üzerine olsun ves'selâm...
ORDU HAYAT GAZETESİ
23.03.2011 |
|
|
Dr. ATİLLA ÖZTÜRK’ÜN DÖNÜŞÜ…
Aklımız orada, gözümüz, kulağımız medyadaydı. En son, beklenen müjdeli haberi hep birlikte, mutlulukla duyduk, okuduk: “Sedyeyle gitti, yürüyerek döndü!” Sevinmemek elde değil. Hem doktorumuz, hem âilesi, çocukları, yakınları, sevenleri ve de hem, tüm iyilik, güzellik, adâlet adına.
Zîrâ, bu olay sâdece onu değil, herkesi yaralamıştı. Mâşerî vicdan incinmişti. Her taraftan üzüntü ve gözyaşı haberleri geliyordu. En ücrâ yerlerde o konuşuluyor, olay hatırlandıkça, insanlık ve insanlarımız için böylesine çaba gösteren bir insana, böylesine bir saldırının yapılmasına ruhlar isyân ediyordu. Kahrolmuşlardı âdetâ.
“Baba, Atilla Amca için de duâ ediyorsun, değil mi?”
Küçük oğlum Yusuf Kerem, sabah, ya da akşam, her namazın ardından duâ ederken, “Baba, Atilla Amca için de duâ ediyorsun, değil mi?” diye soruyordu.
Hastânenin girişinde panolarda, Dr.Atilla ÖZTÜRK için duâ talepleri vardı. Haber kısa zamanda, değil Ordu’ya, tüm ülkeye, her tarafa yayılmıştı. Ulusal medyâ da kendisini yakından tâkip ediyordu. Ve bu, duyan herkesi derinden etkilemişti. Gönüller hasta, vicdanlar yasta; diller duâdaydı.
Olayı hatırlayınız. Daha bir ay kadar evvel, yıllarca görev yaptığı, sayısız insana, gönülden ve de candan olmak üzere can hizmetleri sunduğu hastânenin önünde, insanların yoğun bulunduğu bir yerde, güpegündüz, canına kasdeden bıçaklı bir saldırıya uğramış, başta kâlbinden olmak üzere vücûdunun çeşitli yerlerinden öldürücü darbeler almıştı. İnsanlık adına, geleceğimiz ve de çocuklarımız adına kurguladığımız hayâller de büyük darbe almıştı bu olayla birlikte.
“Çıkmayan candan ümit kesilmez”miş…
Ne yalan söyleyeyim; olan bitenlerin seyri ve ilk günlerin şaşkınlık ve sessizliği, doktorumuzun suskunluğu ve de bir bakıma, haksızlığı zâhir böylesi beklenmedik bir muâmeleye dûçârlığın verdiği bir nevî küskünlüğü diyebileceğimiz o hâli beni oldukça ümitsizliklere gark etmişti.
“Çıkmayan candan ümit kesilmez!” sözü her ne kadar bir gerçeğin ifâdesi olsa da, doğrusu, böylesine güzel, tatlı, hoş, iç açıcı bir haberi doktorumuz ve hepimiz için Allâh’ın bir lûtfu olarak görüyorum.
Bunun da ötesinde, yaptığı fedâkârca iyiliklerin, dürüst görevlerin, sunduğu candan hizmetlerin, sergilediği samîmî ve yakın davranışların, kurduğu sistemlerin, kazandırdığı yatırımların karşılığını, daha bu dünyâdayken almağa başlaması olarak değerlendiriyorum.
Nitekim, menfur hadiseyi duyar duymaz tedâvisi için yollara düşüp gelen profesörler ve de İstanbul’a gittiğinde, Ordu’da kendisine yapılan süratli ve nitelikli müdâhalenin seyir raporunu okuyan hocalar, oraya göre bir taşra kenti olan Ordu’da böyle bir becerinin gösterilebilmiş olmasını hayretle karşılamışlar, takdirlerini belirtmekten kendilerini alamamışlardır.
Sonuçta tüm bunlar, -önce Allâh’ın yardımı elbette ama, sebep olarak ta- oluşumunda bizzat Atilla Bey’in katkıları ve öncülüğü olan, yardımın eli diyebileceğimiz düzenek ve performans fenomenlerinin bir meyvesi.
GÖRENLER ve de BİLENLER…
Değerli dostlar. Şunu söylemek gerekir ki; yaptıklarının karşılığını hayırlısından ve de peşin peşin ve dahî dünyâ gözüyle görmek her kula nasîp olmaz. Rabbimiz, iyiliklerinin, güzel hareketlerinin bereketi olarak onu başta kendisine, çocuklarına ve tüm sevdiklerine bağışlamıştır.
Bunu görmek ve de bilmek gerek. Nitekim, başta köylüleri, mesâi arkadaşları ve sağlık mensupları, siyâsîler, hemşehriler olmak üzere insanlarımız onu İstanbul’da ziyâret etmenin yanında, tedâvi sonrası indiği havaalanına kadar da akın akın giderek vefâ ve kadirşinâslıklarını göstermişlerdir.
ŞÜKÜR ve TEŞEKKÜR
Bu arada ayrıca, başta, tedâvi sürecinde sâniyelerle yarışan, olağanüstü, hattâ beklenmedik bir performans sergileyen çok değerli sağlık ekipmanına teşekkürler yanında Rabbimize şükrümüzü de unutmamalıyız sevgili okurlar.
Şükürler olsun Rabbim, yöremizin, kendisini ona adamış, fedâkârlık ve hizmet örneği bir iyi insanını bize bağışladığın için. Kötüler her ne kadar çok olsa ve de rağbet görüyor gibi görünse de, asıl olanın iyilik olduğunu, onun meyvelerinin çok daha tatlı, kalıcı ve cennet nîmetlerinin birer örneği olduğunu gösterdiğin için…
Sevgili Doktorum. Tekrar “HOŞ GELDİN!” diyor, seni sevgiyle kucaklıyoruz.
Çok çok geçmiş olsun. Yaşadıklarınızı artık ne siz, ne de kimseler yaşamasın…
Kötüler, zâlimler, habis rûhlar kendi belâlarını kendi başlarından bulsun…
Toplum, iyi-güzel hareketler, sonsuza uzanan bereketlerle dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
22.03.2011 |
|
|
BİR BABA ZİYÂRET…
Pazar gün babamla bir köy turu yaptık. Hava oldukça sisliydi. İşlerimizi kestirmeden hâlledip, devamını havanın müsâit olacağı bir zamana bırakarak çabucak döndük.
Bu arada ne zamandır gerçekleştirmeyi düşündüğümüz bir tâziye ziyâreti vardı. Onu yerine getirdik. Yakınlaştığımız noktada, tâtile rağmen gideceğimiz kişinin oralarda olduğunu görünce, kavşaktan 100 m. kadar geri dönerek arabamızı kumlar, çakıllar arasında bir yere park ettik.
Orası inşaat hâlinde. Daha doğrusu kendini yenileme, alanını ve işin boyutunu genişletme durumunda. İşçiler harıl harıl çalışıyor. O da, bir patron olarak işlerinin başında. Bir taraftan iş yürüyor, diğer taraftan inşaat.
Kendisi ortada bir meydan ateşi yakmış. Birkaç kütüksü ağaç birbirine yaslanmış, iştahlı bir şekilde yanıyor. Elini-ayağını ısıtmak isteyen kendini oraya atıyor. Her tarafı açık ve herkese açık.
- Selâmün aleyküm, hayırlı olsun, kolay gelsin. Bu arada kusura bakma, duyamadık, cenâzeye gelemedik. Başınız sağolsun. Allâh rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.
- Sorma Sâlim Amca! Babam bir anda gitti. Beni bu kadar şoka uğratan, yıkan bir başka olay yaşamadım hayâtımda. Babam öyle faal biri değildi. Sessizdi, sâkindi. Bana maddî desteği falan da olamıyordu. Ama, şurdan doğru çıkıp gelmesi, daha doğrusu, varlığı yetiyordu. Ölünce anladım bunu. Tam da şurda karşılaşırdık her zaman. Babamın gitmesi müthiş bir boşluk oluşturdu. Başkalarını bilmem. Kimi babalar ve çocuklar arasında resmiyet olur. Biz öyle değildik. Baba-oğuldan çok, kardeşten de öteydik. Her şeyi konuşup paylaşabiliyorduk. Aramızda çok yaş da yoktu zâten. 17 yaşındayken evlenmiş. Ben onun bavulla askerden geldiğini hayâl-meyâl hatırlıyorum. İşte böyle. Kim ne derse desin; dünyâ boş. Ne olursan, kim olursan ol. Sonuç bu. Gerisi yalan. Allâh rahmet eylesin.
- Âmin. Evet, dediğin gibi, hayattayken anlaşılmıyor. Büyüklerin yeri öldükten sonra belli oluyor. Ama, gerçek bu. Allâh mekânlarını cennet etsin… Eeee, bu arada hayat devam ediyor. Burayı hep sen mi yaptırıyorsun, yoksa firma mı?
- Biz yaptırıyoruz sayılır. Şirketin katkısı çok az oluyor. Meselâ 100m2’lik yer için para veriyor. Biz yaptırıyoruz onun 3-5 misli. Yetmiyor çünkü. Üzerini biz tamamlıyoruz. Tüm kısımlar için böyle bu. Dükkân için, büro için, beton zemin için. Öyle yürütüp gidiyoruz işte.
- Bu arkadaşlar kim? Mâşallâh bayağı elemanın var gâlibâ!
- Kimi bekçi, kimi işçi. Kimisi de firma elemanları. Ne yapacaksın âbi…
Allâh sana bir çatı nasip etmişse insanları gölgelendireceksin. Yoksa tutunamazsın. Bu dünyâda da tutunamazsın, öbür dünyâda da! Biz vermeğe çalışıyoruz da ne oluyor? Allâh bize daha çok veriyor. Çok şükür…
- Çok güzel, çok doğru bir söz. Evet, aynen öyle!
- Âbi, bizim bir tanıdık var. Kendisi iş adamı. Babası da çok zengin. Yaşı 90’a yaklaşmış durumda. Adamın trilyonu var. Bankada. Geçende, bankada onunla ilgilenen bayan memurun tayini çıkmış, “artık benim işlerimle kim ilgilenecek?” diye resmen ağlıyormuş. Oğlu iş adamı. Diğer çocukları da dâhil hiç birine zırnık koklatmıyormuş. Kendisi de harcamıyormuş. Köyden, yürüme gelmeğe yelteniyormuş para gitmesin diye! Öyle biri!
- Doğrudur. Çünkü, bizim çevremizde de var ona benzer tanıdıklar. Geçmişte de örneklerini çok gördük.
- Evet Âbi. Neye yaradı şimdi bu zenginlik? Kime faydası var bunun? Kendilerine bile yok! Bir de ötede hesabı var. O zannediyor ki, ben paramı koruyorum, harcamıyorum, kimseye vermiyorum. Bilmiyor ki vermek ona nasip değil. Allâh verdirmiyor!
- Tabiî ki! Bir bilse, bir idrâk edebilse, “Allâhım, bana sadaka vermeyi nasip et!” diye yalvarırdı da, Allâh da duâsını kabul ederdi.
- Elbette! Şimdi n’olacak? Yarın ölecek. Mîrasın %40’ını devlet vergi olarak alacak. Gerisini de evlâtlar pay edebilecek mi, kim bilir? Yaşayacakları zorluklardan dolayı lânet bile okuyacaklar belki de! İşte böyle âbi. Allâh hepimizin sonunu hayr’eylesin.
- Âmin kardeş. Neyse, sana kolay gelsin. Babanın mekânı cennet olsun. Bu arada, iyi muhabbet ettik. Çaya da teşekkürler. Hadi Allâh’a ısmarladık.
- Güle güle gidin. Çok sağolun. Ayaklarınıza sağlık. Her zaman beklerim…
Bugünlük de böyle ve de bu kadar, sevgili okurlar…
Rabbimiz, üzerlerimizde ödenmez emekleri bulunan büyüklerimizden
ve onların evlâtları olan bizlerden râzı olsun…
Ve dahî, hepiniz ve de hepimiz Allâh’a emânet olalım ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
21.03.2011 |
|
|
TEMÂYÜL OKUMALARI
12 haziran 2011 tarihinde yapılacak olan 24. Dönem Milletvekilliği seçimleri için süreç yoğunlaşarak sürüyor. Geçtiğimiz Cumartesi günü teşkilat içi temayül yoklamaları yapıldı. Ordu için, halkın da, delegelerin de çok da ilgi gösterdiği söylenemeyecek olan işlem Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda gerçekleştirildi.
2007 seçimlerinin temâyül yoklaması, ATATÜRK SPOR SALONU’nun 3-5 katı büyüklüğündeki ve o zamana göre şehrin çok daha uzağındaki YAZICIOĞLU SALONU’nda yapılmıştı. Biz de katılmıştık. O zamanki katılım, ilgi ve heyecan çok daha fazlaydı. Ama, sonuçta sandıklar Ankara’ya gitmiş, kendimizin de içinde olduğu oylamanın sonucunu bir türlü öğrenememiştik. Hâlâ da biliyor değiliz.
Sonuç neydi? Adayların seçiminde ne kadar etkili oldu? Bilen yok. Böyle olunca da, bu işler inandırıcılığını yitirmişti. Belki de, yakına getirilen sandığa bu ilgisizlik bu sebeptendi. Belki de tepkiydi! Kim bilir? Hattâ, burada, daha önceki, 2002 seçimi temâyülünde, sonuçların açıklandığını söylememiz gerek. Ama, orada da işlemlerin pek de sağlıklı olmadığı dillerde dolaşmıştı.
Siyâsetin işte böyle cilveleri var! Çoğunlukla, iyi niyet hak getire! Güzellikler, sâdece tesâdüfî gibi. Kurala uyulsa da, niyet çarpıklığı, sonucu da çarpıtıyor. Daha sonra çarpıklar, bir şekilde kendisi de çarpılıyor ama, iyilerin ve iyiliklerin hasreti sürüp gidiyor sonuçta. Rabbimiz, arada ezilenlerin ve mağdur olanların, hakkı yenen ve çiğnenenlerin yardımcısı olsun! Kötü niyetlileri de ıslâh etsin. Başka ne diyelim?!
Bu defâ da sonuç, hem de hiç bekletilmeden, dedisiz-kodusuz olarak hemen açıklandı. Ancak, elbetteki, sonuçta bağlayıcılığı önemli olan. Onu da izleyeceğiz. Bakalım FâtihHan ÜNAL’ın 1.ciliği göz ardı mı edilecek? Yoksa katılmayanlar mı tercih edilecek? Onca eşikler atlayıp, bunca oy alan Ayşe Bahar ÇEBİ dikkâte alınmayıp ta, halkın huzûruna çıkmağa yüzü olamayanlar mı öne çıkarılacak?
Sizce, mevcut vekiller, bakanlar dâhil, temâyüle girselerdi, FâtihHan, Ayşe BAHAR, Dr. TOMAKİN üçlüsünün oy ortalamasının üstüne çıkabilirler miydi? Peki, Dr. TOMAKİN’in, geçen seçimde listedeki yeri, gösterdiği gayretler, alt yapı anlamında insanlarımıza verdiği emek göz ardı edilip, kendisine yakın, candan insanları yukarılarda görmek isteyen çilekeş halkımız hayâl kırıklığına mı uğratılacak?
Şunu söylemek istemiyorum: Mevcutların hepsi de hayırsız ve tamâmen kötü! Aslâ ve aslâ. Benim demek istediğim, insanlar yenilik istiyor. Gördükleriyle yetinmiyor. Ülkenin başka yerlerinde yapılanların da yapılmasını istiyor. Dostluk istiyor, kardeşlik, kucaklaşma, gönül berâberliği istiyor. Ankara’nın performansına ve halkın maddî-mânevî, kültürel beklentilerine uygun adım hareket edebilecek yüzler istiyor.
Bir de ne istiyor? Bakınız, şu an elimde bir kitap var. Çağımızın büyük âlimlerinden Sâid Havvâ’ya âit. Eğitimle ilgili. Bölüm arasında bir sayfaya, nispeten iri harflerle yazılmış güzel bir söz var. Şöyle:
“Sadece iylikleri geliştirmek yeterli değildir.
Bununla birlikte kötülüklere engel olmak,
iyinin ve güzelin yaşaması ve devamlı olabilmesi için zorunludur.”
Evet, halkımız artık Ordu’da iyilikler, güzellikler, şeffaflıklar istiyor. Siyâseti yanında görmek istiyor. Siyâseti bir-kaç kişi ve grup arasında al gülüm, ver gülüm, işine gelmiyenlerin işini gör gülüm! Oyunu olarak görmek istemiyor. Görünen nisbî iyilikler kadar, kötülüklerle mücâdeleyi de görmek istiyor. Kaldı ki, mevcut hâliyle siyâset hiç te iyi bir görüntü vermiyor. Bu anlamda, yüksek oy alan tüm isimleri incelediğinizde bir yakınlık, verilen oydan ferahlık duyma, gözü arkada kalmama, kalite ve güleryüz özlemini rahatlıkla görebiliyorsunuz…
“İnşâllâh bu defâ!” diyor, ve temâyül sonuçlarının Ordu’muz, yurdumuz
ve de tüm insanlık âlemi için hayırlara vesîle olmasını diliyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
20.03.2011 |
|