Menü

Anket

Sitemizi Beğendiniz mi?
Evet (%73,9)
Hayır (%20,0)
Kararsız (%5,93)

Toplam Oy: 219

Tüm Anketler

Takvim

« Aralık - 2025

»

PT SL ÇŞ CM CT PZ
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31

İstatistikler

 Toplam Hit: 4606985
 Sitede Aktif: 2
 Ip: 172.70.131.150
 Browser: Default - 0.0
 Toplam Kategori: 20
 Toplam Blog: 561
 Toplam Yorum: 28
 Toplam Resim: 6
 Toplam Mesaj: 17

Etiket Bulutu

15 Temmuz 2016 Cumâ Dirilişi adayname aile âile Akdeniz Üniversitesi akrostiş anı Antalya Antalya Palas aşık edebiyatı ÂŞIK EDEBİYATI BABA başbakan başkanlık Bedford, Araba sevdası Biyografi cami cemaat cemiyet chp cuma cumhurbaşkanı çocuk edebiyatı Çocuk Edebiyâtı ÇOCUK ŞİİRLERİ dede deneme DÎNÎ ŞİİRLER DİNİ-MİLLİ ŞİİRLER DÖRTLÜK edebiyat eleştiri eymür eymür köyü eymürname GÜZELLEME halk şiiri halk şiri HÂTIRA hâtıralar HAYAT HİKÂYESİ HECE HECE VEZNİ hiciv İMAM-HATİP PİLÂV GÜNLERİ işkence KADİR GECESİ KÂFİYE komşu ülkeler koşma köy yazıları köyname lüleburgaz MANİ Manzum Fıkralar mızrap NÂMELER Nasreddin Hoca NURİ KAHRAMAN okul edebiyatı ordu ordu hayat ordu hayat gazetesi ordu imam-hatip Palace Palas RAMAZAN RAMAZAN EDEBİYATI recep tayyip erdoğan siyâset şiir toplum türkiye ulubey Yalçın Yüksel Yeni Türkiye zulüm

MIZRAP 2011

Bu Kategoriye Ait Blogları Rss İle Takip Et
Mar`12
26
OSMAN ALTAŞ NASIL ADAM?
MIZRAP 2011

Yorumlar(0)

“OSMAN ALTAŞ!” NASIL ADAM?

Burada birkaç defâ değindik. Yazarımız Muzaffer Günay Bey, Osman Altaş Hoca’nın biyografisini yazıyor; ve de bitirmiş biliyor musunuz?! Daha önce de söylemişti, benden de yazı istiyor. İyice sıkıştım vallâ! Ne yapmalı, bilemiyorum ki? Ne yapacağız, alıp kalemi ele yazacağız! Başka çıkar yol var mı? Arkadaşımız kitabı bitirdi iki aya kalmadan, biz bir yazıyı bile yazamadık! İşte, fark diye buna derler! Kendisini tebrik ediyorum.

Peki, kabul etik, öyle dedik de; ne yazalım, nasıl yazalım şimdi? Osman Altaş’ı nasıl anlatalım? Çok da tanımıyorum ki aslına bakarsanız! Niye derseniz; köyü köyüm değil, mahallesi de mahallem! Ne ceniği ceniğim, ne de yaylası yaylam! Babamla yayla hâtıraları varmış, onu da bu vesîleyle öğrendim, ama, o zamanlar ben bedenen dünyâya gelmemişim henüz.

Sonraları, gitmeğe elbette gitmişimdir de, o zamanların Yaslıyurt günlerinde ben yokum. Beni Çambaşı günleri ilgilendiriyor. Çünkü, bir yıl Değirmenbaşı Obası’na babaanneme gönderildiğimi hatırlıyorum hayâl-meyâl. Onun dışında hep Çambaşı, lise yıllarının sonlarına kadar. Sonra yüksek okul, görev falan derken yayladan da, cenikten de kopuşlar.

DEĞİL KIZINI, CANINI BİLE!

Osman Altaş’la tanışma sürecimiz İmam-Hatipli yıllarda oldu. O da, çok uzaktan. Daha çok, rahmetli Mahmut Ağabey’e kızını vermesiyle dikkâtimizi çekmişti. Ne zamanki, ona kızını almasını kendisi teklif etmişti! İşte o zaman, bu nasıl iş, nasıl adam demiştik?

Öyle ya, toplumun o günlerinde bir kıza bakmak kavgaların, cinâyetlerin baş sebebi. Normâlinden istemek bile neredeyse yürek işi! Bu nasıl iş ki, hem de koskoca hoca bir adam, kendi kızını, Ünye’nin bilmem ne köyünden, yetim bir delikanlıya teklif ediyor! Vay anasını! Hayret etmemek elde değil!

Bu işte rahmetli Ağabey’in gözdeliği, yakışıklılığı ve de; sesiyle, sazıyla, sözüyle; duruşu, kişiliği ve önder konumuyla bir dönemin, bir neslin önde gidenlerinden oluşunun da payı vardı elbette ama, daha çok, İmam-Hatip deyince onun yanında akan suların durması, kâlbinin küt küt vurması en belirgin sebepti. Nitekim öyle de oldu. Kızlarından bir diğeri de, yine İmam-Hatipli bir arkadaşımızda.

Çok ayrıntısını bilmiyoruz ama, gördüğümüz kadarıyle, bu okulların açıldığı günden sonra çocuklarını hep buraya verdi. Bilebildiğimiz kadarıyle bu, torunlarında da devam etti. Son düğününe gittiğimiz torunu da, dâmatları da İmam-Hatipliydi ve bizim de öğrencilerimizdendi.

BİR SEVDÂYDI İMAM-HATİP!

Sizin anlayacağınız Osman Atlaş Hoca bir İmam-Hatip sevdâlısıydı. İmam-Hatibin ve İmam-Hatiplilerin her zaman -en önde olmak üzere- yanındaydı. Hem binâsı, hem îmârı, hem maddesi, hem mânâsı noktasında. İmam-Hatip ekseninde her dernek, her vakıf, her oluşumda yer alıyordu.

Benim gözlemim bu. Çok fotoğrafını çektim ama net diyaloglar hatırlamıyorum. Hem biz, öyle çok muhabbetli olabilemedik. Ürkektik, çekingendik. Özellikle bizim okullarımız hep göz önünde oldu. Tâkip edildi. Kendi idârecilerimiz bile çoğu defâ bizlere problem gözüyle baktılar. İşte, böyle bir ortam verimli bir netîce getirmedi bu anlamda.

Bu meyânda diyoruz ki; “Ne olurdu, hep birbirimizin iyi taraflarını ön plâna çıkarıp ta, onları birleştirip güzellikler ortaya koyabilseydik. Hasetlik, fesatlık, gammazlık peşlerinde koşmasaydık!” Şimdi dergilerimiz olurdu, kitaplarımız olurdu; bol bol yazı ve hâtıralarımız bulunurdu başvuracak!

Düşünün, yıllarca üzerinde durduğumuz gibi, bir dergimiz olsaydı; 40 yıllık okul sürecinde 20 sayı dergimiz çıkmış olabilseydi; Muzaffer Bey gibi kitap yazacak arkadaşların elinde en azından bir yol haritası bulunur, işler kolaylaşırdı. Röportajlar, haberler, tanıtma yazıları, etkinlikler, konuşmalar derken sayısız materyâl bulunurdu elde. Şimdi ara ki bulasın! Çokları zâten hâtıralarıyle gittiler. Mekânları cennet olsun! Âmin…

SIKINTILI ZAMANLAR!

Tüm ülkede olduğu gibi Ordu İHL’de de çok sıkıntılı günler yaşandı. Türkiye’nin, hattâ dünyânın tüm gündemi, siyâseti, cılız, gariban, mazlum kız çocuklarımız üzerinden seyretti. Yavrularımız çok hırpalanıp örselendiler. Öyle zamanlarda hepimizin tesellîlere ihtiyâcı vardı. İşte böyle durumlarda Osman Atlaş hep çocuklarımızın yanındaydı. Onların gönüllerini almağa, tesellî vermeğe, çözüme bir yol bulmağa, arabulucu olmağa çalışıyordu.

O, bu anlamda, bu müessese ve mensupları için her şeydi. Ağabeydi, hocaydı, ataydı, dedeydi…

Kişilik ve misyon olarak, sakalı ve mütebessim yüzü, sevecen edâsı, düzgün kıraatıyla her zaman dikkât çekiyordu. Bir imam olarak görevinde vakur ve işinin erbâbı, toplum içerisinde de muhabbet insanı ve pozitif tavırlıydı. Bulunduğu ortamda kendini dinletiyordu.

Görev arkadaşları ve yakınları arasında ayrı bir yeri olduğu gözleniyordu. Herkes onunla aynı masada olmaya can atıyor, sohbetinden keyif alıyordu. Kederle gelen, neşeyle dönüyordu. Bu yaşında, âlâ öyle, hâlâ tebessüm ve neş’e kaynağı. O, âdetâ bir neslin tebessüm çiçeği.

SABIRSIZLIKLA BEKLİYORUM!

            Muzaffer Bey’e neler anlattı, neler yazıldı; bilmiyorum. Ama, doğrusu çok merak ediyorum. Bu saha çok bâkir. Osmanlı’dan Cumhûriyet’e geçiş sürecindeki belirsizlikler konuyu daha da ilginçleştiriyor. O boşlukta neler oldu?

Osman Atlaş nasıl ve ne şartlarda yetişti? Kimlerden ders aldı? O yıllarda neler yaşandı? Dünle bugün arasında ne gibi farklar var? Dolayısıyla, onun hayâtı belirli bir dönemin ve neslin panaroması niteliğinde olacak.

            Merakla beklediğimi, benzerlerinin Muzaffer Bey, ya da başka kişilerce yazılmasının iyi olacağını belirtiyor, Osman Atlaş Hocamız’a hayırlı, uzun ömürler, sıhhat ve âfiyetler diliyor; böylesi  nice güzelliklerde buluşmağı umarak selâm, sevgi ve saygılar sunuyırum ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

09.01.2011


Mar`12
26
DÜN, GÜNLERDEN TAM DA CUMÂYDI...
MIZRAP 2011

Yorumlar(0)

DÜN, GÜNLERDEN TAM DA CUMÂYDI...

Elbette öyleydi ve öyle olacaktı. Biliyoruz, başka türlü olması zâten söz konusu değil de, bizim demek istediğimiz, cumâ gününün bayram esprisine uygun iş, diyalog, muhabbet ve ziyâretlerle dolu dolu geçti de, ona vurgu yapmak istedik.
Efendim, öncelikle, uhdemize tevdî edilen ve yapılanma sürecinde olan Dil ve Edebiyat Derneği'nin Ordu Şûbesi önümüzdeki hafta sonu ilk faaliyetini yapmış olacak inşâllâh. Onunla ilgili girişimler adına sabahtan belediyemizin yolunu tuttuk.

ÖZER KARADAĞ’IN SİTEMİ

Sosyal, Kültürel işlerden sorumlu Başkan Yardımcısı Özer Karadağ Bey, "Siz buralara uğrar mıydınız?" kabîlinden yarı şaka yarı ciddî sitemle karşıladı bizi. Haklıydı. Biz de, bunun özel bir sebebi ya da ayrıcalıklı bir tarafı olmadığını, bu konuda üzerimize düşeni genelde yapamadığımızı, bir gazete yetkilisi olarak devamlı dolaşmamızın en azından iş kuralı gereği olduğunu ama bu noktada zayıf kaldığımızı belirttik.

Bir de, işimiz olmadığı yere, trafiği yoğun böylesi makamları gerekli-gereksiz meşgûl etmeyi de uygun görmediğimizi söyleyerek işi geç iştirmeğe çalışsak da, sitemin haklılık payı bizlerin bu anlamda yollara düşmemiz gerektiğini gösteriyordu. İnşâllâh başarırırz.

TELEFERİK, MELEFERİK!
Özer Bey, söz ister-istemez basına gelince, teleferik konusunu açtı. Bir sürü izahlarda bulundu. “Bizi sonuç ilgilendiriyor. Yalı Câmi önündeki direk herkesi ayaklandırdı. Gerisi teferruat!” dedim. O da, "hele bir yapılsın herkes beğenecek!" şeklinde karşılık verdi. Biz de, yapıldıktan sonra geriye dönüş olmaz ki! Ya beğenilmezse dedik. Böyle bir diyalog geçti. Ayrıca o, direğin ışıklandırılıp şekillendirilerek o çevrenin havasına uygun güzel bir görünüme kavuşturulacağını, altında güzel oturma yerleri oluşturulacağını falan söyledi. Uzmanların, en uygun yer olarak ve alternatifsiz bir şekilde orayı tespit ettiklerini, kendilerinin bir dahli olmadığını savundu.

“ÇATAL KAZIK YERE BATMAZ!”
Değerli okurlar! Ordu'da problem aslında iletişimsizlik ve de çok başlılık. Temeldeki hep sergilene gelen uyumsuzluk. Atalarımızın ne güzel bir sözü var: “ÇATAL KAZIK YERE BATMAZ!” diye. Batarsa, Yalı Câmi'in önündeki direk kadar batar! Tüm bu yap-bozların, gel-gitlerin arkasında bizim halk olarak kararsızlığımız var. Bizdeki ruh neyse, yöneticilerimizdeki de o. Kimseye suç bulmayalım. Bunlara n'oluyor, niye anlaşamıyorlar? demeyelim! Olayı yeniden değerlendirip, hatâ nerede diye şöyle yeniden bir daha gözden geçirelim.

AYIŞIĞI “ÇARK” YERİ!

Bir ara gözümüz, Ayışığı park yerindeki tenhâlığa takıldı. Özelleştiği ve 3 TL de olsa para istendiği için insanların park etmekten kaçındığı dile getirildi. Hâlbuki, daha önceleri, hemen her gün, PARK DOLU, YER YOK levhasıyla karşılaşılıyordu. “Biz niye böyleyiz?” dedik karşılıklı olarak! Park yapmaya gelen, parayı görünce çark ediyor! Arabaya milyarlar veriliyor, yer aramak için şehir içinde köşe-bucak idik-didik ediliyor da, bir-kaç kuruş için hiç de yabana atılmayacak ne turlar atılıyor! İşte, bu bile bir süreç meselesi!
Özer Bey'den, Belediye Dergisi ve Nuh Kırca arkadaşımızın ELLİ İKİ Dergisi'nin yeni sayılarından birer adet alarak ayrıldım. Derginin dışında Sn. Başkanımızın sempatisini bütünüyle yansıtan güzel bir fotoğrafı var. İçeriği üzerinde de daha sonra dururuz inşâllâh. Özer Bey bize yardımcı oldu ve hep gülen yüzüyle uğurladı. Teşekkür ediyoruz.
Bir diğer iş de, dün gazetemizde ilk yazısı yayınlanan kızımıza gazete göndermek oldu. Sizin anlayacağınız, gazeteniz artık İngiltere'de de okunacak! Bu işin esprisi. Zâten okunuyor. Şu an için okunmamasını arzu ederdim, postadan gidince sürpriz olsun diye ama, maalesef, gönderi daha Ordu'dan çıkmadan, bu yazı orada okunmuş olur.

KARTPOSTALLAR NE OLDU?

Bir husus daha var ki, küçük oğlumuz ablasına ve oradaki kuzenlerine falan mektup yazdı. Ben de bir kart yazayım dedim. Kaç tane kitap evine uğradım; kartpostal yok. O da târih olmuş. Damla Kitabevi'nde buldum. O da, çeşit olsun, bulunsun diye alıp bir kenara koymuş. Sizin anlayacağınız, zaman çok değişti. Aklıma, tebriklerle tükettiğim askerlik günleri geldi.
Cumâ dedik ama, namazdan söz etmedik. Onu da Mustafa Özata kardeşle berâber edâ ettik. Tam câmiden çıktık, birisi bağırıyordu; "Çarşıya gidecek var mı?" diye. Biz varız dedik, atladık. Adı Ali Altay. Tevâfuk'a bakın ki, geçen haftalardan birinde de, imamın babası, yâni bizim kayınpeder denk gelmiş arabasına. Tanışma faslında, "Ben imamın eniştesiyim!" deyince açıkladı. Ben de, "Sen imamın servisi gibisin âdetâ!" diye espri yaptım. Mustafa Kardeş onun bu hareketine hayran kaldı. İltifatlar etti. Tabiî, çok çok teşekkürlerle ayrıldık. Allâh râzı olsun...
Nasıl? Dünkü cumâ bayağı bereketli olmuş değil mi? Dünyâda veyâ ülkede, nerede ne olursa olsun, buralarda ya da oralarda bir yerlerde muhabbetle, dostlukla, neşeyle berâber içilen çaylarla, kahvelerle, atıştırılan katıklarla yaşanan güzel zamanlar var.

İyiki de var! İyilikleri var kılanların, kıyıda-köşede yaşatmağa çalışanların cümlesi de iyilikler bulsun. Encamları hayr'olsun. Allâh'ın rahmeti, bereketi hepimizin üzerine olsun! Sağlıcakla kalın ves'selâm...

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

07.01.2011


Mar`12
26
İHÂLEDE FESAT YOK
MIZRAP 2011

Yorumlar(0)

İHÂLEDE FESAT YOK!

Birkaç gündür olduğu gibi, izlediğimiz süreç içerisinde, yaşadığımız kentin sanatı, edebiyâtı, kimliği noktasında görüşlerimizi sizlerle paylaşmak adına zaman zaman kültürel konulara da değiniyoruz. Sonuçta, duydukları, okudukları hakkında herkesin kendi kendine bir değerlendirmesi oluyor elbette. Ancak çoğunluk duygu ve düşüncelerini saklarken, nâdir de olsa tepki verenler çıkmıyor değil.

İşte dün Olgun KÜÇÜK Bey arkadaşımız aradı. Bildiğiniz gibi kendisi, Ensar Vakfı Ordu Şûbe Başkanımız. Gazete bürosunda, Muzaffer GÜNAY Bey’le aynı konuyu değerlendirdiğimiz sırada, Olgun Bey kardeşimizle uzun uzun konuştuk telefonda.

Şunu söylemeliyim ki, çok memnun oldum. Belki de yazılarımız bağlamında yaşadığımız en oylumlu görüşmelerden biriydi bu. Olgun Bey’e hassâsiyetinden dolayı teşekkür ediyorum.

Doğrusu biz de, şehrin kültürel vechesini ele alan yazıların, duygusal yönünün biraz ağır bastığının farkındayız. Kantarın topu biraz kaçıyor gibi oluyor. Kaçtığını da, Olgun Bey gibi olgun arkadaşlarımızın hatırlatmalarından daha iyi bir şekilde fark edebiliyoruz.

Neden böyle oluyor, niye ölçüyü kaçırıyoruz? Çünkü hep, dâimâ, ümitlerin boşa çıktığı dönemler yaşıyoruz. O geliyor, bu gidiyor, bu geliyor, o gidiyor; sonuç değişmiyor! Her seçim dönemi gönlümüzde çiçekler açıyor. Yeni isimler, yeni kadrolar. İş adamları, bürokratlar, müdürler, arkadaşlar, kardeşler, gönüldaşlar, vatandaşlar. Yeni atamalar, görevlendirmeler, kutlamalar. Yeni işler, plânlar; devâsâ binâlar, siteler, projeler. Maddî anlamda güzel şeyler yapılıyor. İnkâr edemeyiz.

Ama biz, Dil ve Edebiyat Derneği’nin İstanbul’da yapılan Şûbeler arası Tanışma ve İstişâre Topantısından yeni geldik. Oralarda iş adamları, siyâsetçiler, profosörler, edebiyatçılar, belediyeciler, herkesin; milletin-memleketin dili, kültürü, edebiyatı, kimliği adına nasıl elele verdiklerini gördük. Koca koca binâların restore edilip, yoksa yeniden yapılıp kültürün, sanatın, ilmin, edebiyâtın hizmetine sunulduğunu gördük.

Ondan öte, Necip Fâzıl çizgisinden ve şiirlerle iktidara yürüyen Tayyip Erdoğan’ın lideri olduğu bir hareketin kültür, kimlik, kişilik konularındaki hassâsiyetinin buralarda bindebirinin dahî tezâhür ettiğini görememek insanı dilhûn ediyor açıkçası.

Kısaca, burada hâlâ, bu anlamda bir yaprağın bile kıpırdamaması oldukça düşündürücü.  Bizim yaptığımız, bu durum karşısında ızdırabımızı dillendirmekten ibâret. Bunun da bir görev olduğunu düşünüyoruz. Kaale alıp almamak ilgililerin bileceği bir şey.

Olgun Bey Kardeşimiz çok haklı olarak, ihâle kelimesiyle başlayan yazının yanlış anlamalara meydan verebileceğini, birilerini töhmet altında bırakma ihtimâlinin göz ardı edilmemesi gerektiğini söylüyor. Gerçekten, ince bir noktaya işâret etmiş. Şurası inkâr edilemez ki, bunca duyarsızlığın verdiği sancıyla yazılarımızda biraz mübâlağa yapmış olabiliyoruz.

Ancak yine de, biz bu sözlerimizi genel anlamda söyledik. Hiçbir isim telâffuz etmedik. Sonuçta, burada bir noksandan söz ediliyorsa bu hepimize âit bir durumdur. Ancak, makam, mevkî, imkân ve yetki sâhiplerinin bu anlamda daha da sorumlu olduğu âşikâr. Zenginlik güzel, makam-mevkî güzel; Ankaralar, İstanbullar güzel ama, tüm bunların omuzlara yüklediği yükler var.

Hayır Beyefendi, yanılıyorsun! Bizim böyle bir görevimiz yok. Bunlar sizin hüsnükuruntunuz deniliyorsa, mesele zâten yok. Çünkü bizim uygulayabileceğimiz bir yaptırım sözkonusu değil. Şöyle bir söz var ki, bizim yazdıklarımızdan daha okkalı, yâni anlayan için daha da ağır:

Kültürünün sahibi ve davacısı olmayan millet, kendini bir yığın olmaya mahkûm etmiş demektir.” Söz kimin, bilmiyoruz ama, bildiğimiz bir şey var ki, çok doğru bir söz bu.

İhâle kelimesine gelince: Aslında bu kelimeyi başlığa sonradan ilâve etmiştim. Niye? Elbette ki daha ilgi çekici olsun diye! Çünkü, böyle paralı-pullu, dedili-kodulu, sağlı-sollu şeyler daha çok ilgi topluyor da ondan! Sâdece dergi desem; orada karın doyurucu, ya da hayâl de olsa içaçıcı, iştah kabartıcı bir şey yok. Ama, ihâle deyince hepimiz; “Acabâ n’olmuş?” diye, en azından siyâseten dikkât kesiliyoruz. Bilmem haksız mıyız?

Hem, yazıda ihâle varsa da, ihâlede fesat yok! Olsa da çok umurumda değil. Eğer varsa, bu onların problemi. Biz sonuçta hizmete bakarız. O varsa, gerisi teferruattır. İspatı olmadığı sürece de herkes, herkes gibi herkestir.

Cumâlarımız mübârek, kemâl dediğimiz olgunluk hepimize bal-börek olsun.

Gönüllerimiz insan-ı kâmil olma niyet, ceht ve gayretiyle dolsun ves’selâm!...

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

06.01.2011


Mar`12
26
İHÂLE GANÎ, GAZETE ÇOK; DERGİ YOK? NEDEN?
MIZRAP 2011

Yorumlar(0)

İHÂLE GANÎ, GAZETE ÇOK;

DERGİ YOK? NEDEN?

Çünkü biz, öncelikle Ordu halkı ve de onun çocukları olarak dedikoduyu seviyoruz da ondan! Yukardaki önerme, bunun açık bir göstergesi. Başta, bu acı gerçeği kabullenmek durumundayız maalesef. Şöyle bir düşünürseniz bu düşünceye hak vereceksiniz. Belki garip karşılayacaksınız ama, bu başlıktaki soru aklıma doğup da, kendi kendime bir çırpıda cevaplandırınca, sonradan kendime de hak verdim!

Çünkü bizler, ciddî işlerde, ciddiyette ve de gerçekte yokuz. Hep, günübirlik işler peşindeyiz. Kalıcı, köklü meşgâle ve icraatlar bize göre değil. Şöyle bir gözleyin kamuya hitap ve hizmet eden işler yapanları. Topluma karşı sorumluluklarını mı ön plâna alıyorlar, yoksa kendi paşa gönüllerinin keyiflerini mi?

Bunu daha çok kültür, sanat, edebiyatla, okumak-yazmakla meşgûl, ya da bir şekilde bu ve benzeri çalışmalarla mânen veya madden ilgilenmek durumunda olan çevreler için söylüyorum. Gerçi onların içerisinde, biyografilerinde bile memleketlerini yazmayı dar alana hapsolmak olarak algılayacak kadar kendisini vilâyetler, hattâ ülkeler ötesi küresel yazarlar olarak görenler var. Yaşadıkları kentin ölçeğinde bir dergiyi karizmalarına yediremiyorlar. Aşanı da yaşanır kılabileceklerini düşünemiyorlar. Sonuçta kent dergisiz kalıyor. Bu, bir nevî okulsuz kalmak gibi bir şey eğer düşünülürse.

ÜNİVERSİTE ve DERGİ

Sonuçta her öğrenci İstanbul, Ankara, Konya gibi büyük ve elverişli şehirlerdeki üniversitelere gidemeyebilir. Kimi, Ordu misâli, daha yeni açılan, işin çok başında olan üniversitelerde okur, mezun olur. Yarın bu çocuk, bir bakarsınız ülkenin en ileri üniversitelerinde, hattâ, dünyânın en ünlü yerlerinde akademik çalışmalar yapar ve de zirveleri zorlayabilir. Demek istediğim, buradaki üniversitenin gereksiz olduğunu söyleyemeyiz.

SANAT ve KİBİR!

İşin, aslı ve de, daha da açıkçası; burada, azlığından mı nedir, edebiyatı olanların da bir kısmında kibir olduğu gerçeğidir. Ayrı havalar, farklı silüetler, hareket tarzları, edâlar falan. Helâli hoş olsun. Hakları vardır belki de. Rabbim onlara üstün yetenekler vermiştir. Ama, herkese kendileri ölçüsünde kâbiliyetler vermemişse, ya da onları diğerlerinden farklı yaratarak ayrıcalıklı konumda kılmak hikmetine binâen, diğer insanlara da başka kulvarlarda kâbiliyetler vermişse, bu diğerlerini hor göreceksiniz, şâirleri yazarları göğe, diğerlerini dibe göndereceksiniz anlamında mı algılanmalıdır?

EDEBİYAT ve -ÇILAR!

Maalesef bu tutum, edebiyâtın rûhuna, edeb ve âdâbına uymasa da, bir kısım arkadaşların, kendi konumlarının gerisinde olduğunu düşündükleri her kesimden insana karşı küçümser mâhiyette baktıkları bir gerçek. Eğer öyle olmasaydı, geriden gelecek gençlere zemin teşkil etmek ve yol açmak adına bir imkân sayfası açabilirlerdi. “Bizim kâbiliyetimiz var. Başkalarına ne hâcet? Biz çalar biz söyleriz. Bu piyasa bize âit ve bizden sorulur!” kabîlinden davranmazlardı.

Maalesef, iş, ticâret, siyâset piyasasındaki durumumuz neyse, kültür-sanat, edebiyattaki manzaramız da bu. Tekçilik, tekelcilik. Ortaklık, birlik-berâberlik, kardeşlik-birâderlik gibi derleyici-toparlayıcı  kavramlara ve durumlara yer yok bu vâdîde.

ORDU KÜÇÜK, ONLAR BÜYÜK!

Dolayısıyla burada, hiçbir şey, kendileri dışında yazılanlar-çizilenler, olup bitenler kimsenin umurunda olmadı. Kendilerinden başka kimselerin bir şeyler yapabileceklerine inanmadılar. Yolları ve bahtları açık olsun. Ne diyelim! Elimizden ne gelir?

Ordu küçük yer. Onlar büyük! Tüm ülkeye ve hattâ tüm dünyâya sesleniyorlar. Buralar bir şey duymadan, nasıl da ulaştırıyorlar seslerini bilmem taaa nerelere! Hayret doğrusu ve bravo doğrusu.

DERGİ Mİ, SERGİ Mİ?

Bizim dergiden kastımız, elbetteki, kültür, sanat, edebiyat eksenli olanlar. Yoksa, adı dergiye çıkmış bir sürü yayın var piyasada. Bir görünüp bir yok oluyorlar serap misâli! Ya da, bir batıp kayboluyorlar. Sonra bir başka gün, bir başka isimle tekrar ortaya çıkıyorlar bir yerlerden. Onlar daha çok maddî ya da siyâsî kaygılarla çıkan, birilerinin reklâmı ve yâ birilerinden aldıkları reklâmlarla kendilerinin nemâlanması adına çıkmış, bir nevî SERGİ mâhiyetinde şeyler. Bunların lokal anlamda ilgililere arzuları istikâmetinde katkıları olabilir ama, burada çizmek istediğimiz çerçeve ve değerlendirmenin dışında yer alıyorlar.

Sözün özü, Ordu'da eli kalem tutan ehl-i insaf insanlar, uzak duranları kendi kibirleri ve yüksek seviyeleriyle başbaşa bırakıp, ilk mektep seviyesinde de olsa bir başlangıç yapma, gençlerine bu mânâda bir edep ve edebiyât sayfası açma durumundadırlar.

İHÂLESİZ İŞ, İŞ DEĞİL Mİ?

Beyler, Ordu hâlâ bunu başaracak bir ehl-i hizmet ve gayret insanı yetiştiremedi mi? İş ve siyâset adamları nerede? Onca binâlar, tesisler, siteler, ihâleler! Îmâr ve mîmar işleri tam gaz mâşâllâh! Benim merak ettiğim; hâlâ bir dergi parası kazanılamadı mı? Barajlar yapıldı, tüneller, köprüler; saymakla bitmeyecek ihâleli hizmetler! İhâlesiz hizmetleri kime ihâle ettiniz? Bu yönde gayretler ne zaman başlayacak? Sizce, böyle bir noksanlık yok mu yoksa?

Sevgili okurlar! Belki de böyle bir şey yoktur! Olsaydı, bu kadar işleri yapan, yürüten, tünellerde, kanallarda, dağlarda, derelerde ömür çürüten, ihâle ihâle ayak sürüten insanlar bunu illâki görürlerdi! Bizimkisi bir hüsnü kuruntudan, halisünasyon mu ne diyorlar, belki de onun gibi birşeyden ibârettir yalnızca! Sizler ne dersiniz?

Gerçi, sizler ne derseniz deyin, bizler ne dersek diyelim; öndekiler daha iyi bilmeselerdi,

önde olmazlardı. Geride kalan câhiller de böyle âh ü efgân dolu günde olmazlardı ves'selâm!..

 


ORDU HAYAT GAZETESİ

05.01.2011


Mar`12
26
KILIÇTAN, KESMEYEN SÖZLER
MIZRAP 2011

Yorumlar(0)

KILIÇ’TAN, KESMEYEN SÖZLER!

Önceki gün yazdığım EYÜP SULTAN’DAN SELÂMLAR başlıklı yazımızda, ekip olarak, İlim Yayma Cemiyeti Genel Merkezi’ne yaptığımız ziyâretten söz etmiş, Teşkilâtlanma Başkanı İlhan KILIÇ Bey’in, teşkilat olarak organik bağ ve dostluk yanında, aynı zamanda gazetemizin sıkı bir tâkipçisi olduğunu, zaman zaman yaptığımız telefon görüşmelerinde bazı haber ve yazılarla ilgili değinmelerde bulunduğunu belirtmiştim. İşte ispatı! Dünkü yazıyı yazıp Ordu Hayat’a gönderdikten sonra telefonu açtım. Hemen bir mesaj anonsu geldi. Hem de çok erken saatlerde gönderilmiş. Mesaj şöyle:

“s.a. Nuri bey, hayırlı sabahlar dilerim. DED’nin dünkü toplantısı umarım istifadeli geçmiştir!. Ordu Hayat Gazetesi’nde “Eyüp Sultan’dan Selamlar” başlıklı köşe yazınızı internetten okudum. İyi bir gözlemci olduğunuz kadar; samimi ve akıcı bir üslubunuz var. Tebrik eder, hizmetlerinizin devamı için size Mevla’dan sağlıklı, hayırlı bir ömür dilerim.Mezkur yazıda, mensubu olmakla iftihar ettiğimiz IYC’nden ve şahsımdan da (layık olmadığımız veçhile)iltifatla ve ziyadesiyle bahsetmişsiniz. Miladi 1 Ocak 2011, benim için de müstesna bir gün idi, teşekkür ederim. Sizler gibi vatanını,  milletini, hasili Yaradan’dan ötürü yaratılanı seven memleket sevdalılarına, küçük bir hizmetimiz olduysa ne mutlu bizlere!.. Esat ve Ahmet Bey’le tanışmamız da büyük bir şeref benim için… Ordu’lu tüm gönül dostlarına,  selam ve dua ile, Allah’a emanet olunuz. İLHAN KILIÇ 3.Oca.2011 03:03:23

Türkiye’nin çeşitli vilâyetlerinden gelip toplanan, Dil ve Edebiyat Derneği topluluğu olarak İstanbul’u dolaşırken, Ahmet ÇAKIR Ağabey ve Esat Bey’le de paylaştık mesajı. Onların da çok hoşuna gitti. Ama, hoşa gitmeyecek gibi değil ki! Nasıl hoşa gitmesin? İçinde iltifat var, teşvik var, tehyiç var. Böyle bir mesajın kime, ne zararı olur ki?

BURDA EZİKLİK SÜRÜYOR!

Hem, bizim nesil böyle şeylere susamıştır. Kim ne derse desin, ezik bir nesildir o çünkü. Bu neslin milleti de öyledir aynı zamanda. En büyük problemimiz de bugün bu eziklik ve özgüvensizliktir. Bunca ilgisizlik, sevgisizlik ve saygısızlık arasından bir şekilde sıyrılanlar da, geldikleri yere inanamıyorlar, farkına varamıyorlar. İstanbul’da dolaşırken gelinen yerleri, varılan noktaları, sergilenen hizmetleri gördükçe inanmakta zorlanıyoruz ve nereden nereye diye sormaktan kendimizi alamıyoruz. Oralarda çok şey aşılmış ve yeni duruma alışılmış.

Ancak, bilhassa Ordu’da hâlâ eski tas eski hamam ve bu itilmişlik psikolojisinin kırılmasına çok ihtiyaç var. Oralarda kültür, sanat, edebiyat, bürokrasi, siyâset, sermâye, belediye bir arada, milletin memleketin hayrına omuz omuza verip maddî-mânevî imkânlarını seferber etmişlerken burada kimse kimseyi ciddîye almıyor. İktidar değişse de, muktedirler aynı.

Parası olup bu işle biraz ilgilenir gibi yapanların da, başka beklentiler peşinde olup olmadığı noktasında emin olamıyorsunuz. Öyle ya, şimdiye kadar neredeydi bu insanlar da, sâdece hasat zamânı ortaya çıkıyorlar diye düşünüyorsunuz ister istemez. Çabalanırken ve de çapalanırken neredeydiniz diye sormaktan alamıyor insan kendini!

Çocuklarımızın rızkı deyip, onu kazanmak da farz deyip, bir çocuğa 10 rızık ayarlayanlar hâlâ o sevabın peşinde 20’ye, 30’a doğru gece-gündüz koşarken, beri tarafta mânevîyât noktasında hiçliğe doğru koşanlar hiç umurlarında değil. Gençliğin meseleleri, şehrin kimliği, müslümanların kişiliği diye dipnot kabilinden olsun bir şey yok defterlerinde.

KOŞULAR NEREYE?

Sözün özü, hep madde peşinde koşmayalım, hep para işleriyle ilgilenmeyelim. Biraz da toplumun dernek, vakıf gibi sosyâl, kültürel yönlerine ve faaliyetlerine de ilgi gösterelim. Hiç olmazsa, bu işlerle ilgilenenlerle ilgilenelim. Yardımcı olalım. Gönlünü alalım. İltifat edelim. Takdir edelim. Omuz verelim. Akılsız ve enayi gözüyle bakıyormuş gibi bir tavır sergilemeyelim. Söylemek istediğim bu. bu da, asgarîsinden bir kardeşlik borcudur aynı zamanda.

O hâlde, İlhan Kılıç’ın yaptığı önemli bir şey sevgili dostlar. Toplum adına, çocuklarımız ve geleceğimiz adına her hangi bir dünyevî beklentisi olmadan çaba gösterenlere en azından duâcı olalım. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” “Tebessüm sadakadır.” “Bir adama kırk defâ deli dersen deli olur!”, “Taç giyen baş akıllanır!”

Değerli dostlar. Bu sözleri sâdece dinlemekle ve de söylemekle kalmayalım. Bu konu çok derin ve kanayan yaramız. İlhan Kılıç Bey’e buradan tekrar selâmla birlikte, böylesi önemli bir konuyu gündeme getirmemize vesîle olduğu için ayrıca teşekkür ediyorum.

En son, şâirin sözüyle konuyu bugünlük bağlamış olalım:

 “Mârifet iltifâta tâbîdir; iltifatsız meta’ zayîdir!” ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

04.01.2011


Toplam 92 Blog, 19 Sayfada Gösterilmektedir.
«« « 13 14 15 16 17 [18] 19 » »»

En Çok Okunanlar Son Yorumlananlar Hakkımda
POPÜLER MASONLAR ORDUDA (7139)
AKROSTİŞ YAZILARI (5512)
FOTOĞRAF-NÂME (5185)
MODA-NÂME (5063)
EYMÜR-NÂME 2 (4928)
EYMÜR-NÂME 1 (4651)
Bedford-nâme (4623)
Nûri KAHRAMAN (4616)
EYMÜR-NÂME 3 (4589)
BAYRAMLAŞALIM DOSTLAR! (3948)
ÜÇ ÖZTÜRK, BİR MEVLÂNÂ.. (1)
CHP-NÂME (1)
GACAROĞLU AHMET EFENDİ (1876-1962) (1)
FOTOĞRAF-NÂME (4)
37 YIL ÖNCESİ, KÖYDE BU GÜN.. (1)
NASIL BİR İL BAŞKANI? (1)
ERKAN TEMİZ BEYİN TELEFONU (1)
BİZ DE İMAM-HATİPLİYİZ Sn. ADİL AKYURT (1)
MODA-NÂME (3)
AKROSTİŞ YAZILARI (4)
 

Www.GirdapTasarim.Com Tarafından Hazırlanmıştır...