Menü

Anket

Sitemizi Beğendiniz mi?
Evet (%73,9)
Hayır (%20,0)
Kararsız (%5,93)

Toplam Oy: 219

Tüm Anketler

Takvim

« Aralık - 2025

»

PT SL ÇŞ CM CT PZ
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31

İstatistikler

 Toplam Hit: 4606973
 Sitede Aktif: 3
 Ip: 172.71.1.177
 Browser: Default - 0.0
 Toplam Kategori: 20
 Toplam Blog: 561
 Toplam Yorum: 28
 Toplam Resim: 6
 Toplam Mesaj: 17

Etiket Bulutu

15 Temmuz 2016 Cumâ Dirilişi adayname aile âile Akdeniz Üniversitesi akrostiş anı Antalya Antalya Palas aşık edebiyatı ÂŞIK EDEBİYATI BABA başbakan başkanlık Bedford, Araba sevdası Biyografi cami cemaat cemiyet chp cuma cumhurbaşkanı çocuk edebiyatı Çocuk Edebiyâtı ÇOCUK ŞİİRLERİ dede deneme DÎNÎ ŞİİRLER DİNİ-MİLLİ ŞİİRLER DÖRTLÜK edebiyat eleştiri eymür eymür köyü eymürname GÜZELLEME halk şiiri halk şiri HÂTIRA hâtıralar HAYAT HİKÂYESİ HECE HECE VEZNİ hiciv İMAM-HATİP PİLÂV GÜNLERİ işkence KADİR GECESİ KÂFİYE komşu ülkeler koşma köy yazıları köyname lüleburgaz MANİ Manzum Fıkralar mızrap NÂMELER Nasreddin Hoca NURİ KAHRAMAN okul edebiyatı ordu ordu hayat ordu hayat gazetesi ordu imam-hatip Palace Palas RAMAZAN RAMAZAN EDEBİYATI recep tayyip erdoğan siyâset şiir toplum türkiye ulubey Yalçın Yüksel Yeni Türkiye zulüm

Son Eklenen Bloglar

Mar`12
28
İLK GÖZ AĞRISI
MIZRAP 2008

Yorumlar(0)

İLK GÖZ AĞRISI

 

                   Hayatı, yük ve sorumlulukları vechesiyle duyumsamaya meslekle birlikte başladığımı söyleyebilirim. 657’ye dâhil olana kadar köyde, şehrimizde ve İstanbul’da geçen, her şeye rağmen âsûde olarak değerlendirilebilecek çocukluk ve talebelik günlerinin çerçevelerinde hep hayâllerin resimleri vardı. Ne zamanki memuriyet kulvarına girdik, hayat yepyeni çehresiyle, yepyeni manzaralar çıkardı karşımıza.

                   Ülkemizin bir ucundayken diğer bir ucuna savrulduk kur’âlarla. İşin doğrusu, kura çekilerek atama yapılacağını öğrendiğim ve beni de kuraya davet eden resmî yazı adresimize ulaştığında, iş işten geçeli çok olmuştu. Çünkü, o zamanların mazot ve benzin yokluğunda zarf, elime ancak kur’a gününden bir hafta sonra ulaşabilmişti! Tayin yerimi telefonla öğrendim. Hem de hemen öğrenmek için “yıldırım” telefon yazdırdım. Çünkü, normal telefona yazılırsanız gün boyu sıranın size gelemediği çok oluyordu. Heyecan da var tabiatıyla. İlk defâ görev alacağız. Neyse, saatler sonra PTT’den aradılar. Bakanlıkla bağlantı sağlanmıştı.

                   Kırklareli’yi duyduğumda, o zamanlar Ankara’nın bir ilçesi olan Kırıkkale şekillendi gözümün önünde ilk etapta. Çünkü beklentim de Anadolu’ydu zâten. Hattâ, doğu ya da güney taraflarıydı. Batı hiç aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Zâten 4 yıl talebeliğimiz de İstanbul’da geçtiği için yüzümüzü Anadolu’ya, Ordu taraflarına doğru döndürmüş olmamız da normâldi.

                   Daha sonra işin hakikatini anlayınca soluğu Boğaz’ın öte yakasında, 4 yıl teneffüs ettiğimizin gurbetin daha da batısında,Trakya’da aldık. 5 seneden fazla kaldığım bu görev yerimden Anadolu’ya tayinim çıktıktan sonra, nerelerde görev yaptığım söz konusu olduğunda, “Alamancı” dolayısıyla Avrupa’lı olmanın, bilhassâ o yıllarda Anadolu insanında oluşturduğu ayrıcalıklı olma duygusunun da etkisiyle olsa gerek;

                   -   6 seneye yakın Avrupa’da kaldıktan sonra...

diyerek başlardım anlatmaya espri mahiyetinde! Ama söz, esprisiyle de, gerçeğiyle de doğruydu. Gerçekten oralar, bizim buralara, hattâ tüm Anadolu’ya göre sosyal ve ekonomik anlamda Avrupa’ydı.

                   Çocukluk yıllarımızın tatlılığı gibi, görevimizin çocukluk dönemi diyebileceğimiz ilk görev yıllarımız da heyecanlı ve güzel geçti. Severek ve inanarak icra etmeye çalıştığımız mesleğimizin ilk göz ağrısı olan Lüleburgaz, İstanbul-Edirne hattından tüm Balkanlar’a ve Avrupa’ya uzanan yol üzerinde, Anadolu’muzun bir çok ilinden daha fazla nüfûsa sâhip, tarihi, coğrafyası ve doğasıyla güzeller güzeli bir ilçeydi. Bu günkü mevcut şehrin bütününü içine alan dünün Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi’nden sadece Cami ve Şadırvan bu güne intikal etmesine rağmen, bu haliyle bile görmeye değer.

                   Balkanlara sefere giden Orduların mutlaka uğradığı ve Camiin avlu çıkışındaki kubbenin altında icrâ edilen mehter nevbetinin ardından dualarla uğurlandığı yerleri görmelisiniz. Avlunun çıkışındaki o kubbenin altından geçmelisiniz. Oradan çıkarken başınızı çevirip geriye, o güzelim şadırvana, oradan Sokullu Mehmet Paşa Câmiinin kubbe ve 112 badal olarak saydığım, kimisi kırılmış merdivenlerinden tırmanarak defâlarca içli ezanlar okuduğum zarif minâresine doğru bakmalısınız. Avlunun iç tarafında, sağ tarafa çizilmiş o muhteşem VAV hattını görmelisiniz.

                   Daha câmiye girmeden sizi karşılayan sütunların arasındaki serin hasırlar üzerinde biraz oturup avluyu çevreleyen diğer sütunları ve şimdilerde kapalı olan ders odalarını temâşâ etmelisiniz. Avlunun yan girişleri üzerine kondurulan odalardan birinin mermer işlenerek yapılan pencere  parmaklıklarının kırılarak soba borusu geçirilmiş manzarasını görünce yüreğinizin tâ derinliklerinden bir şeylerin koptuğunu hissederseniz, sizde medeniyetinize dâir bir takım kıpırtıların olduğunu rahatlıkla düşünebilirsiniz

                   Evet, zaman zaman döneceğiz o günlere yazı formatımız gereği. Ancak, madem AKROSTİŞ dedik, bir akrostiş şiirle renklendirerek noktalayalım bu günkü yazımızı da:

 

 

 

İLK GÖZ AĞRISI

 

      Lûtfetti Yüce Rabbim görevde bize

                                                 Ülkemin şirin, güzel bir köşesini

Lüleburgazdır adı, benzer şiire

                                                 Esirgemez hiç, ıtırlı nağmesini

                                                 Bir vakıf arâzisi, taşı-toprağı

         Uzakdan duyumsarsın mehter sesini

        Rasgele, her yerde hissedersin sanki

                                                 Gâzîlerin, şehidlerin neşvesini

      Avlusunda Şadırvan;Sokullu Câmi

     Ziyâret et, Zindan Baba Türbesini

   İstanbul’dan Edirne’ye; yol üzeri

Lüleburgaz’ın öğren efsânesini

                                                 Köprüsü 7 gözlü; târih akıyor

     Görmeli hamamını, hem çeşmesini

           Öğretmenlikte benim ilk göz ağrımdır

    Rûhuma nakşetti hizmet neş’esini

    El sallayan çiçekler yol boylarında

Vedâya salar varlık düşüncesini

      Ya, nasıl unuturum, kaçlarca çıkıp;

Ezanlar okuduğum minâresini?

  Rabbim, Sokullu Külliyesi ehlinin

     İhsânıyla mağfiret eyleye, cümlesini!..

 

 

 

 

 ORDU HAYAT GAZETESİ

              23.05.2008


Mar`12
28
MERKEZ-NÂME
MIZRAP 2008

Yorumlar(0)

MERKEZ-NÂME

İslâm demek, teslim demek

Yüce Allâh’ın emrine

Câmileri almak demek

Hayâtın tam merkezine!

 

Hayâtımızın merkezi

Hadi koş gel câmilere

Ezan çağırır herkesi

Hadi koş gel câmilere

 

Câmi dediğin neresi?

Tûbâya akar deresi

Cennet’in dünyâ adresi

Hadi koş gel câmilere

 

Günde beş vakit nerdesin?

Nerde, nice seferdesin?

Kim sana ne derse desin

Hadi koş gel câmilere

 

Neler hayâtının kod’u?

Kimlerdir modeli, mod’u?

Gerisi hep dedi-kodu

Hadi koş gel câmilere

 

Minber, mihrap, kürsü orda

Kulak verenler hep kârda

Hakkı seven kalmaz darda

Hadi koş gel câmilere

 

Câminin gayrında ne var

Nere gitsen, sonu hep dar

Allah ile Rasûlü yâr

Hadi koş gel câmilere

 

Teğet geçen pişman olur

Günâhları şişman olur

Cemâatten şaşma n’olur

Hadi koş gel câmilere

 

Kudüs yolunun durağı

Namazın mîraç burağı

Felâh burcunun çerağı

Hadi koş gel câmilere

 

Mevlânın vuslat kapısı

Vatanımızın tapusu

Arzın en güzel yapısı

Hadi koş gel câmilere

 

Tevbe sûresinde âyet:

Der ki, mümindedir hayret

Câmi yapımında gâyret

Hadi koş gel câmilere

 

Nâçârların sığınağı

Gariplerin barınağı

Mazlûmların korunağı

Hadi koş gel câmilere

 

Minâre, Şerefe, Hilâl

Seslenen sanki hep Bilâl

İşten-güçten kendini al

Hadi koş gel câmilere

 

Müslümanın farkı nerde?

Namazdır küfüre perde

Ezanı duyduğun yerde

Hadi koş gel câmilere

 

Kulun Rabb’le randevusu

Saf saf bir sevgi ordusu

Şeytanların tek korkusu

Hadi koş gel câmilere

 

Her biri Kâbe şûbesi

Parlar hakîkât şûlesi

Akar Kevser şelâlesi

Hadi koş gel câmilere

 

İnsana ünsiyet gerek

Cemâatle ol bal-börek

Tüm millet burda tek yürek

Hadi koş gel câmilere

 

Câmi-cumâ; vakıf, dernek

Gerekir muhtâcı görmek

Müezzinle imam örnek

Hadi koş gel câmilere

 

İmam, Peygâmber vekîli

Kitab’ın, Sünnet’in gülü

İslâmiyet’in bülbülü

Hadi koş gel câmilere

 

Bâzen görünse de küçük

Temsil ettiği yer büyük

O en önde, kalkarken yük

Hadi koş gel câmilere

 

İslâmiyetin direği

Teslîmiyetin yüreği

Aşkın yelkeni, küreği

Hadi koş gel câmilere

 

Köylü, şehirli doluşur

Zenginle fakir buluşur

Kardeşlik böyle oluşur

Hadi koş gel câmilere

 

Siyahla beyaz karışır

Dargınla küskün barışır

Herkes hayırda yarışır

Hadi koş gel câmilere

 

Memleketin ruh fezâsı

Beldenin kimlik imzası

Orada Hakk’ın rızâsı

Hadi koş gel câmilere

 

 

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

            15.05.2008


Mar`12
28
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE UYUM YASALARI
MIZRAP 2008

Yorumlar(0)

            GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE

      UYUM YASALARI

 

            Kendi öz malını ecnebiye kaptıran bir ümmet, şimdi kendi medeniyetinin kırıntılarını, toplaya çalışıyor. Çoğu zaman bunu, Garplılaşma ve çağdaşlaşma adına yaptığını sanıyor.

            Şurası bir gerçektir ki, “medeniyetin mehasinlerinden olan, yani güzelliklerinden olan ne varsa; İslam’ın malıdır. Bulunduğu yerde alınmasında dinen bir sakınca söz konusu değildir.”Bizim elitler, bu gerçeğe, Avrupa medeniyeti ismini vermişlerdir.

            İşte bu Avrupa medeniyetine yönelik düzenlemeler, son iki yüz yıldan bu yana, bir şekilde devam etmiştir.

Tazimat fermanından, birinci ve ikinci meşrutiyetlere, oradan cumhuriyet dönemine kadar batı modelli yapılanma çalışmaları hep yapıla gelmiştir.

            Daha ortada AB bile yokken, Cumhuriyet sonrası yapılan devrim ismi altındaki düzenlemelerin tamamı, batı modelli düzenlemelerdir.

Dikkatle bakılırsa, çağdaş batıya uyum ve uydurma işlemlerinin en köklüleri ve en çetinleri o dönemde yapılmıştır.

            Şapka kanunu ve uygulaması o zaman çıkmasa, sonradan çıkma imkânı olmayabilirdi. Latin alfabesinin alımı, kılık kıyafet düzenlemeleri, takvim, ölçü ve tartı aletleri, hafta tatilinin pazara alınması, Ayasofya’nın camilikten çıkarılması, hatta bahçesindeki Fatih zamanında yapılmış tarihi medresenin bir ABD’li uzmanın raporuyla yıkılması ve en önemlisi hilafetin kaldırılması, hepsi o günlerin bir tür Avrupa’ya uyum düzenlemeleridir.

            Durum böyleyken, hızlı Kemalistlere ne oluyor ki, bu günkü AB uyum yasalarına şiddetle karşı çıkıyorlar. Bağımsızlık anlayışlarına karşı görüyorlar. O zamanki düzenlemeler lüzumlu ise; şimdikiler “ELZEM”DİR, yani en yüksek düzeyde gereklidir.

 Demokratik düzenlemeler, AB’nin temeli sayılır. Bunlar aynı zamanda, evrensel insan haklarının da, olmazsa, olmazlarındandır. Durum böyleyken bu konulara karşı çıkmak samimiyetle bağdaşır bir husus olmasa gerektir.

            AB kurumları, başörtüsü aleyhinde karar verirse, “çağdaşlığımızı onayladılar” diyeceksiniz, “demokratik laiklik anlayışına sahip değilsiniz, laikliği karşı bir din gibi uyguluyorsunuz” dediği zaman, “müstemleke valisi gibi konuşuyor” diyeceksiniz. Elbette ki, laikliği ilk defa ortaya çıkaran ve uygulayan Avrupa, kendi ürettiği bir ürünün, kullanım hatalarını bizden daha iyi bilecektir. “Bizim özel durumumuz var” diye evrensel kuralları çiğneme lüksümüz olmasa gerektir.

            Bizdeki laikçi zorbalığın farkına varamayanlar, ancak bizim zorbalar ve işbirlikçileridir. Yoksa bütün dünya, gerçeklerin farkında.

Çevremize dikkatle göz atacak olursak, birçok bilim adamı ve düşünürün bu anormalliği en detaylı şekilde irdelediğini görürüz. Mesela, ünlü Japon asıllı düşünür, Francis FUKUYAMA, (Devletin İnşası isimli kitabında): “Türklere dayatılan laiklik SSCB tipi bir laikliktir.” Diyor. İdeolojik İslam düşmanı olmayan herkes, bu çarpıklığı fark etmiş durumdadır.

            Bu çağda ve bu coğrafyada bir ülkenin, hele Türkiye konumunda bir ülkenin, dünyaya kapanarak, varlığını sürdürmesi çok zordur. Basit bir istikrarsızlık, bütün dengeleri alt üst etmeye yeter.

“Batıyı bırakalım, doğuya yaklaşalım” diyenlerin, doğudaki devletlerin tamamından bize irtica bulaşacak zannıyla ticari bağlantılarımızı bile sabote etmeye çalışan tipler olduğunu reddedilemez bir gerçektir. İran doğal gazından bile bize şeriatçılık bulaşacağı endişesine kapılanların anlamsız saplantılarına bakıp ta, AB den uzaklaşmak en azından safdillik olur.

Evrensel kurallar, en makul ve en mantıklı kurallardır. AB uyum yasalarının hepsi olmasa bile, büyük ekseriyeti evrensel kurallardır. Evrensel kurallarla çelişen inançlar, hurafe türü inançlardır. O konuda insanlarımızı yanıltmaya kimsenin hakkı yoktur.

Milli iradeyi savunan mesajlara, “ülkeyi gammazladılar” türü çarpıtmalarla karşı çıkanlar, Sayın, Onur ÖYMEN’İN, ABD’li gazeteciye verdiği demeçte; “İslami kıyafeti Nazi gömleğine” benzetmesine, “bizde de, Hindu inancına göre giyinmek tehlike arz etmez. Ama İslam’a göre olursa, durum başka” gibi gammazlamalarına ses çıkartmadılar, görmezden ve duymazdan geldiler. Gerçi inkâr edilmek istendi, ama ses kaydıyla yayınlanınca durumun vahameti ortaya çıktı.

Bizim cunta sevdalılarının yapacağı tek iş kaldı; “Barotto’nun sözlerini, L. VECENDAYS’IN konuşmalarını iddianameye alarak, AB hakkında, laikliğe karşı odak olmak ve dini istismar fiilinden kapatma davası açmak.”

Bunların söylediğinin onda birini, yerlilerden biri söyleseydi, dünyanın en gericisi diye kıyamet koparılırdı. Onlara gerici diyemezler, bizden ileri oldukları ortada.

Bu boş işlerle zaman kaybetmek yerine, evrensel uyum yasalarını biran önce hayata geçirelim.

 Şu durumda Millete yapabileceğimiz en büyük iyilik bu olsa gerektir.

 

 

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

           10.05.2008


Mar`12
28
GÜNLERİN ve GÜNDEMLERİN HAYIRLISI
MIZRAP 2008

Yorumlar(0)

GÜNLERİN ve GÜNDEMLERİN HAYIRLISI

 

                   Dînimizde, haftanın günleri içerisinde  Cumâ gününün ayrı bir yeri vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu adla başlı başına bir sûre olduğu mâlum. Cumâ namazı emri de  Cumâ sûresi’nde yer alan bir âyete dayanmaktadır:

                   "Ey iman edenler, Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi (işi-gücü) bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lutfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz." (Cum'a: 62/9-10).

                   Cumâ günü câmi günüdür. Cemaat günüdür. Toplanma günüdür. Toparlanma günüdür. Karşılaşma, selâmlaşma, sohbetleşme günüdür. Omuz omuza verme, bir-berâber olma günüdür. Birlik, dirlik günüdür. Cumâ cemiyettir. Kemiyettir. Keyfiyettir. Cuma, okuldur, okumadır. Dinlemedir, anlamadır, öğrenmedir. Teneffüstür. Oyundur, eğlencedir, sevinçtir, kucaklaşmadır, ikramdır, bayramdır.  Cumânın getirdiği kardeşlik iklîmine melekler dahî hayrandır.

                   Bu coşkunun daha geniş boyutlu yaşanması için İslâm târihinde CUMÂ MESCİDİ uygulamaları yapılmıştır. Bir beldede ne kadar çok câmi ya da  mescid olursa olsun, sadece cumâya mahsus bu yerlerde namaz kılınarak sivili ve bürokratıyla tüm o yöre halkının bir araya gelmesi sağlanmıştır. İletişim araçlarının olmadığı o zamanlarda bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu tahayyül ediniz.

                   Başka hangi şey insanları dünyevî çıkar beklentilerinden uzak, gönül coşkusuyla bağdan-bahçeden, işten-güçten alarak böylesine bir araya getirebilir? Tanıştırabilir, kaynaştırabilir? Gören gözler, cumanın , millet için, memleket için gerçek bir bayram olduğunu görür. İdrâk eder. Onun hayrını kavramakta zorluk çekmez.

                   MÜSLİM ve EBÛDÂVUD’da yer alan hadislerde de Peygâmberimiz (SAV) şöyle buyuruyorlar:

                   “Güneşin doğduğu günlerin en hayırlısı Cumâ günüdür. Çünkü, Âdem(a.s.) bu günde yaratıldı, bu günde Cennet’ten çıkarıldı. Kıyâmet de bu gün kopacaktır.”

                   Bu deliller ve benzerleri bir çok sebepten dolayı, müslümanlar bu güne ayrı bir önem atfetmişler, onu bir bayram günü olarak algılamışlardır. Müslümanlar arasında, bu güne mahsus, tıpkı “selâmlaşmak”, “merhabalaşmak”, “bayramlaşmak” gibi, “Cumalaşmak” diye tâbir edilen bir tebrikleşme türü daha vardır. Cuma günlerinde, "hayırlı cumalar", "cumân mübârek olsun"  gibi ifâdelerle tezâhür eder ve  hemcinsler arasında el sıkışarak, karşı cinsler arasında da şifâhen gerçekleştirilir. Diğer tebrikleşme ve esenleşmeler gibi dostlar, akrabâlar, komşular ve insanlar arasında bir ünsiyet vesîlesidir. Özellikle uzaklarda olanlar için, telefonla da olsa görüşmeyi, sıla-i rahm etmeyi sağlar.

                   Haftada bir de olsa dost ve akrabalarımızın hâl-hatırlarını sormayı bir görev telâkkîsi boyutuna taşıyan bu ve benzeri vesîleler, insanı da, toplumu da yalnızlık ve sevgisizlikten uzaklaştıran, onu insanlara, insanlığa ve hayâta bağlayan köprüler mesâbesindedir. Bu sözlerin anlaşılması için illâ da Avrupalının düştüğü yalnızlık seviyesine dûçâr olmamız gerekmemeli. Oralarda, yaşlı insanların, günde bir saat kendileriyle sohbet etmesi için insan kiraladıklarını duyuyoruz. Hattâ, bunun için doktorların terapilerine eş değerde meblağlar ödendiği anlatılıyor. İsterseniz, bu yaz, tâtile gelen gurbetçilerinize sorunuz. Sizlere bir-çok örnek verebileceklerdir. Biz de Avrupalı gibi, maddenin, paranın, sağlığın yalnız başına her şeye, dolayısıyla insanın kendi kendine yeteceğini sanan, selamsız-sabahsız kibirli bir toplum hâline geldiğimizde, bizim de sonumuzun böyle olması kaçınılmazdır. Ahiretin mahvolması yetmezmiş gibi, dünyâyı da cehennemleştirecek olan böylesi durumlardan Yüce Mevlâ milletimizi, gözümüzün nûru yavrularımzı  muhâfaza buyursun…Âmin…

                   İbn-i Hacer Askalânî MÜNEBBİHÂT isimli eserinde anlatıyor: Sahâbeden Abdulâh b. Abbas’a(r.a.); “Günlerin, ayların ve işlerin hayırlısı hangisidir?”  diye soruldu. Şöyle dedi:

                   1-Günlerin hayırlısı, CUMÂdır.

                   2-Ayların hayırlısı, RAMAZANdır.

                   3-İşlerin hayırlısı, VAKTİNDE KILINAN BEŞ VAKİT NAMAZdır.

                   Bunlar dışındakiler hayırsız mı? Diğer bir deyişle, vakitlerin bu vakitler olması o şeyin ya da işin hayırlı olması için, yalnız başına yeterli mi? Elbetteki değil. Yukardaki sözleri mutlak olarak algılamamak gerekli. Yapılan işin vakti ve şekli kadar özü ve keyfiyeti de önemlidir. Hattâ daha da önemlidir. Nitekim, aradan üç  gün geçtikten sonra, Abdulâh b. Abbas’ın (r.a.) yukardaki sorulara  verdiği cevâplar, Hz. Ali’ye (r.a.) ulaştı. Peygâmberimiz (SAV)in, “ilmin kapısı” olarak nitelediği Hz. Ali (r.a.) aynı sorulara esasta aynı, fakat ifâdede  farklı olarak verdiği cevaplar işin hakîkâtini açıklar nitelikteydi:

                   “Eğer, dünyânın doğusundan batısına kadar bütün âlimlere, hikmet ehli bilgelere ve İslâm hukukçularına aynı soru sorulmuş olsaydı, Abdulâh b. Abbas’ın (r.a.) verdiği cevâbın daha güzelini veremezlerdi. Yalnız ben de derim ki;

                   1-İŞLERİN HAYIRLISI; Allâh’ın senden kâbul ettiği ameldir.

                   2-AYLARIN HAYIRLISI; bir daha günâha dönmemek üzere tevbe ettiğin aydır.

                   3-GÜNLERİN HAYIRLISI; mümin olarak dünyâdan ayrılıp, Allâh’a kavuştuğun gündür.”

                   Günlerin hayrı Cumâ şuuruyla başlar. Bu şuur, zaman ve zemin şuurunun da kaynağıdır. Hem cumâyı, hem de cemâati bulduğumuz yer ise câmidir. Namazın dînin direği olduğu gibi, câmi de namazın direğidir. Aynı zamanda kültür ve medeniyetimizin de alâmet-i fârikasi olan câmilerimizin, minâremizin, kubbemizin olmadığı yerde medeniyetimizin varlığından söz etmek de imkânsızdır.

                   Ordu’muza, yurdumuza, ve yakın çevremize bakarken sâdece parkı, bahçeyi, ağacı değil, bu ölçüleri de göz önünde bulundurmak, dikkâtlice gözlemlemek ve gerekirse sorgulamak kültür, medeniyet, gelecek ve sonsuzluk kaygısı çeken her kes için ihmâl edilmemesi gereken bir görevdir diye düşünüyoruz ves’selâm...

 

 

 

 ORDU HAYAT GAZETESİ

             08.05.2008


Mar`12
28
SITKI ÇEBİ SOKAĞI YERİNDE…
MIZRAP 2008

Yorumlar(0)

SITKI ÇEBİ SOKAĞI YERİNDE…

                   Geçen hafta boyu gazetemizde Basın-yayın ve kültürel hayâtı ile Sıtkı ÇEBİ başlığıyla yayınladığımız röportajında, merhum Üstad Sıtkı ÇEBİ’nin son sözü şöyleydi hatırlarsanız:

-          Şimdilik, söyliyeceklerim bu kadardır. Saygılar sunarım, aziz dost.

Vefâtından çok önce gerçekleştirilen ve bizim sorularımız ışığında kendisinin

hazırlayıp bir dosya şeklinde sunduğu röportaj metninin, bilhassa, bu son iki kelimesi, ta o ilk okuduğumda beni çok etkilemişti. Vefâtından sonra tekrar, heyecanla okuduğumuz, röportajdaki bu son kelimeler sanki, sâdece röportajın finâl cümlesi olmaktan öte, her an çekip gitmeye hazır buruk bir yüreğin, bir türlü ısınamadığı bu yalancı âleme vedâ sözleri gibiydi. Röportajı yayına hazırlarken sık sık okuduğumuz bu kelimeler, dost kelimesinin sıcaklığıyla aktı içimize ve kâlbimizin bir yerlerinin sancıdığını hissettik her defâsında, yeniden.

                   29 Nîsan 2006’da vefât eden Üstad’ın bu yıl 2. sene-i devriyesiydi. Geçen yıl 2007’de bayağı etkinlik yapılmıştı 1. yıl anma çerçevesinde. İlk günün akşamı evinde Mevlid okunmuştu. 2. gün Ensar Vakfı Ordu Şûbesi öncülüğünde mezarı başında duâ eksenli bir program yapılmıştı. 3. gün de İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün katkılarıyla TAŞBAŞI KÜLTÜR MERKEZİ’nde, merhumun yakın dostları ve oğullarının konuşmacı olarak katıldığı geniş kapsamlı bir program icrâ edilmişti.

                   Bu yıl, ilk başlarda hiç ses çıkmadı. Bir gün evvel çeşitli yerleri aradım. Herkes konuya duyarlıydı. Yalnız, Sıtkı ÇEBİ adına yarışmalar başta olmak üzere, daha geniş kapsamlı etkinlikleri gelecek yıllar için düşündüklerini ifâde ettiler. Biz, gazete olarak yarın mezarı başına gideceğimizi söyleyince, onlar da memnuniyetle geleceklerini belirttiler. Sabah aradığımda, öğleden sonrası için hareket kararı aldıklarını öğrendik. Buluşma yerimiz olan Köprübaşı’na geldiğimizde İl Özel İdâresi’ne âit minibüsün içerisinin Ordu’lu basın mensuplarıyla dolu olduğunu gördük. Kameralar, fotoğraf makineleri yanlarında bekliyorlardı. Ordu Gazeteciler Derneği Başkanı Recep AYDIN, elinde bir demet çiçekle göründü. Merhum Üstâd’ın oğlu Engin ÇEBİ Bey’in arabasıyla biz önden gittik. Onlar da peşimizden geldiler. Engin Bey öğleden önce gitmiş, ancak, ısrarla tekrar gelmek istedi ve hattâ bizi kendi arabasıyla götürdü. Çambaşı Yayla Yolu üzerinde, Bayadı Köyü, Geriş Mahalle Câmiinin avlusuna varınca, tüm gazeteci arkadaşlarla el sıkıştık. Hasbihâl ettik. Başta Ordu Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler İl Müdürü Vedat ÖZ Bey olmak üzere herkes Engin Bey’i hoşladılar. Ayaküstü görüşmelerle birlikte mezarın başına geldik. Cemiyet Başkanı  Recep AYDIN, getirdiği çiçekleri mezar üzerine tek tek serpiştirerek bıraktı. Bunun ardından yaptığı kısa bir konuşmada, daha sözünün başında, Sıtkı ÇEBİ’nin eksikliğini her zaman fark ettiklerini vurguladıktan sonra, “ Ekonomik ve sosyal az gelişmişlik kabuğunu kırmak için mücâdele eden Ordu’da, her alanda yaptığı araştırma, ortaya çıkardığı bilgi ve belgelerle bir çok konuya ışık tutan ve gelecek kuşaklara aktaran  Sıtkı ÇEBİ,  yeri doldurulamayacak bir kültür insanıydı. Ordu basınının duayeni Sıtkı ÇEBİ’yi ölümünün 2. yılında rahmetle anıyoruz. Rûhu şâd olsun.” diyerek sözlerini tamamladı. Sonra  duâ görevi bize terettüp etti. Hep birlikte âmin denilip okunan fâtihaların ardından, Engin ÇEBİ’nin köy, doğa ve sükûnet hasretiyle tutuştuğu her hâlinden belli sözlerinin ve bol akasya çiçekli bahar manzaralarının arasından süzülerek şehre döndük.

                   Bundan sonra akşam, âilesi marifetiyle, namazı müteâkip ZaferiMillî Mahallesi Sıtkı ÇEBİ Sokaktaki evinde merhûmun rûhu için mevlid okunup duâlar edildi. Onu anma çerçevesinde bir çok dostlarla yeniden görüşme imkânı elde ettik. Güzel bir ortam oldu. Röportajı, “…aziz dost” hitâbıyla bitiren üstâdın evinde eski günlerden kalma bir dost esintisi ve yârân meclisi oluştu. Sıtkı ÇEBİ deyince her şeyi unutan Mürsel ENGİN Bey sohbetin baş kahramanları arasındaydı. Öncelikle mevlid merâsimini icrâ eden Muhammed ERSU ve Aziz AH Hocalara iltifatla başladı söze. Mevlidi, sanatkâr dikkâtiyle tâkip etmiş ve gözlemlerini okuyanlarla ve de dinleyenlerle paylaşmıştı. Üstâd’ın, tevâfukan son fotoğraflarını çekmiş bulunan fotoğraf  sanatçısı Mehmet ŞENOCAK da oradaydı. Mürsel Ağabey kalkana kadar, olan-bitenleri sükûnetle izledi.

                   Fevziye Teyze’ye gelince;  misâfirleri için, günlerdir uğraşıp, kendi elleriyle hazırladığı, o meşhur börekleri başta olmak üzere ikramları sunarken mutluluğu yüzünden okunuyordu. Üzüntüsünü, nispeten tesellîye dönüştüren bu vefâ tablosunun, ona tüm yorgunluklarını unutturduğu her hâlinden belliydi.

                   Mevlid de, her Ramazan’da okunan mukâbeleler gibi, rahmetlinin sağlığından beri bu konağın mânevî gıdâ iklimlerinden biri. Yine de bu eve gelmeden ve bu tören olmadan onun sıcak iklîmini duyumsamak zor olacak gibi. Bu gelenek her şeye rağmen devam etmeli.

                   2. sene-i devriyesinde Sıtkı ÇEBİ unutulmamıştı. Mezarı başındaki anma basında geniş yer buldu. Mevlid merâsimine katılım ve orada ki ortam da Sıtkı ÇEBİ isminin esprisiyle örtüşen bir havayı yansıtıyordu. Mevlid merâsimi ve ardından gelişen sohbetler tam bir dostluk, muhabbet ve kardeşlik iklîminin örneği olmuştu.

                   Gazetemizin hafta boyu verdiği röportajdan maâda, diğer gazetelerimizin yazarları da çeşitli değerlendirmeler yaptılar köşelerinde. Oylumlu yazılar yayınladılar. Görünen o ki, zaman geçtikçe Sıtkı ÇEBİ, üzerinde daha çok durulan bir araştırmacı, gazeteci ve yazar olarak tezlerin, akademik araştırmaların, konferans ve panellerin konusu olacak. Üniversitelerimiz ideoloji, kulüp ve eğlence ekseninden bilime, araştırmaya, kültüre, sanata döndüğü gün; Sıtkı ÇEBİ  ve benzeri yerel kıymetleri, orijinal kişilikleri bahse konu yapmaya başlayacaklardır. Gönül ister ki bunu, bu çınarlar devrilmeden yapsınlar. Sıtkı ÇEBİ’nin durumundan ders alsınlar. Gerçi o, belki görüntü vermedi ama, dişiyle-tırnağıyla yazdığı onlarca eserle kendisini ortaya koydu. Bundan gerisi, ardından gelenlere kalıyor.

                   Kültürel etkinliklerin zayıf seyrettiği şehrimizde, Üstâd’ın sene-i devriyeleri bile bir kıpırtı sağlıyor bu anlamda. Hem vefâ adına, hem de mahallî, millî kültür ve irfânımız adına bu çizgiyi sürdürmeliyiz. Muzaffer GÜNAY Bey gibi kitap yazamasak da, en azından yarınlara not niteliğindeki hâtıralarımızı, yine Muzaffer Bey gibi, O.Rüştü BAŞ, İbrâhim DİZMAN gibi Mürsel ENGİN gibi yazarak, ya da anlatıp kaydettirerek diğer insanlarla paylaşmalı, gelecek nesillerin dikkâtlerine sunmalıyız. Bunu yapmak, onun “…aziz dost” hitâbına muhatap , gazeteci, yazar, yârân, arkadaş ve çevre tüm ehl-i kalem ve kelâmın bir borcudur.

                   Sözün özü, 2. sene-i devriye vesîlesiyle ortaya konulan irâdeler gösterdi ki;  SITKI ÇEBİ SOKAĞI yerinde ve Ordu kültür ve irfânı adına, vefâ adına o sokağı aşındıranlar gün geçtikçe artacağa benziyor ves’selâm…

                  

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

             05.05.2008


Toplam 517 Blog, 104 Sayfada Gösterilmektedir.
«« « 10 11 12 13 14 [15] 16 17 18 19 20 » »»

En Çok Okunanlar Son Yorumlananlar Hakkımda
POPÜLER MASONLAR ORDUDA (7139)
AKROSTİŞ YAZILARI (5512)
FOTOĞRAF-NÂME (5185)
MODA-NÂME (5063)
EYMÜR-NÂME 2 (4928)
EYMÜR-NÂME 1 (4651)
Bedford-nâme (4623)
Nûri KAHRAMAN (4616)
EYMÜR-NÂME 3 (4589)
BAYRAMLAŞALIM DOSTLAR! (3948)
ÜÇ ÖZTÜRK, BİR MEVLÂNÂ.. (1)
CHP-NÂME (1)
GACAROĞLU AHMET EFENDİ (1876-1962) (1)
FOTOĞRAF-NÂME (4)
37 YIL ÖNCESİ, KÖYDE BU GÜN.. (1)
NASIL BİR İL BAŞKANI? (1)
ERKAN TEMİZ BEYİN TELEFONU (1)
BİZ DE İMAM-HATİPLİYİZ Sn. ADİL AKYURT (1)
MODA-NÂME (3)
AKROSTİŞ YAZILARI (4)
 

Www.GirdapTasarim.Com Tarafından Hazırlanmıştır...