Menü

Anket

Sitemizi Beğendiniz mi?
Evet (%73,9)
Hayır (%20,0)
Kararsız (%5,93)

Toplam Oy: 219

Tüm Anketler

Takvim

« Aralık - 2025

»

PT SL ÇŞ CM CT PZ
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31

İstatistikler

 Toplam Hit: 4609115
 Sitede Aktif: 2
 Ip: 172.71.1.168
 Browser: Default - 0.0
 Toplam Kategori: 20
 Toplam Blog: 561
 Toplam Yorum: 28
 Toplam Resim: 6
 Toplam Mesaj: 17

Etiket Bulutu

15 Temmuz 2016 Cumâ Dirilişi adayname aile âile Akdeniz Üniversitesi akrostiş anı Antalya Antalya Palas aşık edebiyatı ÂŞIK EDEBİYATI BABA başbakan başkanlık Bedford, Araba sevdası Biyografi cami cemaat cemiyet chp cuma cumhurbaşkanı çocuk edebiyatı Çocuk Edebiyâtı ÇOCUK ŞİİRLERİ dede deneme DÎNÎ ŞİİRLER DİNİ-MİLLİ ŞİİRLER DÖRTLÜK edebiyat eleştiri eymür eymür köyü eymürname GÜZELLEME halk şiiri halk şiri HÂTIRA hâtıralar HAYAT HİKÂYESİ HECE HECE VEZNİ hiciv İMAM-HATİP PİLÂV GÜNLERİ işkence KADİR GECESİ KÂFİYE komşu ülkeler koşma köy yazıları köyname lüleburgaz MANİ Manzum Fıkralar mızrap NÂMELER Nasreddin Hoca NURİ KAHRAMAN okul edebiyatı ordu ordu hayat ordu hayat gazetesi ordu imam-hatip Palace Palas RAMAZAN RAMAZAN EDEBİYATI recep tayyip erdoğan siyâset şiir toplum türkiye ulubey Yalçın Yüksel Yeni Türkiye zulüm

Son Eklenen Bloglar

Mar`12
25
KIŞ MEVSİMİ, MÜMİNİN İLKBAHARIDIR.
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

“KIŞ MEVSİMİ, MÜ’MİNİN İLKBAHARIDIR.”

Bu söz Hadîs-i Şerif; Meşhûr sahâbi Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) rivâyeti.

(Ahmed:el-Müsned,3/75, Beyhakî; Mecmeu’z-Zevâid, el-Heysemî)

Kış mevsimi nasıl ilk bahar olabilir? Elbetteki bir sebebi var. Nitekim;

Aynı Hadîs-i Şerîf’’in Ebû Ya’lâ rivâyeti daha açıklayıcı nitelikte:

“Kış ayınının gecesi uzundur, onu ibâdetle ihyâ eder;

gündüzü kısadır onu da oruçlu geçirirsin.”

Yâni, geceleri ibâdetle, güzel sohbetlerle veyâ ilimle değerlendirirsin;

erken yatar, rahatlıkla teheccüde kalkar, geceni dolu dolu geçirirsin.

Aynı şekilde, oruç tutmayı düşünüyorsan sahurda zorluk çekmezsin.

Yine Deylemî’nin İbn-i Mes’ûd (r.a.)’dan merfû’ olarak naklettiği

hadiste de şöyle buyurulmaktadır: (Aclûnî, 2/5)
“Kış mevsimine merhabâ! Onda rahmet vardır.

İbâdet eden için gecesi uzun; oruç tutan için de gündüzü kısadır.”
Ve yine Enes b. Mâlik (r.a.)’den bir rivâyete göre de:
“Kış orucu, soğuk ganimet (veya âbidler ganimeti)dir.” buyrulmaktadır.
Sizin anlayacağınız, kış mevsimi fırsatlar mevsimidir.

Kış işte deyip, yatılıp-yuvarlanmakla kalınacak günler değildir.

Elbetteki güzelliklerinden istifâde edilecek, imkânlar değerlendirilecek;

lâkin, sâdece oyun ve eğlence olarak algılanmayacak.

Zîrâ, kış uykusuna yatılacak mevsim değildir o. Aklı olan onu,

uykuyla değil, uyanıklıkla geçirir. Çünkü en müsâit zamandır.

Hem daha kolaydır, hem de her bakımdan daha elverişlidir.

Diğer mevsimler insanı alır götürür, oraya buraya savurur.

Kış, hareket kâbiliyetini azaltarak insanın döngüsünü kendine çevirir.

Dolayısıyla insan kendine ve nefsine hâkimiyette daha avantajlıdır.

İlk bahar deyince akla bağ gelir, bahçe gelir, çiçek gelir.

Eğer bu anlamda kışı fırsat bilip değerlendirirse insanoğlu

sonsuz baharlara erer, cennet bahçelerinde dolaşır.

Aksi takdirde, kışın uyuyanların sonu en azından, ârafta kalmaktır.

Aklı olanın uyuması ise hiç hayra alâmet sayılamaz.

                                   ***

Söz sırası, Mustafa İSLÂMOĞLU’nun TAVSİYELER kitabında.

Yukarda söylenmek istenenlerle bağ kurabilirsek ne mutlu:

“Câmili olunuz. Câmisiz hareket olamayacağını artık öğreniniz.

Eğer câmileriniz yoksa câmilerinize kavuşunuz.

Eğer cemaatiniz yoksa cemaatinizi bulunuz.

Randevularınızı câmilere, namaz vakitlerinde veriniz.

Bunu yapamıyorsanız bâri evinizi mescid hâline getiriniz.

Unutmayınız ki, terbiye bir bütündür. Böylece namaz, hem evin

küçük çocukları üzerinde terbiye edici bir etki gösterecek,

hem de mânevî huzûru celbedici bir katkısı olacaktır…”

                                   ***

Cumânız mübârek olsun. Hangi mevsimde olursanız olun,

içiniz bahar, dışınız bahar;  gülüşünüz bahar, düşünüz bahar olsun.

Yüce Mevlâ cümlemizi bu şuurla yaşayanlardan ve sonsuz bahâra erip

Cennet bahçelerinde dolaşanlardan eylesin ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

04.02.2010


Mar`12
25
VÂLİLER ve İSİMLER
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

VÂLİLER ve İSİMLER

Geçtiğimiz 10 yılın, ilk yıllarıydı. Bir gün, hangi vesîleyleydi bilmiyorum; başta Yılmaz GÜNDOĞDU Bey olmak üzere bir-kaç arkadaşla berâber, zamânın vâlisi Kemâl YAZICIOĞLU’yu ziyâret etmiştik. Ülkenin kritik süreçlerden geçtiği, şubat soğuğunun sıfır altı derecelere iyice yerleşip, bahar da gelse, yaz da geçse bir türlü yukarılara çıkmak istemediği mâlum yıllar. Yönetim sivil gûyâ, ama, öylesine kanun hazırlıkları var ki, bir çıksa vatandaşın canı çıkacak. Neredeyse nefes alamayacak!

Memleketin genel havası öylesine ağır; lâkin, Sayın YAZICIOĞLU da ağır adam. Bir sâhil kenti olmamıza rağmen merkezden pompalanan derin dalgalardan etkilenmiyoruz. En azından, bir-çok vilâyette, o zamanların derin odaklarına şirin görünmek adına sergilenen zoraki olaylar, çıkarılan sûnî problemler buralarda çok da gözükmüyor. Biz bunu vâlimizin kişiliğine bağlıyoruz. Allâh selâmet versin.

Ziyâretimizde bu husûsu vurguladık. Sonra o, Tayyip Bey’le olan tanışıklığından söz etmişti. Kendisi İstanbul Emniyet Müdürlüğündeyken Tayyip Bey de İstanbul Belediye başkanıymış. O zamanlar, hem de hemşeri olmaları hasebiyle yakından görüşüyorlarmış. Sanırım AkParti’nin yeni kurulduğu günlerdi. Şubat soğuğunun son günleriymiş meğer. Her neyse, bir ara kendisine;

<!--[if !supportLists]-->-                         <!--[endif]-->Sayın vâlim, Boztepe tesisleri çok güzel olmuş. Ben de diyordum ki, netîcede bir tesis. Koca vâlinin adı verilir mi diye geçmişti aklımdan. Ama, görünce fikrim değişti. Ordu, kaç dönem, o kadar tulum vekil çıkardı, nice iş adamları yetişti, belediye başkanları gördü; kimse bunu başaramadı. Netîcede size nasip olmuş. Tebrik ederiz. Teşekkürler! demiştik.

Hakîkâten de öyleydi. Ordu hizmete susamış bir ildi. Elde-avuçta bir Boztepe’miz var. Onun da doğru-dürüst bir tesisi yoktu. Yolu yoktu hattâ. Hâlâ da var denemez ya!  

Bir yönetici olarak 10 yıla yakın bir zaman diliminin sonunda, “baba vâli” intibâ ve imajlarıyla ilimize vedâ etti. Ahmet Râtıb Paşa’nın dediği gibi:

Herkesin kendi gider, nâmı kalır dünyâda!

            Bu anlamda, iyi bir nam bırakmak önemli. Yazıcıoğlu artılarıyla anılan isimlerden. Acabâ, her kes böyle mi? Elbetteki bunu vatandaşa sormak gerekli.

ACUN ÇETİNKAYA

Bir de OR-Gİ projesini hatırlıyoruz. Temeli atanı da. Herkes duâ ediyor. Adını anıyor. Bakalım havaalanına adı verilecek mi bir gün yapılırsa?!

Bence verilmesi gerekmez. Ama, ne hazindir ki, bir okul yaptırana adı veriliyor Ordu’da. İşte Utku ACUN. Bir de Pelitliyatak’taki Mustafa Necâti ÇETİNKAYA Ortaokulu’nu biliyorum. Bilmiyorum hâlâ o ismi taşıyor mu?

Bu okulları, yolları ya da tesisleri sayın vâlilerimiz kendi paralarıyla mı yaptırdılar? Öyle bile olsa, bizim kültürümüzde nam için hayır yapılmaz. Ama gel gör ki, bizim halkımız, kendi parasıyla da yapılmış olsa, bunu lütuf olarak algıladığı için, normal şeyleri bile olağanüstü cinsinden kabul ediyor. Sonra;

Sonra, hemen vâlinin ismini koyuyor! Neden? Başta, vâli beye bir güzellik, bir ikram olsun diye. Ya, onu sevdiğinden, ya da kendini sevdiğinden! Yâni, bir nevî kıyak kabîlinden. Vâlilerimizin böyle bir talebi olacağını, hizmet için böyle bir şart koşacağını düşünemiyorum. Bunlar tamâmen çevrelerin, şu ya da bu mülâhazalarla ortaya koyduğu mârifetler. Mantîkî bir temeli olmayan geçici şeyler.

Nitekim, Boztepe tesislerinde bunun örneğini görüyoruz. Mesele binâ yaptırmaksa, şimdi o binâ yıkılacak; yerine de yenisi yapılacak. Bu mantığa göre, teâmül gereği, binâ ile birlikte isimler de gitmeli ve gelmeli!

Ama, artık Türkiye o Türkiye değil. Koca dere yolları, uluslar arası standartta çevre yolları yapılıyor, onlarca tünel açılıyor da, kimse ne vâli, ne bakan, ne de vekil ismi telâffuz ediyor. Dereyolu’nu gidip bir görün. Barajlara, tribünlere bakın. Sn. Hilmi GÜLER onlarca defâ isim hak ediyor, okul veyâ tesis ölçeğini baz alırsak. Ama o böyle bir şey istemez, isterse de yaptığı işle mütenâsip olmayan bir durum çıkar ortaya.

ASIL PROBLEM

İşin açıkçası, bana sorarsanız, Ordumuz’un asıl problemi değer yoksunluğudur. İsmini vereceği adamı yok! Ne Osmanlı döneminde, ne de Cumhûriyet’te. Târihe ya da ülkeye mâlolmuş bir isim varsa söyleyin! İlim, kültür, sanat adamı da olabilir! Hani, nerde?

Problem burada. Önce Ordu’nun kodları belirlenmeli. Herkesin kabul edeceği temel değerler okullara, caddelere, salonlara nakış nakış işlenmeli. Gelecek nesillere gülünç olmamak için şimdiden bu ve benzeri, zamanla anlamsızlaşan uygulamalara son verilmeli.

Bu anlamda, Ordu’nun târihi gözden geçirilerek temel taşlar tespit edilmeli. O isimler genlere işlenmek üzere levhalara çakılmalı ki, nesillerimiz nereden geldiği noktasında kazandığı reflekslerle, nereye doğru gitmesi gerektiği husûsunda bocalamasın ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

03.02.2010


Mar`12
25
UĞUR MUMCU ve BİZ
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

UĞUR MUMCU ve BİZ

Uğur Mumcu, 60’lı, 70’li, 80’li yılların en popüler gazeteci ve yazarlarından. Harâretli yazılarıyla ateşli gündemleri yorumluyor. Keskin ve etkileyici bir uslûbu var. En önemli yanı, laik olmanın ötesinde, her iki anlamda da militan devrimcilik ve özgürlükçülüğü. Kabına sığacak gibi değil. Yargılamalar, hapisler, tehditler aslâ yolundan döndüremiyor. Öylesine çelik bir duruşu var. Yazılarında problemlere vurgu yapmanın yanında, hukukçu kişiliğinin verdiği bilinçle kanunsuzlukların üstüne korkusuzca gitti.

Yazar tüm yaptıklarında samîmî. Kendi kulvarında tutarlı. Her şeyi devrim, laisizm, bağımsızlık, çağdaşlık ve özgürlük adına yapıyor. Ama, tüm bu kavramları kullanarak düzen içinde düzen yürütenlerin düzenleri ve gerçek yüzleri açığa çıkma noktasına gelip dayanıyor iş en sonunda.

VALLÂHİ BEN ÖLDÜRMEDİM!

İşte tam aydınlanma noktasında bombalar patlıyor ve film yanıyor. Filmi yakanlar bu sefer, daha haber duyulmadan sokaklara inip, Uğur Mumcu’nun uslûbuyla, kahrolsun irticâ terânelerine başlıyorlar. Öyle ya! Böylesine devrimci ve laik bir insanı öldürse öldürse bunlar öldürürdü! Onlar her kimse ve neredeyse!

Ama, hem vallâhi, hem billâhi ben öldürmemiştim onu! Niye hep bana doğru bakmış ve bakıp duruyordunuz ki?! Hâlâ da gözünüz benim üstümde gibi sanki!

Şaka bir yana; anarşinin hüküm sürdüğü tüm fırtınalı süreçlerde kuşkular hep dindar kesim üzerine yoğunlaştırılmıştır. Nitekim, bu güne kadar birçok kesim ısrarla, suikastı 'İslamcı grupların' yaptığını ileri sürmüş, gazeteler de o günden bu güne bu iddiayı öne süren cümleler kullanmıştı. “Babasının oğlu” Özgür MUMCU ise tiranların rağmına yaptığı açıklamada gerçeği şu sözlerle dile getirmiştir:

"Bu cinayeti kontrgerillanın işlediğini duysam şaşırmam. PKK'nın yaptığını duysam yine şaşırmam. Elbette ciddi bir delile dayanarak söylemiyorum, ama ben bu cinayetin bir İslamcı operasyonu olduğuna inanmıyorum."

Geçen hafta ulusal basında yer alan haberlere göre, T24 adlı İnternet sitesine konuşan Özgür Mumcu, açıklamalarının devâmında da, bu fikrinin yeni olmayıp, ta öncelerden beri böyle düşündüğünü özellikle vurgulamıştır.

ORDU ve MUMCU

Uğur MUMCU, Ölümünün 17. yılında, her yerde olduğu gibi Ordu’da da anıldı. Geçen hafta düzenlenen programda sağcısı-solcusu herkes, Uğur MUMCU programında bir aradaydı. Örnek gazeteci ve araştırmacı kişiliğine vurgular yapıldı.

Uğur MUMCU, dâvâsının adamıydı. Hem de adam gibi adam. Lâkin öyle olması, savaştığını zannettiği otoriter ve emperyâl güçlere âlet ve yem olmasına engel teşkil etmedi. Ben inanıyorum ki, eğer o yaşasaydı, bu gün kendisini savunur gibi gözüken ulusalcıların yanında yer almazdı. Çünkü, bugün olanların temeli, onun susturulduğu noktaya dayanıyor. Sözün özü, mücâdelesi örnek alınacak bir kişilikti. Şu sözü de çok anlamlı ve çarpıcı:

“İnsanlar sâdece konuştuklarından değil,

sustuklarından da sorumludurlar!”

            Son olarak, refîkimiz Vizyon Gazetesi İnternet sayfasından bir alıntıyla sözü tamamlayalım. Aynı zamanda köylüm olan Sezer PALA arkadaşımız, Türk Vatandaşı Olmak adlı yazısını Uğur MUMCU’nun târifiyle bitirmiş:

“Türk vatandaşı, İsviçre Medeni kanununa göre evlenen,

İtalyan Ceza Yasası'na göre cezalandırılan,

Alman Ceza Muhakemeleri Usulü yasasına göre yargılanan,

Fransız İdare Hukukuna göre idare edilen

Ve İslam Hukukuna göre gömülen kişidir.”

            Elçiye zevâl olmaz. Yazmak bizden, değerlendirmek sizden ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

01.02.2010


Mar`12
25
AÇIK OTURUMLARI KAPATIN
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

AÇIK OTURUMLARI KAPATIN!

Doğrusunu söylemek gerekirse, şu Ergenekon meseleleri üzerinde pek de duruyor değilim. Şu anlamda; incelememe gerek yok. Çok delîle ihtiyaç duyulmayacak bir konu çünkü bu. Balyozdur, ıslak imzadır, kozmik odadır; hepsinin de varlığına inanıyorum. Gece-gündüz bunlarla yatıp-kalkmanın çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum, o kadar.

Bu belki de, benzer meseleleri kanıksamış olmamızdan kaynaklanabilir. Şimdikiler bir şey görmedikleri için bu anlatılanlara kurgu bilim ya da kurgu film gözüyle bakabilirler. Ama biz geçmişte öyle şeyler yaşadık ve yaşayanlardan duyduk ki, bu anlatılanlar ve ortalıkta dolaşan iddialar devede kulak mesâbesinde bile değil belki.

ARKADAŞLAR, MERKEZDEN ARIYORLAR!

Ne sıkıntılı günler, ne bitip-tükenmez gecelerdi o zamanlar! Geçenlerde bir arkadaşın evinde oturuyoruz. 8-10 kişi varız. Dinden-îmandan, milletten-memleketten, partiden-siyâsetten de konuştuk tabiatıyla. Kalkma zamânı yaklaşmıştı. O ara, bizim Yılmaz Bey’e bir telefon geldi. Biraz konuştuktan sonra;

<!--[if !supportLists]-->-         <!--[endif]-->Arkadaşlar, merkezden arıyorlar. Hadi dağılalım! diyerek espri yaptı.

Ama, AkParti öncesi, 3 kişi bir araya gelse, ister-istemez tedirgin oluyordu. Telefonlar kapatılıyordu. Şarzları sökülüyordu vs. vs. bir takım tedbirler alınıyormuş gibi yapılıyordu. Sözün özü, Üstad Necip Fâzıl’ın

ÖZ YURDUNDA GARİPSİN, ÖZ VATANINDA PARYA!

dediği gibiydi durum.

Bu günlere gelindiğinde; “çok şükür!” diyorum. Ama, yine de hâlâ her şeyin hâllolduğu söylenemez. Karşımızda çok pişkin bir cephe var. Beride de, VUR ABALIYA cinsinden bir MAL BULMUŞ MAĞRİBÎLİK mevcut. Dün akşam denk geldiğim bir AÇIK OTURUM, işin dozunun kaçırıldığı izlenimi uyandırdı bende.

KORKARIM Kİ, BÖYLE GİDERSE,

ZÂLİMLER MAZLUMLAŞACAK!

Benim izlediğim programda 2 asker emeklisi konuşmacı vardı. Buna mukâbil 3 mü, 4 mü ne sivil. Burada bir eşitsizlik söz konusu daha başta. Bir de, öte yandan ölçüsüz hücumlarla, eskiden kalem oynatamazken, şimdi eline fırsat geçmişliğin olanca hoyratlığıyla yükleniyorlarmış havası sözkonusuydu. Üstüne üstlük, öbürleri de gâyet pişkin ve kendilerinden emin edâlarla işi götürüyorlar. Kelime oyunlarıyla çoğunluğu neredeyse kündeye getiriyorlar. Beri taraf konuşuyor, onlar, “bunlar sâdece iddiâ!” deyip çıkıyor. Hadi çık bakalım işin içinden çıkabilirsen!

Bu durumda, ortalama vatandaş; “Amaaan sende; yetsin gayrı, artık gınâ geldi!” diyebiliyor. Bu nedenle, orantısız güç havası oluşturacak bir trend, kamuoyunda vicdan yorgunluğuna sebep olabilir. Nitekim ortada verilmiş her hangi bir hüküm ya da karar da yok.

            Yüzde yüz haklı da olsanız, psikoloji diye bir şey var ve de hem, siyâset diye. Bu vâdîde çok konuşma ve yüklenmenin vicdanları rahatsız edeceğinden endişeliyim açıkçası. Kaldı ki, benim izlediğim cinsten her kanalda sabah-akşam oturumlar ve değerlendirmeler var. Yarım saatte bir verilen haberler hâriç. Bu da, sanki mânevî bir sıkıyönetim gibi bir şey ki, insanlar bu havadan da sıkılabilirler.

ORDU ve TÜRKİYE

Bu meseleye inandığımızı, ortada bir zulmün olduğunu söylerken bir kurum olarak Ordumuzu tamâmen bu işin dışında tutuyoruz. Her kurumda, her yerde suistimâller olabilir.   Çok eskilerden, hafızamda yer tutan bir söz var ki, çok hoşuma gider;

“Firavunlara kızıp ta sayıp-sövenlere aldanma; onun eline geçen imkânlar bu insanların eline geçseydi, belki de Firavun’dan daha zâlim olurlardı!”

            Dolayısıyla, askerin elindeki imkân, şimdi çok mâsum pozlarında bulunanların ellerinde olsa neler yapabilirlerdi, kim bilir? Çünkü imkânlar insanları haddi-hududu aşmaya, sınırı geçmeye yöneltebilir. Bunlara meydan vermemek gerekir. Burada esas olan suistimâllerle mücâdeledir. Ve ben inanıyorum ki, bu süreç sağlıklı bir şekilde devam edip adâletle sonuçlanırsa bundan herkes, özellikle Ordu ve Türkiye kazançlı çıkacaktır.

Yeter ki, heyecana kapılmadan; sağduyu, sabır ve samîmiyetle adâletin tecellîsini bekleyip, milletin, memleketin, güzel nesillerimizin ve topyekûn geleceğimizin hayrına olacak şeyin tahakkuk etmesine duâcı olalım ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

31.01.2010


Mar`12
25
KARDAKİ ATEŞ
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

KARDAKİ ATEŞ

Gazetelerde; “Fındık üreticisi kar duâsına çıkacak!” diye haberlerin yer aldığı gün, bölgemiz karla buluştu. Kara toprak, tavandan tabana beyazlara büründü. Bizim milletimiz sivri zekâ. Hele bir sıkışmaya görsün, neler bulur, neler üretir; şaşırır kalırsın?! “Kar duâsı” olmuş ya da duyulmuş şey değil. Gel gör ki, şartlar vatandaşı zorluyor.

Her neyse, benim asıl merak ettiğim; iki aydır “kar kar!” diye “car car!” eden, yağmur duâsı misâli organize olmayı, seferberliğe çıkmayı plânlayan insanoğlu, sabah kalkıp murâda erdiğini görünce iki rekât olsun şükür namazı kıldı mı acabâ? Ya da, en azından “Yâ Rabbi, sana şükürler olsun!” ifâdesi çıktı mı ağzından?

“O göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lutfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (el-Casiye, 13) “Nîmet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır...” (en-Nahl, 53)

Hâl böyleyken, karı görünce gözü kamaşıp, dünü hep unutarak zevk kârı peşine mi düştü yoksa?! Avdır, kaymadır, gezmedir, oyundur; kar topu ya da kardan adamdır, vs… Bunlar hep lütuf, hep güzellik. Hepsi de olacak. Biz kendi aramızda, âilece ya da arkadaşlarımızla helâl dâiresinde gezer-tozar, güler-oynar, yer-içersek, tıpkı bizim, çocuklarımızın neşesiyle sevindiğimiz gibi, Rabbimiz de bundan hoşlanır. Çünkü O, nîmetlerini bizim üzerimizde görmek ister. Rabbimiz ister ki; nîmetleri fark edilsin, güzel güzel hareketlerle değerlendirilip güzel güzel istifâde edilsin.

BAŞTAN KARA, KARDAN KÂRA

Bir âile büyüğü olarak, çocukları da alıp, kara özel bir program düzenlemek, şöyle kış vaziyeti alıp giyinip-kuşanarak biraz çevreye açılmak âilenin muhabbet havasını da güçlendirir.

“Allah’ın nimetlerini teker teker saymaya kalksanız, mümkün değil sayamazsınız. Gerçekten Rabbin gafûrdur, rahîmdir.” (en-Nahl, 18)

Meselâ, sözünü ettiğimiz gibi, önceden plânlanıp gidilen bir yerde kar üzerinde hamsi ziyâfeti düzenlense güzel olmaz da ne olur? Rabbimiz, oradaki muhabbetten hoşnut olmaz mı? Ama, veren unutulmadan! Kulluğun sırrı da burada zâten!

“Görmüyor musunuz ki, Allâh göklerde ve yerde olan şeyleri sizin hizmetinize vermiş. Görünen görünmeyen bunca nimete sizi garketmiş?!..” (Lokman, 20)

ŞÜKR’ÜN ZIDDI KÜFÜR MÜ?

Peki, nîmete gereken, yâni onun hakkı ne? Elbette ki, şükür. Nitekim Peygâmberimiz (SAV) bunun önemini vurgularken, “Şükür, îmânın yarısıdır...” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 107) buyuruyor. Şükrün zıddı ise küfürdür; yâni, küfrân-ı nîmettir; nankörlüktür Allâh muhâfaza.

Şükür etmek bir yana, ağzından çıkanı kulağı duymayanlar çok. Gerçekten, hiçbir şeyden memnun olmayan, sözün nereye varacağını hiç düşünmeden söyleyen, câhilden de kötü insanlar olduk. İşi okumak-yazmak, aydınlatmak olan basın-yayının diline bakın. O güzel kar için kullandığı ifâdeler gerçekten düşündürücü:

“Beyaz kâbus”, “Beyaz çile” hâ; öyle mi?!

Bu ve benzeri sözler, nasıl sözler Allâh aşkına?! Biz nasıl millet olduk böyle; yağsa yağdı diye şikâyet, açsa yandık diye şikâyet. Ağzımızdan bir güzel söz duyana aşk’olsun! İşten-güçten şikâyet, bağdan-bahçeden, fındıktan-fıstıktan şikâyet! Bir defâ, kendimizden, çelik-çocuğumuzdan haberimiz yok; bilmem dünyânın tâ nerelerindeki hava durumlarını biliyoruz, başkentlerin sıcaklıklarından haberimiz var. Kitap bilmeyiz, defterimiz yoktur; ama ne dünyâmıza, ne de ahretimize faydası olmayan bilgi, beceri, meşgâle ve haberlerimiz çoktur. Allâh (CC) bize akıl-fikir versin!

“O, kendisinden istediğiniz her şeyi verdi. Allâh’ın nîmetlerini saymaya çalışsanız, saya­mazsınız! Doğrusu insan, çok zâlim (ve) çok nankördür!” (İbrâhîm, 34)

Peki, bu câhilce söz ve şikâyetler neyi çözüyor? Neye faydası var? Öyle ya, hep izleyegeldiğimiz gibi, Avrupa’da, Asya’da, dünyânın çeşitli yerlerinde de karlar yağıyor. Hem de daha çok. Bilmem Avrupa’da yaşayan yakınlarınızla haberleşiyor musunuz? Şu an, hattâ aylardır oralarda dondurucu soğuklar var. Kim engel olabiliyor? Depremler, seller, hortumlar, fırtınalar, çeşitli âfetler dünyâyı yer yer, bölge bölge silkeleyip geçiyor. Alınabilen kısmî tedbirler kimseyi aldatmamalı. Gerçek gücü görmekten alıkoymamalı. Akıl, zekâ, teknoloji bir yere kadar. Oradan ötesi, berisi de dâhil hepsi Allâh’ın yed-i kudretinde. Tâbiî, bilene, görene, anlayana…

KARDAKİ KOR!

Kar ya da bir başka konuda, gelişigüzel, haddimizi bilmeden sarf’ettiğimiz sözler üzerine, Allâh yağmurunu alsa, kar yağmasa, güneş açmasa bunları bize kim verebilir ki keyfimiz gelip de isteyince?

“De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım,  size kim bir akar su getirebilir?” Mülk,30

Veyâ, O “Ol” deyince kim engel olabilir?

“Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı

"Ol" demekten ibarettir. Hemen oluverir.” Yâsin,82

Peki o zaman biz hiç fayda söz konusu olmayıp bol günâh kazandığımız, hattâ belki de –Allâh korusun- filmi hep yaktığımız sözleri niye sarf’ediyoruz ki gereksiz yere? Niye mi, sâdece câhilliğimizden, kara da değil, kapkaranın karası câhilliğimizden! Hiç başka bir şey değil! Şu karlı günleri fırsat bilip de evde biraz kitap, hattâ ufacık bir takvim yaprağı okuma düşüncesi de yok! Bunca duyarsızlık, üstüne üstlük densizliklere mukâbil cennet hayâli de çok! Hepimiz bu noksanlığımızın da farkındayız üstelik. Ama, mesele bu kadar basit olmamalı, değildir de nitekim.

“Gerçekten insan, Rabbine karşı çok nankördür. Kendisi de buna şâhiddir.” (el-Âdiyât, 6-7)

“Eğer nankörlük edecek olursanız bilin ki, Allâh sizden müstağnîdir; hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur...” (ez-Zümer, 7)

“…Eğer şükrederseniz, nîmetlerimi daha da arttırırım; ama nankörlük ederseniz haberiniz olsun ki, azâbım pek şiddetlidir.” (İbrâhîm, 7)

KARDAN KÂR’A

 Rabbimizin âyetleri gâyet açık. Yüce Mevlâ, her durum karşısında olduğu gibi, burada da nasıl vaziyet alacağımızı, neler konuşacağımızı, neleri yapmamaya dikkât edeceğimizi, nice duruş sergileyeceğimizi bilerek, yukarıdan aşağıya doğru akıp giden hayâtımızın tüm mevsimlerini hayr’üzre yuvarlayıp kar kütüğü misâli sevaplarımızı büyüterek menzile ulaştırmayı nasîp eylesin ves’selâm…

ORDU HAYAT GAZETESİ

26.01.2010


Toplam 517 Blog, 104 Sayfada Gösterilmektedir.
«« « 83 84 85 86 87 [88] 89 90 91 92 93 » »»

En Çok Okunanlar Son Yorumlananlar Hakkımda
POPÜLER MASONLAR ORDUDA (7140)
AKROSTİŞ YAZILARI (5512)
FOTOĞRAF-NÂME (5186)
MODA-NÂME (5064)
EYMÜR-NÂME 2 (4928)
EYMÜR-NÂME 1 (4652)
Bedford-nâme (4624)
Nûri KAHRAMAN (4617)
EYMÜR-NÂME 3 (4591)
BAYRAMLAŞALIM DOSTLAR! (3949)
ÜÇ ÖZTÜRK, BİR MEVLÂNÂ.. (1)
CHP-NÂME (1)
GACAROĞLU AHMET EFENDİ (1876-1962) (1)
FOTOĞRAF-NÂME (4)
37 YIL ÖNCESİ, KÖYDE BU GÜN.. (1)
NASIL BİR İL BAŞKANI? (1)
ERKAN TEMİZ BEYİN TELEFONU (1)
BİZ DE İMAM-HATİPLİYİZ Sn. ADİL AKYURT (1)
MODA-NÂME (3)
AKROSTİŞ YAZILARI (4)
 

Www.GirdapTasarim.Com Tarafından Hazırlanmıştır...