|
|
HASTÂNE KORİDORLARI
Bu gün sizlerle iki olayı paylaşacağım. Benzerlerini sizlerin de sık sık yaşadığına inandığım, üzerlerinde pek de durulmayıp geçilen, ama gerçekte düşünülünce hayâtımızda dönüm noktası olabilecek birer şoklama niteliğindeki bu küçük görünümlü hâdiselerden bir yerlere varmaya da çalışacağız elbet. Siz sevgili okurlarımızın da çok çeşitli yorumlar katarak zenginleştirebileceği kısa hatıralarımız şöyle:
HEMŞİRE Mİ, DOKTOR MU?
Geçen ayın ortalarıydı. Uzak fakülte hastânelerinden birindeyiz. Kliniğin önünde sıramızı bekliyoruz. Girenler, çıkanlar, konuşanlar, feryat edenler. Koşanlar, koşuşturanlar. Hep o bildik hastâne manzaraları. İçerde asistanlar, sırası gelenlerle ilgileniyorlar. O arada, bölümün başkanı Doçent Bayan geliyor, kapının önünde birikenleri geçip içeri girmeye çalışıyor. O hengâme içerisinde bir başka bayan, elinde evraklarla bir şey öğrenmek isterken kendisine;
Hemşire hanım, bakar mısınız? deyiverdi. O da,
Hemşire değil, doktor, doktor! diye tepki gösterdi ardına bakmadan, sorusuna cevap ta vermeden. Kapı kapanıp dışarıda kalan bayan tekrar;
Ne olmuş doktor olmuş da, ne fark eder ki sanki?! dedi doğal olarak.
Her ikisini de anlamak gerekli. Şunu da anlamak ve bilmek gerekli ki “insan gibi insan” olabilmek, ne durumda olursak olalım, ölçüyü ihlâl etmemeyi becerebilmek çok önemli. Ama, neylersiniz ki, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü seveceğimiz ve hoş göreceğimiz” bir eğitim alamıyoruz demek ki! O eksene giremiyoruz bir türlü. Direniyoruz. Hem ülke, hem de vatandaş olarak.
Bir de, üstüne üstlük, ülkemizin ortamı hep kamplaşmalar ve gerginliklerle mâlul olunca iş hep sarpa sarıyor. Dolayısıyla, böyle bir ortamdan güzel güzel konuşmalar ve anlaşmalar ortaya çıkması zorlaşıyor. Elbetteki tüm bunlar genel havayı etkiliyor. Kaba-taslak işleri hâlledemiyoruz ki, sıra inceliklere gelsin! Aslında, tüm bunlara hiç değmiyor ama neylersiniz! İşte buyurun:
GEBERDİ GİTTİ!
Farklı muhtevâlı ama birbiriyle ilintileyebileceğimiz bir diğer olay da yıllar önce meydana gelmişti. Bu sefer yer Ordu Devlet Hastânesi. Röntgen kuyruğundayız. 70’inde bir amca. Kimbilir hangi duygu ve düşünceler onu bu söyleme sürükledi.
Eskiden elektrik ve hoparlör sisteminin olmadığı zamanlarda, pazar kurulan yerlerde duyurular için tellâllar vardı. Kayıpları ya da duyurulacak şeyleri yüksek bir yere çıkarak ve olanca sesleriyle haykırarak söylerlerdi.
Hey komşular, arkadaşlar, vatandaşlaaar!
Hey ahâlî! Yayla komşularııı! Duyduk duymadık demeyiiin!
diye başlarlar ve böylece herkesin dikkâtini çektikten sonra söyleyeceklerini söylerlerdi. Bu amca o serenatları yapmadı ama, söyleyiş edâ ve tarzı îtibârıyle o havadan esinlenmiş gibiydi! Elinde değneği, hem yürüyor, hem de koridordaki herkesin duyabileceği bir sesle söyleniyor:
-Var mıydık, yok muyduk?
Bugün varız, yarın yokuz!
Ölünce kimi;
- Ne iyi insandı, Allâh rahmet eylesin! der;
Kimisi de,
Geberdi gitti! Der.
Aman YâRabbî!... (26.o1.2004)
Evet, hayatın hay-huyu içerisinde kafamıza göre bir çizgi tutturmuş gidiyoruz. Kendimizi kendimizce bir yerlere konduruyoruz. Zât-ı âlîmizi(!) dünyânın da, âhiretin de en yüce makamlarına tâyin edip konduruyoruz! Kendi kendimizle öylece idâre edip gidiyoruz. Ama, hak katında ve de halk yanındaki durumumuz ne; onu bilmiyoruz. Merak da etmiyoruz. Bunu mesele de yapmıyoruz. Hâlbu ki çok önemli. Ya iş, hayâl ettiğimiz gibi olmazsa! Öleceğiz ve insanlar bizim için şehâdette bulunacaklar.
Nasıl bilirsiniz? Hakkında iyi bir âdem miydi?
Hakk’ın huzûruna varmadan halka sorulacağız. Sonra Hakk’a hesap verilecek. Onun için bizim hesaplar hiç de zannettiğimiz gibi çıkmayabilir. İşi sıkı tutmak çok önemli.
Hiç olmazsa, Hz. ÖMER (ra)’in, “BUGÜN ALLÂH (CC) İÇİN NE YAPTIN?” sorusunu bizler de kendimize sorarak, arada-sırada nefis muhâsebesi yapmalı, gidişâtımızı kontrol altına almaya çalışmalıyız. Unutmayalım ki; “dünyâ fâni, ölüm âni!”
Akşam, Âlemlere rahmet Efendimiz’in (SAV) Mevlid Kandilini idrâk ettik. Ardından bu gün Cumâ. Bu rahmet vesîlelerini kendimiz ve çocuklarımız için Rabbimize samîmî yöneliş fırsatlarına çevirelim inşâllâh…
Her ikisi de mübârek olsun! Hayâtımız rahmet esintileriyle dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
25.02.2010 |
|
|
28'İNDEN 22'SİNE ŞUBAT DEFTERİ!
2010’un Şubat’ı bitmek üzere. Aylar ne de çabuk geçiyor! Daha dün takvimler dağıtılıyordu. Şimdi çeyreğine gelmişiz. Ancak sevgili okurlar, böyle şubatlara can kurban! Önceki günkü 22 Şubat tutuklamaları, halkına rağmına estirilen aykırı FIRTINA furyasının adâlet duvarına toslayıp geri teptiğinin ifâdesiydi.
Biz ne şubatlar yaşadık değil mi? Hatırlamaya çalışalım! Hele bir, 97’nin 28 Şubat’ı vardı ki, o gün ve ardından yaşananlar için düşman başına demek bile insafsızlık gibi geliyor bana!
Bunun ne anlama geldiği sık sık işlenen bir konu. Çoğumuz, bizâtihî iliklerimize kadar yaşadık. Biz burada kendi özelimizde, 28 Şubatlı duygu ve düşüncelerden ajandamıza yansıyanlardan örneklemeler yaparak anılarımıza duygusal gezi yapmaya çalışacağız.
O yıllar bizim, İmam-Hatip Lisesi’nde görev yaptığımız ve câmia olarak hep birlikte, hem dıştan baskılar, hem de içteki atmosfer îtibârıyle çok sıkıntı çektiğimiz yıllardı. O günlerde, Kabadüz ilçemizden bir öğrencimin, bu dönemin ilk mayısında hâtıra defterine yazdığım şu akrostiş dörtlük bakın nasıl nasîplenmiş şubat esintilerinden:
ELİF KAHRAMAN’A (12.05. 1997)
Elif bir başlangıçtır; Elif vahdet demektir
Lâyıkını yapmazsan, ilim kuru emektir
Îman ve İslâm gibi sonsuz güzellik varken
Fânîlere kapılmak; inan, zehir yemektir!
Sâdece Türkiye’de değil, dünyânın her yerinde zulümler, işgâller, işkenceler, ihlâller almış başını gidiyor. Bütün dünyâ zâlimleri işbirliği içerisinde topyekûn haçlı seferinde…
YÂ SABIR! (26.11.1998)
Doğranıyor insanlar, bu gün kahır günüdür
Feryatlara tıkalı, çağın sağır günüdür
İçli-dışlı zulümle; ne olmuş bu dünyâya?!
Onlara seyir günü, bize sabır günüdür!
Mâlumunuz bir de Merve Safâ KAVAKÇI olayı var. 99’da yapılan genel seçimde, ülkemizde ilk başörtülü olarak Fazîlet Partisi’nden milletvekili seçilen Merve Kavakçı, yemin töreni sırasında Başbakan Bülent Ecevit'in 'bu kadına haddini bildirin!” sözleri üzerine yaşanan protesto ve olaylarla birlikte TBMM Genel Kurulu'ndan çıkarılmıştı. Daha sonra milletvekilliği düşürülüp vatandaşlıktan çıkarılan Merve KAVAKÇI, AİHM’ne şikáyette bulunarak dâvâ açmıştı. Bu konuyla bağlantılı olarak ajandamızda şu notlar yer almış:
“Merve KAVAKÇI tartışmaları globalleşerek büyüyor. Bugün, çocuklarını götürdüğü ilkokulda okul talebesi çocukların sloganlı protestosuna uğradı. Apartman komşuları protesto mâhiyetinde pankartlar ve posterler astılar balkonlarına ve camlarına. TV kanallarında tartışmalar, tartışmalar; ha babam sürüp gidiyor… Ne zaman yatışacak bakalım?!” (4 Mayıs 1999)
Yine aynı ajandaya not düşülen bir özdeyiş var. Acabâ yukardaki olayla bağlantılı olarak mı alıntılandı, bilemiyorum:
“Allâh’ın gülü dikenli yarattığına hayret edeceğine, gülü, dikenler içinde yarattığına hayret ediniz!” MONTAİGNE
Bizler olan-bitenlere seyirciyiz. Kendi kendimize, içten-içe yanıp tutuşuyoruz. Bir şeyler yapamamanın sıkıntısıyla muzdaribiz. Duâ ve sabır. Başka şey yok. Bâzı arkadaşlar gibi, kraldan fazla kralcılık yapmamayı yeterli saymakla kala kalıyoruz. Mehmet ÂKİF Merhûmun dediği gibi, “söylemiyor, söyleniyoruz!” sâdece. Arkadaşların, dolayısıyla câmia ve millet olarak hepimizin durumunu ortaya koyan bir şeyler yazıp-çizmeye çalışarak kendimizi tesellî ediyoruz:
EL KİRİ (25.05.2001)
Ayak altı dolaşan sürüngenler gibiyiz
Değerlerin câhili, îtibar fakiriyiz
Tertemiz bir ecdâdın, duâlı ahfâdıyken
Şimdiyse, zâlimlerin müstâmel el kiriyiz!
Gerçekten, post-modern diye tâbir edilen ve bürokratlar üzerinden yürütülen o darbe dönemi çok sıkıntılı bir dönemdi. Onların da ifâdesiyle, hiç bitmeyeceği sanılıyor ve öyle de gidiyor gibiydi. Her kes için zor bir imtihan dönemiydi doğrusu. Sonuçlarıysa, mahşerde belli olacak!
Bugüne gelindiğinde durumu en güzeliyle ortaya koyan, yine o günlerin ajandalarına not ettiğimiz bir beyti hak etmiş görünüyoruz:
HALKI RENCÎDE EDEN ÂLEMDE;
KENDİ RENCÎDE OLUR SON DEMDE!
YAHYÂ BEY
Evet, bugün bunu yaşıyoruz. Eden bulur. Mazlumların âhı yerde kalmaz. Kalmayacağı da daha geride! Çünkü, asıl hesaplaşma âhirette. Allâh’ın da bir hesâbı vardır ve “ALLÂH SABR’EDENLERLE BERÂBERDİR!” Her zaman, her yerde!
Ne demiştik? BÖYLE ŞUBATLARA CAN KURBAN!
Çok yaşa ey bugünler; Elhamdülillâh ves’selâm!..
Mevlid Kandilimiz mübârek olsun. Âlemlere rahmet Efendimiz’in (SAV) çağrısı
Rabbimizin lûtf u keremiyle tüm illeri ve gönülleri kuşatsın inşâllâh…
ORDU HAYAT GAZETESİ
24.02.2010
|
|
|
ŞUAYİP TEPESİ’NİN KARACASI
Kendim Ulubey ilçemizin Eymür Köyü’ndenim. Güzelyurt olarak adı sonradan değiştirilen Şuayip, komşu köyümüz. Bu köy, hem annemin köyü olması, hem diğer köylerimize göre nispeten daha düz olması, nâhiye denebilecek boyutta bir merkezlik özelliği bulunması dolayısıyla hep ilgi alanlarımızın başında yer almıştır. Oraya gitmek, özellikle çocukluk günlerimizin en nâdîde hâtıralarıydı. Bunun için can atardık. Hattâ, yalnız başımıza da gitsek, iki köy arasındaki ıssız ve korku veren o çoturlu, çıtırtılı, cılga yolları kıvrım kıvrım, inişli-yokuşlu dere yatağını, akşam karanlığına bile aldırmadan, köpekleri hiç akla getirmeden, arkamıza bakmadan gitmeye hazırdık. Bizleri çok seven, nazlayan, anneannemiz, dedemiz, dayılarımıza gitmekti çünkü oraya gitmek. Bunun yanında düzlüklerin, meyvelerin, dükkânların bol olduğu yere gitmekti. Ayrıca, o günlerin çok sıkıntılı, bitmek bilmeyen iş-güç ortamlarından çıkıp, şöyle biraz ohh diyebilmek, nefes alma imkânı bulabilmekti oraya gitmek.
Sâdece bizim için değil, büyüklerimiz için de öyleydi şüphesiz. Onların da teneffüsüydü Şuayip. Çünkü, Şuayip Çayırı diye bilinen geniş düzlükleri olan bu köy, eskiden şenliklerin düzenlendiği, pazarların kurulduğu, güreş organizasyonlarının ve çeşitli yarışmaların yapıldığı bir yerdi. Biz yaşamadık ama, büyüklerin anlattığına göre, bayramlarda, özel günlerde panayırlar kurulur, çeşitli oyunlar, eğlenceler sergilenirdi burada.
Cumhûriyet sonrası idârelerin, geçmişe karşı şiddet uyguladığı 30’lu, 40’lı yıllarda, her şeye rağmen din eğitimini sürdürmeye çalışan meşhur GACAROĞLU AHMET EFENDİ de buralıdır. Şuayip Köyü bu anlamda da farklı ve merkezdedir. Yazları Çambaşı’na gitmesi ve buradan da ilmi ve tedrisâtıyla tanınması dolayısıyla talebe coğrafyası o günün teâmüllerine göre oldukça geniştir. Bundan dolayı şöhreti civar illere taşan hocaefendi, sorumluluğunun bilinciyle davranarak, günün yönetimlerinin hışmına göğüs germeye çalışmaktadır. Mehmet ÇELENK, Mehmet Hulûsî MURTAZAOĞLU gibi hepinizin tanıdığı, Piraziz’den gelerek medresesinden eğitim alan Hakkı MEMİŞ Hoca misâli nice kişileri yetiştiren GACAROĞLU HOCAEFENDİ başlıbaşına araştırma konusu yapılmağa değer. Bu konuda hâlâ bir çalışma yapılmamış olması da başta kendi torunları olmak üzere hepimizin ayıbı. Bu vefâsızlık çemberini kim kıracak bakalım?
Şuayip Tepesi’nin bir dönemler şifâlı sularıyla ülke medyâsına konu olduğu da biliniyor. Şifâ ümidiyle tâ İzmir’lerden buraya gelenlerin hikâyesi ve benzerlerini Sıtkı ÇEBİ merhumdan dinlemiştim. Aslında bu tepede su olmadığı, meselenin düzmece olduğu da iddiâlar arasında. Tüm bu konular meraklılarını beklemeye devam ediyor.
Şuayip, günümüzün onca ulaşım imkânlarına rağmen hâlâ gözde köylerimizden biri. Civar köylere göre daha toplu yerleşimi, çeşitli top oyunları başta olmak üzere, her tür spora, oyun ve eğlenceye müsâit arâzi yapısıyla, sağlık ocağı, alışveriş dükkânları, kahvehâne, fırın gibi imkânları sînesinde barındırması hasebiyle, ayrıca kubbeli güzel câmiiyle ilgi odağı bir yerdir. Bu anlamda Eymür’le arasına bir köprü yapılması isteğinin neden gerçekleşmediği husûsu bir hizmet ve himmet zaafı olarak sırıtmaktadır.
Eteklerine sığınıp kalmış bulunan köye ismini veren Şuayip Tepesi ise civarda herkesin tırmanmak istediği bir yer. Büyüklerimizden çoğunun en güzel çocukluk hâtırası bu tepeyle alâkalı olanıdır. O çağlarda okullarda düzenlenen gezilerinse çoğunluğunun hedefi burasıdır. Öteden beri Şuayip Tepesi’nin neden değerlendirilmediğini düşünürdüm hep. Orasının, en azından çok güzel bir mesîre yeri olabileceğini hayâl ederdim. Meselâ, Ensar Vakfı’nı yürüttüğümüz günlerde, 10 yıla yakın, tüm halka açık olarak düzenlediğimiz Kır Gezilerimiz olurdu. Keşke orada yapabilsek diye düşünürdüm.
Ne kadar çok düşünsek de, hep hayâllerimizi süslese de oraya çıkmak bir türlü nasîp olmadı. Bugün, yarın derken, bu güzîde yer hiç beklenmedik bir şekilde hayvanlara tahsis edilerek, tepeyle aramıza tel örgüler gerildi. Her şeye rağmen düşünülmesi, değerlendirilmesi noktasında güzel bulduğumuz bu projenin bu günlere geldiğimizde, sonuç îtibârıyle etüd, hesap ve realite kurbanı olmuş olması bizi üzdü. Sâdece, kendini tellere vurup bir nevî intihar eden karacalara değil, hebâ edilen yatırımlara, inkisâra uğrayan hayâllere, Şuayip Çayırı’nda ümîde odaklanan gayretlere ve emeklere de acımak gerekli. Ve, bundan sonra da, böyle meselelerin kuru cihangîrlik dâvâsı değil, bilimsel ve teknik bir konu olduğu husûsu aslâ unutulmalı.
Şuayip Köyü en güzel köylerimizden. Tepesi de öyle. Fakat, bu güzellik en güzel Eymür’den izleniyor bana göre. Tepemiz orada. 1. proje sonuçsuz olsa da, bir başlangıç olması dolayısıyla bir çığır açmıştır. O, herkese hitâp edecek akıllı, mantıklı projelerin uygulanacağı günleri ve ilgililerini bekliyor ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
23.02.2010 |
|
|
ORDU’NUN FIRTINA’SI!
Özcan ÜNLÜ ismi size yabancı gelmeyecek sanırım. Daha önce Yazarlar Birliği Ordu Şûbesi olarak defâlarca organize ettiğimiz ŞİİR ŞÖLENLERİ’nde bizlerle olmuştu. O zamanlar çalıştığı basın-yayın organlarında bu faaliyetlerin haberleştirilmesi ve bölgemizin tanıtılması konusunda ve yöresel kültürün aktivasyonu noktasında fiilî katkıları olmuştu.
Şu an îtibârıyle Yeni Şafak Gazetesi’nin yazı işleri müdürlüğü görevini de deruhte eden, hemşehrimiz, şâir-yazar Sn. Özcan ÜNLÜ, 13 Şubat 2010 târihli “Şiir Ergenekon'a girdi” başlıklı köşe yazısında, Şâir Ali EMRE’ye âit ERGENEKON şiirinin bâzı bölümlerini köşesine alarak, şâirin çağına nasıl tanıklık edebileceği husûsunu örneklemede bulunmuştu.
Biz de bugün aynı şeyi, 1942 Ordu doğumlu hemşehrimiz, İbrahim FIRTINA anısına yapacağız. Buraya kadarki sürece, gerekçelere ve tutuklanmasına bakılırsa, meğer, görevde olduğu yıllarda Ordu semâlarında uçuşturduğu, saf millet olarak bizlere gurur veren o jet gösterilerinde hiç de zannedildiği gibi sevinilecek niyetler söz konusu değilmiş. O semâlarımızda esen fırtınalar milletin elini-kolunu bağlayıcı nitelikteki 28 Şubat fırtınaları cümlesindenmiş.
Ama, dünkü yazımızda da değindiğimiz gibi, her şey Ordu topraklarına gelince farklı hüviyete bürünüyor. Hani ne demiş adam; “Beni falancı anladı, o da yanlış anladı!” Onun gibi, “ Bir paşamız oldu, o da böyle oldu!”
Sözü uzatmadan, YEDİ İKLİM Dergisi’nin 2010 Ocak sayısından alınan şiirin bâzı bölümlerini biz de buraya alalım:
ERGENEKON
Sahi, biz bu çuvaldan ne zaman çıkarız hocam
Bu aydınlanmanın şehvetli ve bitimsiz beyazlığından
Bu kene gibi yapışkan, Bu tünel gibi birbirine ulanmaktan bıkmayan
Aklıyla bacakları hiç durmadan çarpışan
Anasını alıp alıp gelen, politikaya dil çıkartan
Ekranlara sığmayan, mapusanelerden taşan
İmlayı ve esas duruşu bozan, Çenesini ve sidiğini tutamayan
Füzeleri orda burada unutan, İkide bir ayılıp bayılan, içimize düşen, böğüren
Alayına parmak sallayan uluorta nanik yapan
Bu babacan, bu matruş, Bu tevatür yurtsever adamlardan
Bu bakımlı, çokbilmiş, kokoş ablalardan
......... Canı sıkıldıkça muhtıra veren, rapor alan
Memati'yi çıldırtan, borsayı hoplatan, Minareye kılıf uydurtan
Aynı hamamdan çıkan, aynı tasla yıkanan: (Eee bu ne lan)
Bildiğin kağıt parçası yani boru mu
Islak ıslak imzalanan, Uzun uzun yalanlardan
Açılıma yan bakan kumandan dan dan dan...
.......... Yani az daha uzatsak boy boylasak soy soylasak
Celselerin sonu gelmeyecek günlüklerin
Alayımıza küsecek hani sarıkız, ayışığı
Erise dört tarafı kuşatan dağ gibi dosyalar
Bu demirci ustası nerde sahi, Bu akl-ı selim yargıç, Arif görüşmeci
...........Tarihin Sonu öldü işte, Red Kit yaşlandı, Film neredeyse bitti
De ne zaman bozacak bu oyunu
Bir hışım ile gelip geçen Tatar Ramazan…
Ali EMRE’nin şiiri böyle. Ömür biter yol bitmez. Şâir yürüdüğü sürece şiir sökün eder. Millî Şâirimiz Mehmet ÂKİF merhum, ORDUNUN DUÂSI’nı yazmıştı. Biz de fırtınasını yazdık. Bu fırtınaları millet ve Ordu halkı olarak hep berâber yaşadık. Etkilendik. Dertlendik. Bunları kimi zaman paylaştık, kimi zaman paylaşamayı bile beceremedik! Fırtınalardan korkup dert çağlayanlarını içimize döktük. İçten içe köpürdük, yandık, kaynadık. Kimi zaman deliliğe verip oynadık!
Bu günlere geldiğimizde o günlerden ajandalara yansıyanlar birer nostalji olarak kalıverdi. Bir daha o günlere dönülmemesi dileğiyle, bu günlük sözlerimizi sonlandırırken, zaman zaman acı birer hâtıra olmak üzere o günlerin mısrâ ve cümleleriyle birlikte olacağımızı belirtiyor, Rabbimizin, ecdad ve mâsum nesiller, mazlum insanların âsûde geleceği adına milletimize ve insanlığa yardımcı olması dileğiyle selâm, sevgi ve saygılar sunuyorum ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
22.02.2010
|
|
|
BEKİR HOCA MEMUR MU, MAĞDUR MU?
AkParti iktidarının TOKİ eksenli kent uygulamaları ülkemiz için yüzakı projelerdir. Şehirlerimizin çehresi değişti. Hangi bölgemize giderseniz gidiniz, TOKİ’nin yaptığı siteler size kendini hemen belli edecek, ya tebessüm ederek hoş geldiniz diyecek, ya da sizi uzaklardan gülerek selâmlayacaktır. Özellikle, bu noktada DoğuAnadolu ve GüneydoğuAnadolu Bölge şehirlerimiz ve beldelerimizi görmenizi isterim.
Ancak, Ordu farklı bir yer. Her şeyi olduğu gibi bu konuyu da muammâlaştırmayı becerdi. Her nedense, merkezden güzel dalgalar yayılsa da buraya gelince bir şeyler oluveriyor. Sıkıntılar baş gösteriyor. Problemler ayyûka çıkıyor. Feryâd ü figânlar yeri-göğü inletiyor. Öyle ki, uygulamanın arkasındaki siyâsî irâdenin Ordu merkez ilçe başkanı bile, bir nevî hâdiseyi doğrular mânâda;"Bizim yanlışın arkasında durma, yanlışa destek verme lüksümüz olamaz. Her zaman olduğu gibi burada da haktan ve adaletten yana olmamız gerekir. Ortada bir haksızlık, kanunsuzluk ya da adaletsizlik varsa karşılıksız kalmaz; elbet bunun cezası yerini bulur" şeklinde beyanat verdi.
Biz, bu konuda netlikler olmayınca meseleye girmeyi pek düşünmedik. Bir de, zamânında biz de Memur-Sen Sendikası’na bağlı Eğitim-Bir-Sen’de görev yaptık. Hattâ, yönetime aday olduk. Niyetimiz, Ankara’nın esprisine ve bizim ötedenberi taşıdığımız misyona uygun, sağlam, güvenilir bir hizmet kadro ve kalitesi oluşturmaktı. Emekliliğimizin yaklaştığı noktada emâneti emin ellere tevdî ederek yüz akıyla ayrılmaktı. Bir sendika olarak, Eğitim faaliyetleri başta olmak üzere, sosyâl, kültürel hizmetleriyle farkımızı hissettirmekti. Yapabilir miydik, bilmiyorum ama, niyetimiz buydu…
Lâkin, o zamanlar partideki, özellikle taahhüt ve ihâleli işlerle ilgili bir takım arkadaşların bizim listenin kazanmaması için aşırı gayret gösterdiklerini, ilçelere telefonlar ettiklerini, kulis yaptıklarını duyuyorduk. Buna pek anlam veremiyorduk. Çünkü, sözkonusu insanlar yakın arkadaşlarımızdı. Hem, aramızda herhangi bir şey de geçmemişti. Ha biz olmuşuz, ha başkası; onlar için ne fark ederdi?! Öyle düşünüyorduk. Yine de, öyle düşünmek istiyorum. Olan olmuş gitmiş.
Her neyse; bu güne gelince, bu konuları yazmak şık olmaz diye düşünürken, o zamanlar sendikada birlikte mücâdele ettiğimiz bizim Bekir Hoca gazetemizin internet sitesine bir mesaj yollamış. Şöyle diyor:
SAYIN ÜSTAD
1500 ÜYELİ MEMURKENT SİZİ İLGİLENDİRMEZ Mİ?
EV SAHİBİ OLMA SEVDASI SİZİ HİÇ SARDI MI ?
Bekir KAYA Hocamız bunu derken biraz da sitemli bir uslûp kullanmış. “N’olacak, emeklisin. Ortaklığın da yok. İhtiyâcın da! Bir zamanlar berâber olduğun arkadaşların başta olmak üzere 2000’e yakın mağdur da umûrunda değil!” demeye getiriyor.
Evet Bekir Bey Hocam. İş, sandığın gibi değil. Bu mesele beni ilgilendiriyor. Hem de çok yakından. Benim misyonum adına yapılan işlerde, hele hükümetin bıçaksırtı gittiği bir noktada, onların duruşuna halel getirebilecek bir noktada şâibelerin dolaşması canımı acıtıyor. Ama ne yapabilirim? Bizi kim dinliyor ki? yazsak n’olacak, bağırsak n’olacak? O kadar adamsınız, sizi kaale almamışlar da, beni mi alacaklar?!
Bilhassâ, merkezdeki iyi niyetli insanların kredisi, böyle ucuz işlerle harcanınca üzülmemek elde mi? Muhâlefet gazetelerinde öylesine yazılar yazılmasına, il ve ilçe yöneticilerine baş eğdirilmesine sebebiyet verenlere ben ne diyeyim? Ancak, Allâh islâh etsin diyebilirim; o kadar! Her kimlerse ve hangi birimlerde görev yapıyorlarsa. Ama sendika, ama parti, ama bürokrasi!
Şu da var ki, evi bulunmayıp da bu konuda mağdur olanları, ihtiyâcı yokken, sırf mal tamahıyla yoktan yere kendini sıkboğaz edip kendisinin ve çocuklarının sosyâl, kültürel hayâtlarını cendereye, sitenin de ilgiden dolayı başını döndürüp belâya sokanlardan daha fazla düşünmek gerektiğini söylersem bilmem Bekir Hocam bana ne der?
Akl-ı selim insanların meseleye el atıp düğümü çözeceğini ummak istiyorum. Bu merhaleden sonra tad yerine tam gelmez belki ama, herkesin va’d edilen haklarına kavuşması ve de adâletin yerini bulması her şeye rağmen güzel olur. Belki her şeyi unutturabilir de!
Yüce Mevlâdan, herkesin vicdanını rahatlatacak bir sonucu kolaylaştırmasını diliyor, sorumlular başta olmak üzere tüm ilgililere geçmiş olsun, gelecek de mutlulukla sonlansın diyorum ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
21.02.2010
|
|