|
|
ORDULAR ve MARKALAR
İlhâm, ORDU’NUN MARKASI reklâmından alınsa da, olay BURSA’da geçiyor. Ordu sokaklarını süsleyen ORDU’NUN MARKASI yazılı o güzel ve vurgulu afişlerin üzerine Bursa’dan kopup gelen bir haber, ULUDAĞ’dan BOZTEPE’ye TELEFERİK geçkisi gibi bir hayâl bağlantısı oluşturdu bende.
Hatırlarsanız, yazarımız Orhan YÜCEL Bey, BAŞÖRTÜSÜNE KARŞI TAVIRLAR YENİDEN GÜNDEMDE başlıklı geçen günkü yazısında, başörtüye karşı ya da o eksende depreşip sergilenen bir çok olaya işâret ederken, bu anlamda yaşanan son örneğe de değinmeden geçmiyor: “Bursa’da bulunan Renault fabrikası çalışanlarının kurduğu tüketim kooperatifine, başörtülüler alınmamıştır.”
Mâlum, olay bu ayın ortasında patlak vermişti. RENAULT deyince akla OYAK; OYAK deyince de ORDU geliyor. Sizin anlayacağınız, OYAK için bir ORDU MARKASI demek hiç de yanlış olmaz, olamaz! Çünkü, bu firmanın ipleri sonuçta orada düğümleniyor. İşte, OYAK’ın bir ORDU KURULUŞU olması hasebiyle bu olay, medyada ve kamuoyunda büyük yankı yapmıştı.
Söz konusu olayın fâili makâmındaki Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK), 1961 yılında TSK'da çalışan subay, astsubay ve diğer memurların maaşlarından yüzde 10 kesintiler yapılarak kurulmuş bir yardımlaşma sandığı. Geçen zaman içerisinde güçlenen OYAK, 1969 yılında YKB ortaklığı ile RENAULT fabrikasını kurdu. 1971'de ise ilk otomobil üretildi. Renault'nun Bursa'daki kaporta-montaj ve mekanik şasi fabrikasının yüzde 51'i OYAK'a, yüzde 49'u ise RenaultSA'ya ait. OYAK-RENAULT Otomobil Fabrikası'nın içinde çalışanların alışveriş yaptığı bir tüketim kooperatifi yer alıyor.
OYAK-RENAULT'daki başörtüsü yasağı, bir çalışanın, eşi, annesi ve babasıyla birlikte kooperatife alışverişe gitmek istemesiyle başladı. Kapıdaki görevliler çalışan işçi ile başı açık eşini içeri aldı. Ancak başörtülü annesi ile babasının girmesine izin vermedi. Yaşlı çifti yağmur altında bekçi kulübesinin önünde bekleten görevliler, talimatın “yönetimden” geldiğini bildirdi.
Olay bununla sınırlı kalmadı doğal olarak. TOFAŞ ve BOSCH fabrikalarının ardından OYAK RENAULT fabrikasının da alışveriş kooperatiflerinde başlattığı başörtü yasağı sivil toplum örgütlerinin tepkisine neden oldu. Oluşturulan plâtform adına açıklama yapan MAZLUM-DER Bursa Şûbe Başkanı Hasan ÜNAL, "Oyak Renault fabrikası kooperatifinde başörtülü kadınların alışveriş yapması yasaklanmıştır. Bu inançları sebebiyle ayrımcılık suçu işlenmiştir. Mazlumder olarak Renault Genel Müdürlüğü ve Fransa'daki genel merkezinden konuyla ilgili bilgi istedik. Gelecek cevaba göre suç duyurusunda bulunacağız. Konunun hassas olması sebebiyle Başbakanlık İnsan Hakları Dairesi Başkanlığı'na da şikayette bulunulmuştur" diye konuştu.Türkiye'deki ayrımcılığın ortadan kaldırılmasını isteyen ÜNAL, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve TBMM Başkanlığı'na açık mektup göndererek ilgili makamları göreve çağırdı.
OYAK hem, daha dün, kendisinin ulusallığını, sivillerin gayr-i millîliğini vurgularken “hükûmetin ülkeyi sattığı, temel kurumlarını yabancılara peşkeş çektiği!” söylemleri arasında kendi kuruluşları olan OYAK-BANK’ı gidip, yabancılara, hattâ, Cumhûriyet kuruldu kurulalı düşmanımız olduğu kendilerince sık sık tekrarlanan bir millete, Yunanlılara satmıştı, yanlış hatırlamıyorsam. “BU NE PERHİZ, BU NE LAHANA TURŞUSU?!” derler ya; aynen öyle!
Allâh’a şükür, şehrimizde bu anlamda, (- küresel anlamda kapital ve ideolojik bağlantı durumlarını bilemem-) milletin değerleriyle açıktan alay eden, yasakçı bir firma ya da yerel bir kuruluş yok gibi gözüküyor. Çok önceki yıllarda, il dışından gelen bâzı marketlere eleman olarak girmek isteyen kızlarımıza; “ ne elemanı; biz başörtülü müşteriye bile sıcak bakmıyoruz!” şeklinde ifâdelerde bulunulduğu konuşuluyordu piyasada. Şu sıralar böyle şeyler konuşulmuyor. Demek ki konjonktür düzelme trendinde.
Oralarda ya da buralarda, adı, soyadı ne olursa olsun; böylesi tavırları bilinenler ve hâlâ sürdürmek isteyenler var olsa bile, tüm bunlar 28 Şubat’ta bâzı firmalara uygulandığı şekliyle bir düşmanlık sebebi değil ve olmamalı elbette. Ama birileri, inanç ve kıyâfetinizden, köyünüzden ya da mahallenizden, boyunuzdan veyâ renginizden dolayı sizi düpedüz küçümsüyor, dininizle-diyânetinizle alay ediyor, alenen nefret sergiliyorsa; tavır yapıyor, yüz buruşturuyor, genelge düzenliyorsa ne yapmalı?
Böyle bir durumda, oralara gidip de öfkeleri uyandırmanın, hınçları depreştirmenin, rahatsız olanları rahatsız etmenin; geri çevrileceğinizi, sevilmediğinizi bildiğiniz bir yere inadına giderek huzursuzluk çıkarmanın, rasgele, sonuçsuz, gereksiz hır-güre sebebiyet vermenin, -hele hele, size, müşteri olmanın ötesinde insan olarak değer verip sevgi ve saygıyla karşılayanlar da varken,- hiç bir anlamı yok gibi gözüküyor ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
30.03.2010 |
|
|
BİR ANNEDEN HÜKÛMET DERSLERİ!
Bir hasta ziyâretine gitmiştik. Geçmiş olsun ve hoşbeşlerden sonra, bir yandan ikramlar gelirken, öbür yandan anne misâfirlerle sohbet ediyor. Kendisi o hafta sonu Samsun’dan, fakülteden gelmiş. Bir ara sözü otobüs yolculuğundan açtı:
- Otobüsle gelirken Ünye’de bir bayan yolcu bindi yanıma. Konuşmadan duramam. Sordum-soruşturdum. Ordan-burdan konuştuk. Bir ara ona;
- Kızım, 25 senedir ben Samsun’a gidip-geliyorum, daha böyle son iki senedeki gibi apartman, binâ görmedim, buralar cıscıplaktı önceleri. Her taraf apartman olmuş baksana. Bunlar, ne kadar olsa zenginliğin alâmeti. Hep Tayyib’in eli var bunlarda! Allâh başımızdan eksik etmesin. Tayyip geldi, bereket geldi Türkiye’ye. Allâh (CC) râzı olsun. Sen nasıl görüyorsun kızım?
- Ben, hiç de iyi görmüyorum. Sen yanılıyorsun anacııım!
- Kızım, demek ki senin aklın ermiyor! Ben câhil kadınım, dedim. Sen kocaman üniversiteyi bitirmişsin. Aanaaam, bu hükümetten hal ağlayan iki gözünden ağlar! Fakir-fukarâyı bakıyor, hastaları bakıyor; ben daha böyle hükümet görmedim. Siz daha çocuksunuz, bilmeye bilirsiniz. Biz çoklarıyla karşılaştık öteden beri!
Kulak misâfiri olan ziyâretçilerden biri de girdi konuya;
- İngilizce öğretmenleri ister mi bu hükümeti?
- Niye istemesin ki, bu branşla bağlantılı bir mesele değil, anlayış ya da yetişme tarzı! dedi bir başkası. Anne devam etti:
-Nerde okudun sen diye sordum kıza?
- Eskişehir’de okudum dedi. Süslenmiş, püslenmiş.
- Onlar marka kovuşturduğu için onlara para yetmezdir. Onlara yeter mi bir maaş? diyerek girdi bir başkası araya!
- Evvelden bizim Rümeysâ’nın vardı ya; ondan kırmızı bir kürk var üzerinde kızın. Kendi hafiften esmeri şöyle! Ayıp, ayıp dedim!
- Kızınan Ünye’den Fatsa’ya kadar konuştuk. Kendisi Fatsalı, Ünye’ye tâyin olmuş. İki senedir okutuyor. 30 yaşına gelmiş. Evlenmeyi de düşünmüyormuş. Fatsa’ya evlerine geliyormuş.
- Bak kızım dedim, şurdan şuraya geliyorsun. Eller doğulara, batılara gidiyor. Gurbetlerde kalıyor. Kız hâliyle oralarda kim bilir ne çileler çekiyor? Görev alabilmek için yıllarca bekleyenler var. Ne kadar şanslıymışsın ki çalışıyorsun ve üstelik görev yerin de ağzının dibinde, daha ne olsun? Şükretmelisin, dedim ona!
Tabiî, yukardaki değerlendirmeler ve kıstaslar tartışılabilir. Bu bir uslûp meselesi. Biz doğal hâliyle yansıttık. Vatandaşın olaylara bakış açısını vermeye çalıştık. Ancak şu var ki, nankör olmamak gerekli. Şu anda bankaların önü, tüm düzenleme gayretlerine rağmen ana-baba günü. Devlet herkese bir şeyler vermeye çalışıyor da ondan. 3-5-8 alıp götürüyor vatandaş. Yok dönüm parası, yok mazot parası, bakım parası vs.
“- Vatandaş bu iyiliği görmeli. Şu an, şu zamanda, kim kime böyle bir para verir? Allâh râzı olsun yöneticilerimizden. Yine de devletten fayda var. Allâh zevâl vermesin.” diyenler yok değil.
Ama, her şeyde olduğu gibi bu konuda da; bir yandan parayı alıp, bir yandan da homurdananlar var! “İşine gelmiyorsa alma!” bile diyemiyorsun vatandaşa! Vatandaş işte o kadar haklı! Öyle bir demokrasi ki, hem ekmeği yiyorsun, hem de verene küfretmekten özel bir zevk alıyorsun. Hiç olmazsa sesini çıkarmama, yediğin ekmeğe saygının bir gereğidir diye bir madde yok mu demokrasinin kıyısının ya da köşesinin bir tarafında?
Allâh aşkına, tüm iyiliklere, güzelliklere, her şeylere rağmen nankörlük hakkı diye bir şey vardır belki demokrasilerde ama, demokrasiden daha önce insan olmak var, ve de insaf, insan kelimesiyle yan yana çok yakışıyor. Bu anlamda yeniler nispeten mâzur görülebilir ama, nice hükümetler görmüş insanlarımızın hiç olmazsa mukâyese imkânları var.
Bereket ki, Anadolu’ya ad ve tad veren böyle ana’lar var. Çok yaşasın onlar ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
28.03.2010 |
|
|
ŞADIRVAN’IN YANKISI
Geçen gün, kendi biyografisinin de söz konusu edildiği, ÇEBİ’DEN ÇELEBİ’YE ORDU BİYOGRAFİLERİ başlığıyla kaleme aldığımız yazımızın yer aldığı gazeteden bir adet, selâm ve telefon notlarıyla birlikte Kervansaray’a bırakmıştım. Çünkü Fahri Bey, bugün îtibârıyle biraz dış olarak değerlendirilebilecek Çelebioğlu mevkii’ndeki evlerinde oturuyor. Belki de, yöreyle, ismini verecek kadar bütünleşen sülâlesinin yaşadığı ve kendisinin de asra yaklaşan ömrünü süsleyen acı-tatlı hâtıraları paylaştığı toprağı terk etmeyi beceremiyor. Öyle zannediyorum ki, bunu aklından bile geçirmemiştir.
Şehre indiğinde uğramadan geçmediği, bir nevî kendisine üs edindiği yer orası. Fahri Bey’le görüşmek ya da bir not bırakmak isteyenler bu irtibat noktasına uğramak durumundalar. Nitekim, o gün gittiğimde dâvetiyeler başta olmak üzere bir hayli postası(!) olduğunu gördüm. İş yerindekiler de bu görevlerini en güzeliyle yapıyorlar. Bütün postaları toparlamışlar, dağılmasın diye bir de belinden lâstik geçirmişler.
“Dayı” olur da “posta”sı olmaz mı? Elbette ki olur! Yalnız onun özelliği kendine “posta” koyanlara pasta ile karşılık vermesi! Şimdi kitabı var. Bundan dolayı, artık, posta koyana, kitap veriyor! Nitekim, benden bir gün sonra, biri adıma imzalı olmak üzere iki kitap bırakmış Kervansaray’a. Telefonla arayıp haber vermişti. Gidip aldım.
Bu telefon, onunla ilk konuşmamız. Henüz yüzyüze gelmiş değiliz. Kendisiyle 28 Şubat dönemlerinin sıcak günlerinde, benim de Ensar Vakfı Ordu Şûbesi adına, bir sivil toplum örgüt başkanı olarak katıldığım Cumhûriyet’in 75. yılı organizasyonları çerçevesinde aynı ortamı paylaşmıştık; o kadar. Başka, her hangi bir yerde görüşmüş değiliz.
Bundan daha önce, şadırvanla ilgili çabaları dikkâtimi çekmişti. Çünkü, târihî eser fakiri Ordu için bu önemli bir şeydi. Yaptığı imrenilecek bir davranıştı doğrusu. İçten tebriklerimi buradan da yazıyla ifâde etmiş oluyorum.
Mâlum, bânîsinin adıyla anılan söz konusu Şadırvan, Trabzon Valisi olduğu dönemde aslen Ordulu olan Hazînedârzâde Osman Paşa tarafından 1800’lü yıllarda yaptırılmıştır. 1937’de, kendiliğinden çöküp zarar verme endîşesi aşamasında yıktırılmış, 1997 yılına gelindiğinde de, Fikret TÜRKYILMAZ’ın başkanlığı döneminde, Belediye’nin de öncülük ve katkılarıyla Ordu sevdalısı Fahri ÇELEBİ tarafından aslına uygun olarak yeniden inşâ ettirilmiştir.
Onun şimdi, gelecek nesiller için en az Şadırvan kadar, hattâ daha fazla değer ifâde edebilecek bir eseri daha var; o da bu kitap. Çünkü onda Ordumuzun bir asrı aşan dönemine hitâp edecek anekdotlar var.
Meraklılarına harâretle tavsiye ederim. Herkes kendine göre dersler ve ibretler çıkaracaktır. Hepimizin, özellikle târih meraklılarının istifâde edeceği, her zaman başvurabileceği bir kitap. İnşâllâh zaman zaman kaynak olarak değinmeler yapacağız.
İlgi duyduğum bir alan olduğu için olsa gerek, ilk elime aldığımda bir çırpıda, yarıdan fazlasını okudum kitabın. Ordu’nun son 60-70 yılında her anlamda bu kadar faal olabilmiş bir insanın, büyüklerinin analtımlarıyla berâber bir asrı çokça aşan bir açıya ışık tutan kitap elbetteki oldukça zengin anekdotlarla dolu.
Kısa bir alıntıyla sözlerimizi örneklendirelim isterseniz:
“Mısır unundan sacda bazlama yapardı annem. Birçok kişi bunu para ile almak isterdi; annem kesinlikle para almaz, azar azar herkese dağıtırdı. Ancak yemek yoktu. Pancar vardı sadece. Annem sabahları kalkınca ellerini ovuşturarak sesli sesli dua eder ve
“Allahım ben bu gün ne pişireceğim”
diye söylenirdi. Bunları anımsadıkça hâlâ burnumun direği sızlar ve çok üzülürüm.”
Son sözü, Önsöz’e, yazar İbrâhim DİZMAN’a bırakalım:
“Bu uzun söyleşiyi okuyanlar, yaşamlarının bir yerinde hep var olmuş Fahri Çelebi’nin hayat serüveninden bu kent adına dersler de çıkaracaklardır elbette. Genç kuşaklar ise, her gün caddelerde, sokaklarda karşılaştıkları bu ak saçlı, zarif, yakışıklı, giyimiyle, davranışlarıyla örnek olan ve hep genç görünümlü kalmayı başaran kişinin neden bu kentin “dayı”sı olduğunu da daha iyi anlayacaklardır.”
Elbette, bu kitap dünün Ordu’su adına hepimize ders olacak ve ibretler verecektir. Çok yaşa Fahri ÇELEBİ, eline sağlık İbrâhim DİZMAN. Ordu adına sizlere minnettârız. Çabalarınızın örnek olması, bizleri ve gençleri gayrete getirmesi dileğiyle ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
26.03.2010 |
|
|
| ŞARLANLAR’I TANIMAK İSTER MİSİNİZ?
Kendileri gibi Trabzon taraflarından gelme Şarlan âilesini rahmetli Sıtkı ÇEBİ’den çok duyardık. Hamdi ŞARLAN’ın siyâsî kişiliği bir yana, daha çok sesinin gürlüğü ve güzelliği söz konusu olurdu. Homurtulu arabaların yol bulamadığı o zamanların gürültüsüz, mûtenâ Ordu şehrinde onun gür sesle şerefelerden okuduğu ezanların civar köylerden bile duyulduğunu, merhum Sâdeddin KAYNAK’ın güzel sesli kardeşinin de hâkim olarak görev yaptığı günlerde güzel sesleriyle berâber makamla ve coşkuyla kıldıkları toplu teravih namazlarını ballandıra ballandıra anlatırdı. Bilenlerin rağbeti dolayısıyla meydana gelen yığılmalarla, çevreye deşifre olma endîşesi arasında yaşanan duygu gel-gitlerini dile getirirdi.
Sıtkı ÇEBİ, kendisinin de katkıları bulunan Ordu İmam-Hatip Okulu yapılması sürecini kitaplaştırma aşamasında, din eğitimiyle ilgili ilk adımlarda büyük emeği olan Ordu Milletvekili Hamdi ŞARLAN’ın çabalarına da yer vermek ister. Sıtkı ÇEBİ, bizlerin tanışma arzusuna bu arayışı eklemlemek sûretiyle randevulaşarak, bir gün Karacaömer’deki o güzel mâlikânelerine gitmek nasîp olur. Yılını hatırlamıyorum. Ordu İmam-Hatip Lisesi dernek başkanımız, Fâdıl Bey’in komşusu Osman ALTAŞ Hoca da bize refâkât etti.
Bizi, bir ilk yaz günü, şimdiki MEMUR-KENT konutlarının az yukarısında yer alan evlerinin bahçesinde, kameriyede ağırladılar. Yenge hanım hazırladığı ikramları, kimseyi karıştırtmadan yine kendi elleriyle sundu.
Sıtkı ÇEBİ ile, özellikle babalarının çok arkadaşlığı olduğu ve âilece tanıştıkları için, daha çok onlar konuştular. Osman ALTAŞ da öyle. Aynı zamanda hem de komşuları zâten. Biz dinleme makâmında kaldık. Bol not aldık. Zaman zaman onlara yer verip sizlerle paylaşacağız inşâllâh.
Ancak, Sıtkı ÇEBİ’nin araştırdığı ve bizim de merak ettiğimiz konuda sonuç alamadık. O zamanların, ezanın bile, dünyâda örneği hiç yaşanmamış orijinâlinden farklı okunabildiği 40’lı yılların çetin şartlarında Kur’an Kursu ve Din Eğitimi konusunu gündeme getirmek kelleyi koltuğa almakla eş anlamlıydı. Bu konuda önerge veren ve sonraki sıkıştırmalar dolayısıyla pes etmeyen bir-kaç kişiden biri olan Ordu Milletvekili Hamdi ŞARLAN, bu konuyla ilgili ayrıntıların sır olarak kalması, kimseye anlatılmaması noktasında çocuklarından söz almıştı. Ancak, gizli zabıtlar yayınlanmaya başladı. Araştırmacılar bundan sonra gerçek bilgilere ulaşabilirler belki.
Daha sonraları bir grup arkadaş olarak 2. bir ziyâret daha yapmıştık. Fâdıl Bey’e nâzik, zarif, kültürlü, sanatkâr, münevver kişiliği ve beyefendiliği noktasında hayran kaldık. Gerçi biz bir Osmanlı Beyefendisi görüp tanışma imkânının dışındaydık, ama târif edilen o şahsiyetlerin örneklerinden biri olmalıydı karşımızdaki. Hep istifâde etmeyi düşündük. Düşüne düşüne yıllar geçti. Kalem erbâbı arkadaşlarla yaptığımız tasarımlar gitgide uçuklaştı. Rengi soldu.
Bu arada, Ensar Vakfı İstanbul yıllık toplantılarına gittiğimizde pikniklerde karşılaştığımız ünlü avukatlar Ordulu olduğumuzu söyleyince bize Fâdıl ŞARLAN Bey’i sordular. Kendileri çok iyi tanıyorlarmış. Uzun yıllar birlikte çalışmışlar. Sitâyişle bahsettiler. Selâmlar gönderdiler. Kendilerine ulaştırdık.
Derken, Câvit Ağabey’i kaybettik. Ardından Sıtkı ÇEBİ rahmetli oldu. Fâdıl ŞARLAN Üstadla yer yer karşılaştığımız oluyor. Bâzen rahatsız olduğunu duyuyoruz. İyileşmesini bekliyoruz. Sonra, biz bir araya gelemiyoruz. Yıllar ise durmuyor bu arada.
Dün akşam Yalı Câmi’de kamet getirirken, birisi geriye doğru dönüp baktı. Namazdan sonra aşiri de bana okuttu arkadaşımız. Bu kez, yine geriye bakan ve bana iltifatlar eden Fâdıl ŞARLAN Bey’di.
- Bana babamı hatırlattınız. Sağolun, berhüdâr olun! Nerelerdesiniz, sizi daha sık görmek isteriz! dedi. Bundan cesâret alarak ESAT Hocam’la berâber;
- Görüşmek, konuşmak, istifâde etmek istiyoruz! Dedik.
- Âh evlâdım, yaş 84-85. Konuşarak bile yardımcı olmamız zor artık!
Karşımızda, kimliği, kişiliği ve birikimiyle bir târih duruyordu. Kitaplarını, defterlerini, hâtıralarını merak ediyoruz. Sâdece kendi adımıza değil, sizin adınıza; çocuklarınız ve de çocuklarımız adına.
Önceki hafta, OSGED’de MURTAZAOĞLU Hoca’ya sorduk. Anlattı. Onu çok yakında paylaşacağız inşâllâh. Bilmem siz de merak ediyor musunuz ŞARLAN kitabının henüz dile gelmeyen sahifelerini? Ediyorsanız, duânızı da esirgemeyin de, Rabbim onlara da bizlere de fırsat ve gayret versin de, -inşâllâh- o geçmişten bu güne köprü olacak soylu hâtıralara hep birlikte ulaşalım.
Sevgili okuyucular, hepimizin cumâ bayramları mübârek olsun, başta ŞARLAN âilesininkiler olmak üzere cümle geçmişlerimizin kabirleri nurlarla dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
25.03.2010 |
|
|
İLİM YAYMA RÜZGÂRI
Pazartesi gün Giresun, Salı gün de Ünye’den gelen telefonların öbür ucundaki arkadaşlar, İlim Yayma Cemiyeti genel merkez yetkililerinin Karadeniz ziyâretleri çerçevesinde Ordu’ya da uğramak istediklerini, ilgilenirsem memnun olacaklarını belirttiler.
Misâfirlerden Yûnus CAN Bey 74 yaşında. Mesleği Avukatlık. İYC’de Denetleme Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor. Yine merkez teşkilât görevlisi İlhan KILIÇ Bey 50-55 yaşlarında ve İşletmeci. İYC’de Plânlama ve Teşkilâtlanma Müdürü. Abdülaziz KESKİN Bey Ünye’den. Ziraat Mühendisi. Misâfirlere refâkât ediyor. 60 yaşında. Bu yaşlarında hizmet için düşmüşler yollara. İnşâllâh gençlere örnek olurlar. Faaliyetleri hakkında bilgi verdiler. Biz zâten İstanbul’da okuduğumuz 70’li yıllardan ve hep duyageldiğimiz hayırlı hizmet ve faaliyetlerinden biliyoruz.
Bu cemiyet ülkemizin en köklü hayır cemiyetlerinden. Ama, geliniz görünüz ki, 1951’den beri sayısız eser ve faaliyete imza atan bu cemiyetin, Türkiye’de şûbesi olmayan nâdir merkezlerden birisi de maal’esef Ordu. Ünye’de var meselâ. Giresun merkezde de. Hiç olmasa adıyla olsun tanınsın diyerek bu gün yazı konusu yaptık. İnşâllâh hayırlara vesîle olur.
Gelen telefonlarıyla bile, konuları ele alış tarzlarımızı etkileyen, hoşluk, güzellik, edebiyât ve şiirlerle dolduran İlim-Yayma rüzgârı işte bu gün de köşemizin konuğu. İnşâllâh, rüzgâr sâdece esmekle kalmaz diye temennî ediyoruz.
www.iyc.org.tr’den özetlediğimiz kadarıyle, İYC’nin öyküsü şöyle:
“Türkiye’de çok partili sisteme geçildikten sonra ekonomik, siyasî ve kültürel hayatta önemli ve müspet gelişmeler yaşanmaya başlamıştı. Toplumun, ehemmiyet ve âciliyetine binaen çözüm beklediği meseleler arasında yer alan din eğitimi ve hizmetleri, sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın tesisi gibi konularda atılan adımlar, bu müspet gelişmeler arasında bulunmaktaydı.
Nitekim İstanbul Sirkeci ’de bir araya gelen 68 mümtaz hayırsever ve vatanperver insan da, millî ve manevî değerlerimizi ihya ederek geleceğe taşımak, ilim ve irfan çalışmalarını destekleyerek yaygınlaştırmak için 11 Ekim 1951 tarihinde İlim Yayma Cemiyeti'ni kurmuştu.
Cemiyetimiz, kuruluşunun hemen ardından, Maarif Vekâleti’nin talebi ve okulun ilk müdürü olan (merhum) Celâlettin Ökten’in gayretleriyle, 17 Ekim 1951’de İstanbul’da ilk İmam-Hatip Okulu’nu açmıştır.
İlim Yayma Cemiyeti, kuruluşundan iki yıl kadar sonra, o güne dek yaptığı ve ileride yapacağına kanaat getirilen çalışmalar ve hizmetler sebebiyle 10.02.1953 tarih, 4/169 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile “umumî hizmetlere hâdim” (kamu yararına faaliyet gösteren) dernek statüsünü kazanmıştır.
Cemiyetimiz, toplumun mevcut ve gelecekteki ihtiyaçları doğrultusunda hizmetlerini sürdürmüştür. İstanbul İmam-Hatip Lisesi binası ve öğrenci yurdunun inşasına başlamış, büyük gayretlerle kısa bir sürede tamamlanan bina, 1958 yılında, dönemin Başbakanı (merhum) Adnan Menderes tarafından açılışı yapılarak hizmete girmiştir.
İlim Yayma Cemiyeti, orta öğrenim için inşa ettiği okul ve yurt binalarını hizmete sunmanın yanı sıra, yüksek öğrenim öğrencileri için de çeşitli yerlerde yurtlar açmış; ayrıca, imkânsızlıklar içerisindeki kabiliyetli öğrencileri desteklemek için (1963 yılından itibaren) burslar vermeye başlamıştır. .
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, 29 Mayıs 1996 tarihinde İlim Yayma Cemiyeti’ne bir şükran plaketi sunmuş; ayrıca hazırlanan belgede, “Türk Milli Eğitimine yapmış olduğunuz katkı her türlü övgü ve takdirin üzerindedir. Bu değerli hizmetiniz, mutlu ve kalkınmış Büyük Türkiye idealinin anıtı olarak daima şükranla anılacaktır...” ifadelerine yer verilmiştir.
Yarım asrı aşan bir süredir nice hayırlı, bereketli ve güzel hizmetlere vesile olan İlim Yayma Cemiyeti günümüzde, Edirne’den Van’a kadar, Türkiye genelindeki şubeleri, öğrenci yurtları ve verdiği burslarıyla eğitim alanındaki çalışmalarını sürdürmeye devam etmektedir.
Milletimizin ve hakkın hizmetinde olmakla iftihar eden İlim Yayma Cemiyeti mensupları, toplumun en seçkin hizmet insanları olmak için dün olduğu gibi bugün de gayret göstermektedirler.”
Sosyal, kültürel faaliyetleri ve basın-yayın-bülten çalışmalarıyla da kendini gösteren İYC, bulunduğu her yerde hayır faaliyetlerine, iyiliklere güzelliklere, sanat-kültür ve edebiyâta öncülük etmeye çalışıyor.
Yetkililerin bize emânet ettikleri ve sizlerle paylaşabileceğimizi ifâdelendirdikleri dökümanlardan birinin üzerinde, cemiyetin hizmet eksenini de en güzeliyle açıklayan Atâ bin Meysere’ye âit bir söz var:
“En güvendiğim sağlam amelim, ilmi yaymak için yaptığım çalışmadır.”
Ayrıntılı bilgi sitelerde fazlasıyla var. Bu cemiyet artık ilgi alanımızda olacağı için zaman zaman sizleri de haberdar edeceğiz gelişmelerden inşâllâh. İlmin kapsamında, uzak ya da yakın bir yerlerinde olmak, en azından öyle hissetme ihtiyâcı duymak güzel ve bir nasîp meselesi.
Okulları, yurtları, kursları ve burslarıyle, dergileri, bültenleri, kitap ve broşürleri ve benzeri çalışmalarıyle ilmi yaymayı ilke edinen bu ve benzeri hizmet kervanlarının, az da olsa bir tarafında yer alabilme bahtiyârlığına ermeyi hepimize nasip etmesi dileğiyle sizleri selâmlıyor, şehrimizden beşâretle gelip-geçen arkadaşlarımıza başarılarla dolu hayırlı, bereketli, uzun ömürler diliyor, sevgi ve saygılar sunuyorum. Onların ve bizlerin, yollarımız ve hizmet bahtlarımız açık olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
24.03.2010 |
|