|
|

KAŞIKÇIBAĞLARI’NDA DOLANIYORUM!
Haftasonu, çocuklarla berâber Tokat yollarındaydık. Ünye, Akkuş, Niksar üzerinden 220 km. Süre olarak da 3 saat civârında. Ancak, sâhillerden, yaylalara, oradan havza ve ovalara, ormanlardan tarlalara, otlaklardan kayalıklara gerçek bir tablo zenginliği ve manzara cümbüşü yaşıyorsunuz yol boyu. Türlü türlü iklimlerin içinden geçiyorsunuz. Mâvilikler, yeşillikler, yaylalar, dağlar derken, bir bakıyorsunuz beyaz güzellikler kesiyor yolunuzu. Küme küme renk renk bulutlar çok güzel ufuklarda. Hele de güneş batarken.
Ancak Akkuş deyince iş değişiyor. Siz mi yukarılara çıkıyorsunuz yoksa bulutlar mı aşağıya iniyor bilemiyorsunuz?! Yalnız, içerisine daldığınız pamuk kütleleri sizi bırakmak istemiyor. Zor sıyrılabiliyorsunuz ilgi kesâfetinden. Akkuş yayladır. Kardır, beyazdır. Kar yoksa bir başka beyaz keser yolunuzu; sis.
Bu yolculukta, hem gidişte hem de dönüşte sisten nasîbimizi -az da olsa- aldık. Akkuş, “kar yok diye, yayla olduğumu unutmayasınız sakın!” der gibi pamuk elleriyle tuta tuta bıraktı bizi. Ya da, kıvrılan yollarında dikkâtli hareket edelim diye tembih ve de temkin süzgecinden geçirdi belki de. Her neyse, o da sonuçta bir özellik ve de ayrı bir güzellik.
Argan, Çamiçi, Niksar vâdisi derken, Tokat şehrine vardığımız akşamın sabahında önce, çevreye bir baktık şöyle. Ev sâhibi arkadaş bulunduğumuz bu yörenin adının KAŞIKÇIBAĞLARI olduğunu, ancak görüldüğü gibi, o geleneksel, bereketli bağlardan eser kalmadığını, yerlerine işte böyle binâlar yapıldığını anlattı. Hemen yakındaki örnek bir bağ evini gösterdi. Gayr-i ihtiyârî oraya doğru gittik çocuklar aşağıya inene kadar. Bahçe kapısı aralandı bu arada tevâfukan. Evin oğlu işe gidiyormuş derken, içerde bir şeylerle meşgûl olan bir amca gördük. O da bizi görünce bizi buyur etti. Kendisi bağın ve evin sâhibiymiş.
Abdullah Amca, 72 yaşında. Çocukluğundan beri burada oturuyor. Yer kendisine babasından intikâl etmiş. İçerisinde meyve olarak, yok yok. Aklımızda kaldığı kadarıyla Dut, Şeftâli, Vişne, Kiraz, Armut, Elma, Erik vs. çeşit çeşit meyveler var. bizim tefek dediğimiz asmalar çoğunlukta. Adı üstünde, bağ deyince akla zâten önce üzüm geliyor tabiatıyla. Dışardan bakınca, avludan yollara taşan uzantılarıyla manzaraya hâkim olan da o!
Ayrıca, başta sulama olmak üzere çok amaçlı bir havuz var. Evin bahçeye bakan tarafı her türlü piknik yaşantıya müsâit. Çatı öne doğru çıkık. Masa, kanepe ve diğer istirahat imkânları mevcut. Dışarıya kapalı, rahat hareket edilebilecek, âileye özel, mahremiyet muhtevâlı bir yapılanma örneği.
Meyvelerden alıp yememiz, sonrasında da çay ikrâmı için ısrar ediyorlar hanımıyla berâber. Buraların aksine, orada dut olmamış bu sene. Biz seyrek görünce, savmış her hâlde dedik. “Hayır, bu sene yoktu!” dediler. Bir armut ağacı var. 100 yıllık olduğunu söylüyorlar. Adı da BALBARDAK. Ağustosta olgunlaşıyormuş. Belki de bizim buradaki, adı ballı ve belli olan armutlardan biri ama, buradaki adlandırması böyle.
Buralar, daha önceleri hep böylesi bağ ve bağ evlerinden oluşuyormuş ama, yapılaşma furyasıyla artık buranın da doğası bozulmuş. Kendi oğlu da müteahhitmiş. 18. maddeye göre belediye burayı iskâna açarak, 1,5 dönümün 1/3’ünü kamulaştırmış. Veryansın ediyor, haksızlık diyor. Ama, çağın getirdiği îcapların önünde de durulamıyor.
Gerçi, yeni evler daha güzel oluyor gibi ilk bakışta. Lâkin, gel gör ki, orijinâlitesi yok. Gizemi, hattâ, tâbiri câizse, rûhu, yâni kimliği, kişiliği yok. Hepsinin de, al birini vur ötekine. Hepsi birbirinin ufak rötüşlerle devâmı gibi. Bu anlamda, her bağ evi ayrı bir tasarım örneği iken, şimdikiler sıra sıra dizilmiş tuğlalara benziyor. İnsanlar, bağ evlerinde, âdetâ, kendi ülkelerinin sâhibi konumundayken, apartmanlarda birer karınca misâliler gibi!
Abdullâh Amca’nın, etrafı duvarlarla çevrili bağevi ve avlusunun girişinde, yol tarafında, kol kalınlığı bir oluktan akıp giden bir su var. Âdetâ bir köy çeşmesi. Amcamız, bu çeşmenin Rumlar zamanından kaldığını, suyun nereden geldiğinin, gözesinin yerinin bilinmediğini, borunun da kendi yerlerinden geçtiğini ifâde ediyor.
Sizin anlayacağınız, bu yöre, hakîkâten adı gibi bir KAŞIKÇIBAĞLARI yöresiymiş. Şehrin sebze-meyve ihtiyâcı büyük ölçüde buradan sağlanıyormuş. Şimdi ne kaşıkçılar kalmış, ne de bağları! Küme küme, boy boy siteler ve apartmanlar. Abdullâh Amca işte burada, ama o da sanki son örneklerden biri. Evirip çevirip bakıyorum uzaktan bağ evine. Fotoğraflar çekiyorum kare kare.
Arkadaşım Şefik Bey’le berâber, iki âile, bağ sâhiplerine çok teşekkürler ediyoruz; bizlere gönül evlerinin bahçelerini açtıkları, sebze ve meyvelerle, her şeyden önce muhabbet ve güler yüzle bezedikleri cennetsi bahçelerinde gezdirdikleri için.
Sonra, şehri çepeçevre kuşatan dağlara, tepelere, kalelere doğru yöneliyorum ve sanki bir bağ evinin penceresinden, bir kırık plâktan Barış MANÇO’nun o hüzünlü şarkısının buruk nağmeleri dökülüyor ve içimden de şu mısrâlar geçiyor!
Dağlar dağlar! Kurban olam, yol ver geçem;
Sevdiğimi son bir olsun, yakından görem…
İki âile arabalarımıza biniyoruz. Şehrin târihine doğru gidiyoruz derken, işte yerimiz bitiyor. Tokat şurası. Bugünün ulaşım ve yol şartları daha da yakınlaştırdı elhâmdülilâh. Bunu fırsat bilmek gerek. İmkânı olanlar gitmek, görmek gerek. Kendi şehrimizle kıyaslamak, fikir almak, târihimizle tanışmak, insanlarımızla kaynaşmak, bir şeyler öğrenmek adına.
Evet, sevgili okurlar; yolculuğumuz sürüyor. İnşâllâh, tekrar görüşmek,
buluşmak ve Tokat üzerine duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak üzere,
Allâh’a emânet olunuz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
29.06.2010 |
|
|
ŞİİRCİNİN ŞİİRİ!
ALLÂHDIR İLK SÖZÜMÜZ. Bu, bir şiirin adı. Şirin bir şiir. Çok güzel bir şiir. Her çocuğumuzun ezberlemesi gerektiğine inandığımız bir şiir. Hattâ, bizler de ezberlersek hiçbir mahzuru olmaz! Belki, biraz çocuklaştığımızı sanırız, ama çocuklaşmak iyidir. Keşke, tertemiz çocuk rûhumuzu illetlerin, marazların tasallutundan koruyabilseydik; ama nerde?!
Evet, bu şiir, öğretmenlik yıllarımızda her öğrencimize ezberletmeye çalıştığımız bir şiir. Kısa, özlü, anlamlı ve sevimli. Evdeki çocuklara, yeğenlerimize, tüm çocuklara, ezberlemelerini telkin ettiğimiz şiirlerin en başında. Sizlere de öyle yapmanızı tavsiye ederiz. Çünkü, bir işe başlarken, en başta gereken şey besmeleyse, şiirlerde de besmele şiiri başta gelse daha iyi olur gibi bir düşünce bu.
Ama, ilk etapta basit ve küçük görünen bu şiirin, anlamı olduğu kadar yazarı da büyük! Hani demiştim ya; sizler de ezberleyebilirsiniz diye! Çünkü, yazan kişi, hem yaş, hem de ilim olarak bizlerden çok çok büyük! Yâni, daha çok ilmî eserleriyle bilinen âlim bir insan: Mustafa Âsım KÖKSAL. Ülkemizde ve tüm İslâm Âlemi’nde, İSLÂM TÂRİHİ adlı, 20 ciltlik dev eseriyle meşhur. Hattâ, bu eseriyle, PÂKİSTAN tarafından dünyâ çapında Hz.Peygâmber’i (SAV) en iyi anlatan eserler bağlamında düzenlenen SÎRET ödülüne lâyık görülmüş, merhum ZİYÂÜL’HAK tarafından ödüllendirilerek, hepimize örnek ve kıvanç vesîlesi olan bir başarıya imza atmıştı.
Rabbimiz, her ikisini de, bu dünyâda, kendisine kulluk, habîbine ümmetlik gayreti yolunda buluşturduğu gibi, öbür âlemde de, çok sevdikleri Efendimiz’e (SAV) komşulukta buluştursun inşâllâh…
Bizim Yûsuf’a da ilk ezberlettiklerimizden biri oldu bu şiir. Şimdi de okula başladı, 1. sınıfa gidiyor ya; büyük bir bloknotun arka kapağına kendince formatlamış aşağıdaki yazıyı. Önce şiiri yazmış:
ALLAH’DIR
------------------------
İLK SÖZÜMÜZ
ALLAH’DIR İLK SÖZÜMÜZ
ÎMAN DOLU ÖZÜMÜZ
UYANIRKEN HER SABAH
DERİM HEMEN BİSMİLLÂH
BİR ŞEY YERKEN İÇERKEN
KİTABIMI AÇARKEN
YÖNELİRİM RABBİME
KUVVET GELİR KÂLBİME
DÜŞÜRMEM HİÇ DİLİMDEN
ALLÂH TUTAR ELİMDEN
Yûsuf, şiiri yazdıktan sonra, nerden aklına geldiyse, her hâlde ders kitaplarından ilham alarak, yâni, okul kitaplarında derslerde işlenen şiirleri örnek alarak onlar gibi üniteleştirip, sorular sıralamış aşağıya doğru kendince:
Kim şiir okudu? Yusuf Kerem
Şiirde ne anlatıyor? Allah ve Peygamber
Şiirin adı ne? Allahdır ilk sözümüz
Çocuk ne yemiş? Süt içmiş ve kitap okur.
Bu şiiri kim yapmış? Şiirci yapmış
Uyaran kim? ANNE ve Baba
Kitabı kim açmış? Çocuk açmış kitabı
Ne yapmış? Kitab okumuş
9-10- 11- gitmiş aşağı doğru sayılar, 15’e kadar.
Plânda daha sorular vardı demek. Şimdilik buraya kadar hazırlamış, devâmını sabaha ve yâ sonraya bırakmış olmalı. 22.02.2008
Sevgili dostlar. Bu küçük olayı sevimli bir anı olarak not düşmüşüz. Sizlerle de, -özellikle- bu günlerde paylaşıyoruz. Sebebi, bu şiiri, bu tâtil döneminde çocuklara hatırlatıp, öğrenmelerini sağlamamızdır. Besmele önemlidir. Onu öğreten, sevdiren ve de uygulanmasına yardımcı olan şeyler de önemlidir.
Çünkü, Besmele bir şuurdur. Müslüman olarak, islâmî hassâsiyetimizin başta gelen bir göstergesidir. Hayır-şer, günâh-sevâp, güzel-çirkin; hülâsâ, bütün bir hayâtı Hakk’ın rızâsına uygun yaşama duyarlılığının bir tezâhürüdür.
Besmele çekip-çekmemek umûrunuzda değilse, yaptığınız işin hayırlı ya da hayırsız, sevap veyâ günâh olmasını da, bir bakıma önemsemiyorsunuz demektir. Ki, böylesi bir kayıtsızlık samîmî bir müslümanın, aklı başında bir insanın tarzı ve özelliği olamaz!
Evet, sevgili kardeşler, o zaman ve her zaman; ALLÂHTIR İLK SÖZÜMÜZ.
Ümit edelim ki, SON SÖZÜMÜZ DE öyle olsun; olur inşâllâh, ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
28.06.2010 |
|
|

BAŞKAN AMCA MI, BAŞKA AMCA MI?
Vatandaşın kafası fevkâlâde karışık yine. Her zaman olduğu gibi yâni. İki arada, bir derede!
Burası Ordu. Burada, dereler bile tersine akar! Birinin AK dediğine, öbürü KARA der!
Hele bir de, bu “AK” diyen bir Ak Parti’liyse, öbürleri hemen “kapkara!” deyip kesip atar!
Şu Ordu milleti, hiçbir konuda bir karara varamamak, bir kararda duramamakta ısrarlı!
Bu Ordu, niye hep böyle? İstikrarlı olduğu tek konu var; o da istikrarsızlık! Fesübhânâllâh! Bundan dolayı olsa gerek, bir türlü iktidar olamıyor; bir türlü o meşhur “devlet”i bulamıyor!
Devleti bulsa hükümeti bulamıyor, hükümeti bulsa kendini bulamıyor; bir keşmekeş gidiyor.
İşte tâtil geldi; vatandaş kafasını dinleyecek. Bıktı siyâsîlerin vırvır ve de dırdırlarından!
Gel gör ki; ne mümkün? Giyinmiş-kuşanmış, pardon, denize girme vaziyetleri almış yâni! Halk çelik-çocuk sâhil boyu yolları tutmuş. Yorgunluk atacak. Başkan, eseriyle gururlu.
Karne günü oğlum okuldan gelmişti. Bir sevinçli bir sevinçli ki, sormayın! Elleri dolu dolu.
Öğretmen hediye kitaplar vermiş. Bir de ne göreyim; BAŞKAN AMCA KİTAPLARI! Gerçekten, güzel, sevimli ve öğretici bir proje. Tam çocukların gönlüne ve zevkine göre.
Başkan bu işleri beceriyor doğrusu. İnsanların gönlüne girmesini başarıyor, bir şekilde. Analar günü, Babalar günü, yok şu günü, yok bu günü; çalıyor davulları, yapıyor düğünü!
Benim, kitaplar içinde dikkâtimi çeken, BAŞKAN AMCA YAZ TATİLİ kitabı olmuştu. Çünkü, daha kapağında, şehrin merkezinde denize giren insan çizimleri vardı. Şaşırdım.
Bir anlam veremedim daha doğrusu. Başkan, çocukluk günlerini hayâl etti herhâlde dedim. Yanılmışım. Meğer, DERİN DEŞARJ projesi sebebiyle özellikle böyle çizim yapılmış!
Belediye başkanımız Seyit TORUN, yaptığı açıklamada aynen şöyle söylüyor o günlerde:
“Söz verdiğimiz her şeyi yerine getiriyoruz. Derin Deniz Deşarjı bunlardan sadece birisiydi. Bugün sizlerle bu mutluluğu paylaşmak için bir arada olalım istedik. Gördüğünüz gibi artık Ordu sahilleri eskisi gibi kirlenmeyecek, herkes istediği yerde denize girebilecek”
ordugazete.com’daki habere yorum yazan Necmettin ERTÜRK adlı vatandaş, heyecanlanmış, duygu ve düşüncelerini şöyle dile getirmişti: “Ha başkan az kaldı, küçük iskelede denize girmeyi özledim. Sayende tekrardan o güzellikleri yaşayacağız. Teşekkürler.”
Tevekkeli, onca muhâlefete ve nâmüsâit şartlara rağmen palmiyeler de boşuna getirtilmemişti. Tablo tamamdı. Ordulu, Antalya’ya, Bodrum’a, Didim’e gitmek durumunda kalmayacaktı! Derken, bir “Başka Amca!” çıktı ortaya. O henüz Çizgi Romana vakit bulamadı ama, gitti,
o da gazetelere çıktı ve derin deşarjın bir arıtma olmadığına özellikle vurgu yaparak dedi ki; “ORDU’DA, SAKIN HÂ DENİZE GİRMEYİN!” Öp babanın, pardon BAŞKA(N)ın elini!
Sayın Hüsnü YÜCEL, bizâtihî, bilfiil vazgeçirecekti ama, paça da bulamadı ki tutup çeksin!
O hırsla belki de, tâ gidip Âdem Baba’ya yandı derdini, ve; “ÇEK USTA BİR PAÇA!” dedi. Hem de peşinden; “BOL SARMISAKLI!” kaydını ihmâl etmeden. Neyse,burası işin lâtîfesi!
Sözün özü, “çatal kazık yere batmaz!” misâli, tüm heyecan ve hevesler kursaklarda kaldı.
N’olcak şimdi? Zorlu fındık mevsimi de yaklaştı. Ardından Ramazan, derkenokullar?!
Ama, inanın sevgili dostlar, biz nasılsak başımıza da öyle, ona göre idâre ve irâde geliyor.
Kimseye suç bulmayalım. Kararsız olan bizleriz başta. Biz, neye karar verdik sonuçta? İktidara mı, muhâlefete mi? Bir iktidara, bir muhâlefete? Yani, ne iktidara, ne muhâlefete?!
O zaman, şu meşhur OBKT sahnemizde MED-CEZİR oyunları, böyle hep sürüp gidecek…
Bizler de BAŞKAN AMCA’lar ile BAŞKA AMCA’lar arası melodramlarla oyalanacağız.
Zâten çocuklar oyuncaklarıyla oynadığı gibi, bizler de eşyâlarımızla oyalanmıyor muyuz?
Öyleyse, uzatmayalım sözü fazla ve Yunus’umuzun verdiği ilhamla diyelim ki;
Yaz mevsimi, güz mevsimi; hani bunun düz mevsimi?
Düz de yalan, güz de yalan; var biraz da sen oyalan; ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
27.06.2010 |
|
|
BİR HABER, İKİ TEBER…
Mâlum, hafta sonundayız. Genellikle yaptığımız gibi bugün biraz magazinel takılacağız. Önce, Türk basın-yayınının ünlü isimlerinden birinin ölümüyle ilgili habere yer vereceğiz. Lâkin, ölüm hepimizin yaşayacağı bir olay. Rabbim hayırlısından versin.
Ölen ölüp gidiyor. Kalanlar kaldığı yerden hayâta devam ediyor. Ne kadar ağlansa da, ölenin ardından giden yok. Gerçi bu cenâze, sazlarla ve alkışlarla uğurlanmakla, farklı bir anlayışı yansıtıyor belki ama; bu, sonucu değiştirmiyor.
Bildiğiniz gibi, Pazartesi günü hayatını kaybeden Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı ve İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk, önceki gün Nevşehir'deki HACI BEKTAŞ-I VELİ ÇİLEHANESİ'nde oluşturulan İz Bırakan Aydınlar Mezarlığı'na defnedildi.
Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu, İlhan Selçuk'un kendisine ölmeden evvel "Hacı Bektaş-ı Veli Çilehanesi'ne gömülmek istiyorum. Çünkü burasının dünya çapında aydınlanmanın merkezi olmasını istiyorum. Öldükten sonra da bu düşünceye hizmetim olsun." dediğini aktardı.
Türk basın ve fikir hayâtının önemli isimlerinden İlhan SELÇUK’un cenâzesi, sol düşünce ve özellikle siyâseti bir araya getirdi. Yapılan konuşmalarda hükümete de göndermeler yapıldı, Ergenekon soruşturmaları sürecinde kendisine zorluklar yaşatılarak müteveffânın yıpratıldığı, bir nevî ölümüne sebep olunduğu ifâde edildi.
Törende, Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Miyase İlknur, Alev Coşkun ve İlhan Selçuk'un yakın arkadaşı Prof. Coşkun Özdemir konuşma yaptı. Törene CHP Milletvekili Kemal Anadol, eski DSP Genel Başkanı Zeki Sezer, HSYK Başkan Vekili Kadir Özbek, HSYK üyesi Ali Suat Ertosun, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, eski bakan ve CHP'nin eski başkanlarından Hikmet Çetin, Yaşar Okuyan, Tarık Akan, Rutkay Aziz, Uluç Gürkan, Orhan Erinç gibi isimler katıldı.
Cenaze töreninin ardından Alevi dedesi Haydar Soylu, TÖVBE ALMA merasimini gerçekleştirdi. Edilen duaların ardından naaş, ağabeyi Turhan Selçuk'un da bulunduğu İZ BIRAKAN AYDINLAR MEZARLIĞI'na defnedildi.
Meydanı dolduran kalabalık, İlhan Selçuk'u türküler ve alkışlarla uğurladı. Biz de buradan, “Toprağı bol olsun” diyor, geride kalanlara sabırlar diliyoruz.
Ayrıca, başlıkta, sözün gelişi olarak TEBER dediğimiz, kültür dünyâmızda dolaşan iki fıkramsı anekdotu da bir güzelleme olarak arşivlerden çıkarıp sizlere takdim ediyoruz:
İMAMIN GÜNAHI
Bektaşi cemaatin en ön safında, tüm kurallara riayet ederek namazını kılmış. Selamını verip namazdan çıkacakken, imamın tövbe ve istiğfar ettiğini görerek şaşırmış.
-İmam efendi ne günah işledin ki böyle derinden tövbeler ediyorsun, diye sormuş. İmam tövbesinin gerekçesini şöyle anlatmış Bektaşi'ye:
- Bektaşiler hakkında yanlış bilgilere dayalı olarak gıybet ettim... Günahım bu... Sizleri namazsız kişiler olarak anlattım çevreme. Oysa gördüm ki en mükemmel namazı sen kılıyorsun! Bektaşi imamın anlattıklarını dinleyince elini onun omzuna koymuş.
- Sen benim abdestsiz namazıma rastladın... Bir de abdestlisini görseydin buna ne tövben ne de istiğfarın yetişirdi!
IŞIKSIZ AMPUL!
Akıl hastanelerinden birinde bir gün delilerden biri pür telâş
panik vaziyetlerinde koşarak doktorun yanına gelmiş: "Doktor bey çabuk, çabuk, acele bizim koğuşa gelin, çabuk", demiş. Doktor gitmiş, bakmış; bir de ne görsün?
Delilerden biri baş aşağı kendisini tavana asmış öylece duruyor. Doktor, "Bu ne hâl böyle?" diye sormuş. Doktoru çağırmaya giden arkadaşı cevaplamış: "Doktor bey, bu arkadaşım zır deli; kendisini ampul sanıyor." Doktor kızmış: "Olur mu hiç öyle şey! Hemen indirin onu aşağıya." Arkadaşı olan deli bu defâ da doktora îtiraz ederek; "Doktor Bey o zaman da biz ışıksız kalırız." deyivermiş!..
***
Rabbimiz cümlemize akıl-fikir versin; hakça yaşayıp ölmekten, ve de;
bizleri, hem dünyâda, hem de âhirette gülmekten ayırmasın ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
25.06.2010
|
|
|
YAYLADA KARAKOL, CENİKTE BOZTEPE!
Eğer dikkât ederseniz, şehirler genellikle bir dağın ya da tepenin eteklerine kurulmuşlardır.
Sanki o yükseltilerden güç alır, kuvvet bulurlar gibi; onların bağrına yaslanmışlardır âdetâ.
“Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık?” (Nebe Suresi, 6-7)
Bundan başka, şu âyette de dağların önemli bir jeolojik işlevine dikkat çekilmektedir: "Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sabit dağlar yarattık... " (Enbiya Suresi, 31)
İnsanlar, bu gerçeğin doğal tezâhürü olarak bu özelliği hep gözetegelmişlerdir sanki.
Bursa’yı Bursa yapan târihtir de, şehri ve târihi buraya bağlayan ULUDAĞ değil midir?
İstanbul dahî tepeler arasına kurulmuştur. Bundan dolayı onun, bir adı da YEDİ TEPE’dir.
Tepesi olmayan şehirler, toprağın yüzünde kaybolup gitmiş gibidir. Siliktir. Silûetsizdir.
Eğer, tepeler şehri olmasaydı Yahya KEMÂL ona nasıl bakacak ve şöyle diyebilecekti?
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul! ...
Ya biz nereye bakacaktık, Yoroz olmasa, Kurul olmasa, şu türkülerdeki Boztepe olmasaydı?
Ya da oralardan Ordu’ya bakıp da, doyumsuz manzaralarını nasıl temâşâ edebilecektik?
Bundan dolayı, şehirlerin yaslandığı tepeler onların sebeb-i vücûdu ve alâmet-i fârikasıdırlar.
Ve bunun için, barındırdıkları yöre insanlarının ortak malıdırlar. Tabiî, kültürel değeridirler.
Daha doğrusu, öyle olması gerekir. Objektif değerlendirmeler ve de ortak akıl bunu söylüyor.
Ama gel gör ki, keyif diye bir şey de var; ki, keyfî uygulamalar var! Hem de en çok bizde!
Elimize makam-mevkî, mal-melâl geçmesin yoksa; hemen taarruzî hareketler başlayıverir.
Hakmış-hukukmuş, halkmış-milletmiş; hesapmış-kitapmış hepsini düzleyip gitmeye başlarız.
Bunun örnekleri çoktur. Ordu bazında bunun en çarpıcı örneği Çambaşı Yaylası’ndadır!
KARAKOL TEPESİ’ni Çambaşı’yla ilgisi olan herkes bilir. Yaylanın OBA DİREĞİ âdetâ.
Çocukluğumuzda tek hayâlimiz oraya çıkıp koşabilmekti. Hep birlikte oyunlar oynamaktı.
Uçurtmalar uçurmaktı, top koşturmaktı, volta atmaktı. Bisiklete binmek, çember çevirmekti.
Cenikten müjde gibi gelen arabalara, arkalarından havalara kaldırdıkları tozlara bakmaktı. Kendi ellerimizle yaptığımız arabalarla, tepeden Pazar yerine doğru uçarcasına kayabilmekti. Zaman zaman, kontrolü kaçırıp tellere de geçsek, hiçbir şey bizi bu tepeden koparamıyordu.
Orası, yayla ahâlisinin ortak mesîre yeriydi. Taki Sâmi SEÇKİN vâli olarak gelene kadar.
TEPELER, TEPE TEPE!
Her kim akıl verdiyse, oraya, hem de tam orta yerine, iddiâlı ama, berbat bir binâ yapıldı. Dışarılardan taşlar getirildi. Çok masraflar edildi. Ama ne yaptırana, ne işletene hayrı olmadı.
İş burada kalsaydı yine de iyiydi. Bir gün bir emniyet müdürü 2. bir binâ daha yaptı.
Sonra, işleri ayağına dolaşınca, ucuz-pahalı demeyip satarak çekip gitti buralardan.
Lâkin onun vâliyi örnek aldığı gibi, onun yaptıklarının ardından sivil zincir devam etti.
Derken birileri, birileri daha. Ve artık bugün oralar halka çok uzak! Gazânız mübârek olsun!
Geçen gün gittiğimde gördüm ki, yaylalar şenlenmiş. Binâlar güzelleşmiş. Dağ-taş dolmuş.
Turnalıktan îtibâren her yer kıyı-köşe yerleşim yeri olmuş. Ama, nefes almaya yer yok!
İşte ÇAMBAŞI. Bu kadar halk nerede yürüyecek? Çarşı zâten dar. Araba koymaya yer yok. Ordu’yu aratmıyor bu bakımdan. Ne anladık şimdi biz bu yayladan? Binâ orada duruyor.
Ne işe yarıyor? Diyelim ki turist geldi; nerede gezip dolaşacak, nerede şöyle bir nefeslenecek?
Yaylaya gelen insanlar evden çıkınca ille de uzak çeşme başlarına gitmek zorunda mı?
Çelik çocuğuyla elele şöyle tur atacağı bir meydanı kalmamışsa, hem de yayla kırında,
anlamı ne bunun? Sizce, hoş bir şey mi yayla adına, toplum, insanlık ve adâlet adına?
Yüksek makamlar, aynı zamanda yüksek ilgiler demek ki! İşte Kemâl YAZICIOĞLU!
Adı, OZAN BABA gibi yayla yollarında, dağlarda-taşlarda; aynı zamanda Boztepe’de.
Özellikle KURUL’a kurulurdu. Burası, bilhassâ antik yönüyle özel ilgi alanındaydı.
Bu kayalıkların içerisinde, zirveden, tâ nehre kadar indiği söylenen iç merdivenler vardı.
Bir de, oradan bakarak, Melet Vâdisi ve Ordu taraflarını seyretmenin ayrı bir zevki olmalı.
Ya Ali KABAN?! O da, Şuayip Tepesi’ne ilgi duymuştu. Haklıydı ve de iyi niyetliydi. Proje güzeldi. Çok iyi düşünülmüştü. Ancak, ufuktan ve bilimsel gerçeklikten yoksun bir hamleydi. Olan, vatandaşın parasına, ümitlerine, hayâllerine ve ortaya konan onca emeklere oldu.
Karacalar isyan edip, intihar yolunu seçmeseydi biz de anlayamayacaktık işin aslını-astarını!
İşte böyle sevgili dostlar! Mübârek cumâ gününde tepenizde boza pişirdik, kafanızı şişirdik!
Bayram havalarınıza limon sıktık. Yayla havaları da zâten bozuk, anlattığımız gibi. Niye? Birilerinin çok çok özel havaları, maalesef hepimize lâzım olan genel havaları bozuyor.
Her tarafı dumansız hava sahası yapmak güzel; keşke bir de gaspsız hayat sahası diyebilsek!
Sözün özü, işlerin daha da ileri götürülmesinden endîşeliyiz! Behemehâl bir şeyler yapılmalı!
Tepelerimiz bizim, hepimizin, şehit kanlarıyla yoğrulmuş, dünyâlar güzeli memleketimize, göğsümüzü gere gere baktığımız, içimizde hayranlık ateşi yaktığımız bayram yerlerimizdir.
Yaylada KARAKOL, Cenik’te BOZTEPE; bizim hem tepelerimiz, hem meydanlarımızdır.
Hem de, bizi geçmişimiz, hayâllerimiz ve de özlemlerimizle buluşturan çocuk yanlarımızdır.
VÂLİLİK, ya da ÖZEL İDÂRE, veyâhut ta GÜZEL İDÂRE; her neyse ve de her kimse, arz ediyorum ki; bizleri buluşturacak, kaynaştıracak, hayâtımızı şölenleştirecek bu yerlerin, bir şekilde, ortak mekânlar olarak istihdâmının sağlanmasına, âzamî gayret gösterilsin. Meramımız bu. Günümüz cumâ. Derdimiz bayram. Ömrümüz seyran. Gönüller hayran.
Cumâmız mübârek, ömrümüz bereketli, her iki dünyâmız da darlıktan uzak olsun.
Gönüllerimiz ferah, ufuklarımız geniş, mutluluklarımız sonsuz olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
24.06.2010 |
|