|
|
HEPİMİZİN SAÂDETİ, NEREDE?
Olanlar oldu geçti. Zaman ekti-dikti, söktü-biçti. Kimini ayıkladı, kimini seçti.
Darbeler gördük, devreler yaşadık. Fırtınalar, kasırgalar; neler, neler yaşadık!
Çehreler tanıdık, sîmalar gördük; hep sürtüşmeler, kavgalar, îmâlar gördük!...
Kurtuluş savaşında, sâdece İzmir’de Yunan’ı değil, tüm düşmanları denize döktük!
Ama, Türk milleti kahramandı bir kere; at sırtından inemezdi, rahat duramazdı!
Öyle demişlerdi, kendilerini öyle kabul etmişlerdi; ne yapsındı şimdi bu millet?!
Ona savaş lâzım, kavga lâzım, yiğitlik lâzım; sizin anlayacağınız düşman lâzım!
Eee, n’olacaktı şimdi? N’olacaksa n’olacaktı; Yüce Türk Milleti’nin düşmanı olacaktı!
“Çıktık açık alınla on yılda her şavaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan!”
Reklâm diliyle söylemek gerekirse: Evet, tamam; şimdi buldum: KÖTÜ, KÖTÜ, KÖTÜ!
Kim ama? Ondan kolay ne vardı? Türk Milleti artık, yaratıcı(!), acâyip bir millet olmuştu!
Koskoca Osmanlı İmparatorluğu iken hiç yaratma(!) söz konusu bile olamamıştı! Şimdi ise, ne olduysa olmuş; 10. yıl marşı’nda belirtildiği gibi, 10 yılda, 15 milyon genç yaratılmıştı!
Düşman ya da kötü yaratmak ta ne?! Basitin basiti! Bir toplu iğne yapamıyorduk belki ama,
düşman yaratmak iş miydi ki? “Yarattım!” dersin, “işte düşman!” dersin, olur-biterdi!
Nitekim, öyle de oldu! Ne zulümler işlendi, ne kelleler sallandırıldı sudan bahânelerle!
Dinci dendi, irticâ dendi, ticâni dendi, hû’cu dendi, nurcu dendi! Şucu dendi, bucu dendi!
Dendi de dendi; ve, ne nâneler yendi! Dandini dandini dasdana, danalar girdi bostana!
Alay edildi, hor görüldü, “dur!” görüldü, “gördüğün yerde vur!” görüldü vesâir, vesâire…
İşte en son 27 Mayıs. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat. 17 Nîsan; ACÂYİP OLUYOR İNSAN!
En acâyibi, tüm bu süreçlerde; her şeye rağmen din ve îmânına sarılan insanların mücâdelesi!
Büyük mücâdeleler verdiler, direnç gösterdiler; akıl almaz zulümlere göğüs gerdiler!
Îmândı, dindi, dâvâydı, candı, cânândı. Dünyâ dünyâ değil; sâdece ve sâdece bir imtihandı!
İmtihanı imtihan yapan da zorluklardı, çilelerdi. İlk insandan bu yana, bu hep böyleydi.
Saîd-i NURSÎ, S. Hilmi TUNAHAN, M.Esad ERBİLÎ, İskilipli ÂTIF Hoca, bu vâdîde akla gelen ilk isimler. Bu mübârek zâtların çileli hayatlarını, talebelerinin yaşadıklarını okursanız, ne demek istediğimizi daha iyi anlarsınız. Bizim kuşakta da, onlar kadar olmasa da, bayağı zorluklar yaşayanlar oldu. Hepimiz az-çok, o havalardan nasîbimizi almışızdır.
28 Şubatı ve düzmece olayları, KALKANCILARI, FADİMELERİ, hatırlayın yeter. Tüm gayretler REFAH-YOL hükûmetini pes ettirmeye, muhâfazakârlığı püskürtmeye yönelikti.
ERBAKAN mürtecî, ÇİLLER hâindi. Çünkü, çağdaştı ama, sonuçta HOCA’ya yardımcıydı!
Demek istediğim sevgili dostlar; ulemânın mücâdelesinin siyâsetteki karşılığı HOCA’dır.
Çünkü, kendisi mühendis olmasına, bu anlamda yurt dışlarında bile popülaritesi olmasına rağmen, sistemin irticâ anlamında önünü kesmeye çalıştığı hareket Millî Görüş olmuştur.
ÖZAL ve TAYYİB Bey de Millî Görüş üzerinden hırpalanmaya çalışılmıyor muydu?
Bunu kabul etmek gerekir. Bu anlamda, SP’nin şimdiki misyonu da küçümsenmemelidir.
HOCA da geldi-geçti. Ama görüşleri sağlam bir referans olarak sürüp gidecektir. Biz burada,
ne ona, ne kimseye oy toplama peşinde değiliz. Bir menfaat de söz konusu değil bizim için.
Herkes sonuçta oyunun ve sâniye sâniye, iyi-kötü tüm tercihlerinin hesâbını kendisi verecek. Bizimkisi, bilebildiğimiz kadarıyle bilgi ve tecrübelerimizi sizlerle paylaşmak, dertleşmek.
Benim üzüldüğüm, anlı-şanlı, okumuş-yazmış, sistemin sopasını da yemiş kimi arkadaşların
ülkemizin geçirdiği evreleri unutarak, büyüklerimiz hakkında ileri-geri konuşabilmeleri.
Asıl acı olan da, ortak çilelere rağmen hâlâ birbirimize küçümsemeyle bakıyor olmamızdır.
Taraftar olunsun ya da olunmasın, din-îman nâmına gayret gösteren, çile çekmiş, ilmiyyeden olsun, siyâsetten olsun herkese saygıyla bakmak bize ne kaybettirir ki?! Bunun adı en azından basîretsizliktir, vefâsızlıktır. Kendimizi, sebepsiz, gereksiz, hiçten yere günâha sokmaktır. Kuru gururdur, kibirdir. Bâzı arkadaşların, diğer grup arkadaşlardan kendilerini müstağnî görmeleri, çiğliktir, hamlıktır. Efendimizin şu sözleri kimler, hangi müminler için acaba:
“Siz îman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de hakkıyla îman etmiş olmazsınız. Onu yapınca, birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi size; ARANIZDA SELÂMI YAYINIZ!”
“Bir kişiye günâh olarak, mümin kardeşini hor görmesi yeter!”
Sizin anlayacağınız, hepimizin cenneti sevgiden geçiyor. Selâmdan, saygıdan, birbirimizi hor görmemekten, geçiyor. Bu anlamda, birbirimizi sevmeye-saymaya mecbûruz da aynı zamanda.
Partisi, grubu, hizbi ne olursa olsun, eğer bu sevgi-saygı iklîmini oluşturmayı, öncelikle kardeş arkadaş grupları arasında başarabilirsek, elde edeceğimiz dünyevî ve uhrevî bu saâdet hepimizin saâdeti olacaktır ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
30.05.2010 |
|
|
Efendimiz (sav), “Gerçekten, insanları meftûn eden(büyüleyen) sözler bulunduğu gibi, hikmetleri ihtivâ eden şiirler de vardır” buyuruyor. (EbûDâvud,Tac)
Bu gün sizleri iki şiirle yüzyüze getireceğiz. Birisi, İst.YİE’den arkadaşıma âit. Tâa o zamanlar yazdığı ve Yeni Devir Gazetesi Sanat-Edebiyât sayfasından kesip defterime yapıştırdığım, hoşuma giden bir şiir. Şiirin şâiriyle de geçenlerde nice yıllar sonra bir telefon konuşması da yapıp hasret giderdik. Kendisi şu anda Turizm, Seyâhat Acentası sâhibi. Şiir ve Edebiyat çalışmaları devam ediyor. Arapçadan tercüme kitapları da var.
Rabbim hem maddî, hem mânevî, hem de ticârî ve sıhhî anlamda selâmet versin. Defterimde hâlâ duran şiiri işte bu:
BİR SARHOŞLUĞUN GAZELİ
Bir özlem içimde büyür de büyür
Unuttum günlerdir ekmeği suyu
Nerde renk cümbüşü o akşamların
Nereye baksam bir karanlık kuyu
Nedir anılardan bugüne kalan
Değişmez mi yoksa kaderin huyu
Tek suçum kapılmak sarhoşluğuna
Ve sende seyretmem güneşi ayı
Sen bir denizsin ve sevgin bir deniz
Bakarım ufkuna görünmez kıyı
Arasam durmadan ayak izini
Dolaşsam da bir bir sahili koyu
Sende ölmek bile bir mutluluktur
Hele ki yaşamak bir ömür boyu
Hasan Fehmi ULUS
(70’li yılların YeniDevir’inden)
Mâlum, şiire ilgimiz sâdece okuyucu ve dinleyici olarak değil; yazmaya da çalışıyoruz. 70’li yıllardan bu yana biz de âcizâne yazıyoruz, yayınlatıyoruz. Bu gün burada, yayınlanmamış bir şirimize yer vereceğiz.
Sanat güzel şey. En güzel meşgâle. Mesleklerimiz de öyle. Bir şeyi en güzel yapmanın adıdır san’at. İyi sanatkâr olmayana kimse iltifat etmez. İnsanca yaşayabilmek de bir sanattır. Sanatınız çok güzel olup da, bu güzellik insanlığınıza yansımazsa o sanatın size bir katkısı yoktur. Sâdece kendinizi aldatmaktan başka bir şey değildir.
Rabbim güzeldir, güzeli sever. Bize de yakışan odur. Her şeyden önce, güzel olanın peşinde koşmak da güzeldir. Herkes kâbiliyet ve imkânına göre başarılı olur. rabbim bizleri güzel sevdâlara, hayırlı meşgâlelere, haysiyetli mesleklere düşürsün ve haklarını da en güzel şekliyle vermeyi nasîp eylesin. Âmin. İşte, bu da bizim şiir:
HAYÂLDEN ÖTE
Gözlerim her duyguda bir başka hayâl görüyor
Tutmuş ellerimizden yıllar nereye götürüyor?
Her bir hayâle takılır gider gönlüm
Kopmak acı olur sonra gerçeklere
Daha ne kadar izin verir kimbilir
Zaman denen o, sessiz testere?
Git gönül, git; masal dünyâlarının hepsi senin
Akıllar senin, zekâlar senin, imkânlar senin
Ülkeler, kıtalar, mekânlar senin
Fakat, bekâ kârı değil kimsenin
Ne kadar gitsen de döneceksin elbet
Ne çok kanat açıp uçsan
Ne çok kaçıp göçsen
Ne çok havalansan da ineceksin elbet
Neler okunacak o zaman yüzlerinden kim bilir
Hangi duygular taşacak sözlerinden kim bilir
Güvenme hiçbir şeye; hattâ aya, güneşe
Onlar bile bir gün kabuğuna çekilir…
Hayâller çok çok güzel, gerçekler acı
Ne kadar zor olsa da ayak yere değmeli
Ne yapıp ne etmeli; yanlışlıklar bitmeli
“Son pişmanlık fayda etmez!” demiş diyenler
Bir merdiven kurarak hayâlden ötelere
Mevlâ’nın huzûruna ak alınla gitmeli…
(09.11.82)
Şiir önemli. Ancak, hayâtı şiir gibi, yâni şuurlu ve şiârlı yaşayabilmek daha da önemli. Rabbimiz hepimize, her şeyden önce hak ve hakîkât şuuruyla yaşamayı, görev ve sorumluluklarını şiir tadında yerine getirmeyi nasîp eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
28.05.2010 |
|
|
BİR FETİH NAĞMESİ
Mâlum, Mayıs deyince akla gençlik ve fetih geliyor. Bu mübârek cumâ gününde, ruhların mânevî anlamda gençleşmesi anlamına gelebilecek fetih kavramı ekseninde dönüp dolaşan bir şiirle sizleri selâmlamak istiyorum.
Taa 1995’te, o günlerin kasvetli hâlet-i rûhiyesiyle yazılıp zaman içerisinde olgunlaştırılan bu manzûmeyi yayınlamak bu güne nasîp oluyor.
İnşâllâh, bilhassâ gençlerimiz beğenir de; duygu ve düşüncelerine olumlu açılımlar olarak yansır.
İşte şiir; umarım beğenirsiniz:
İKLİM-NÂME
İklimlerden iklimlere yürümüş
Alnı ak, başı dik kullar nerede?
Coğrafyamı baştanbaşa bürümüş
Çiçekler nerede, güller nerede?
Herkese kol kanat germiş çınarlar
Yolcuları, susuz koymaz pınarlar
Mâverâ kuşları gelir konarlar
Ağaçlar kurumuş, dallar nerede?
Hakîkâte hizmet, tüm gâyeleri
İnançtı, azimdi sermâyeleri
Dünyâdan bekledik yok pâyeleri
Ehl-i hâller; ehl-i diller, nerede?
Dereler, ırmaklar şevkle akarmış
Atlaslar, Toroslar türkü yakarmış
Balkanlar, Kafkaslar halay çekermiş
Tunalar nerede, Niller nerede?
Denizler el ele oynaşmadaymış
Kıtalar kol kola kaynaşmadaymış
Hayırlar gayrette, şer şaşmadaymış
Adımlar nerede, kollar nerede?
Hüzünler, sevinçler bir yaşanırmış
Özleşen gönüller, aşk kuşanırmış
Kâlplerden kâlplere yol döşenirmiş
Sazlarımız kırık, teller nerede?
Dağ donar, çöllerin olmaz haberi;
Çöl yanar, dağların nerde seferi?
Kavuruyor bu hasretlik her yeri;
Kervanlar basılmış, yollar nerede?
Yakınım, ırağım aynı kederde
Her birisi düşmüş ayrı bir derde
Kalmamış o eski günler ezberde
Gönüller diyârı iller nerede?
Yol bozuldu, ayrı düştük biz bize
Bakmaz olduk, gelsek bile göz göze
Sebebi ne, nasıl çıktı bu nizâ?
Üç kıta arası göller nerede?
Beş-on yıl içinde bin yıllık devlet;
Nasıl uçup gitti; hayret ki hayret?!
Hem, dıştan daha çok, içerden gayret
Yüz nerde, renk nerde; allar nerede?
Ne edep var; ne terbiye, ne hayâ
İlimde, fende de kalmışız yaya
Düşmana pamuğuz, dostlara kaya
Kovanlar dağılmış, ballar nerede?
Ecdâda hakâret olmaz mı moda?!
Çağdaşlık adına, uygarlık ya da!
Saraylar gitti de; kaldı bir oda!
Ufuklar ötesi tüller nerede?
Nûrânîyim, feryâdımı salarım
Düşündükçe hayâllere dalarım
Ne yapsam, neylesem; bitmez efkârım
Küheylânlar gitmiş, nallar nerede?
Mecnûn’um; Leylâ’yı arar giderim
Târihe coğrafya sorar giderim
Hayâlle gerçeği karar giderim
Savrulmuştur göğe, küller nerede?
Haydiyin yiğitler; yeniden fethe
Dönün özünüze, değişsin çehre
Yeni bir rûh; hem ülkeye, hem şehre
Akınlar nerede, seller nerede?
Selâmet yok, istikâmet bulmadan
Yanlar ile yönler, belli olmadan
Genç yürekler fetihlerle dolmadan;
Hep beklenen, o nesiller, nerede?
(09.02.1995)
Cumâ bayramımız ve fetih yıldönümümüz mübârek, erinden komutanına cümle fetih ruhluların rûhu şâd olsun; hepimizin gönülleri fetih sevinç, çağıltı ve muştularıyla dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
27.05.2010 |
|
|

OKYANUS HAVALARI
20 sene evvel, bu günlerde, bu saatlerde, İslâm Dünyâsı’nın en garb, yâni batı noktasında yer aldığı için, batı(ş) yeri anlamına gelen MAĞRİP adlı ülkedeydik. Yâni, bizim bildiğimiz adıyla FAS, Avrupalıların diliyle MOROCCO’daydık. Başkenti RABAT. Bu gün, günlükte oralardayız. İşte, kaleme aldığımız ve sizlerle paylaşmak istediğimiz duygu ve düşünce cümlelerimizden bâzıları:
Mağrip sayfası, biraz garip bir sayfa; alıştıktan sonra Cezâyir, sana
Mağrip, böyle bir yer; öylesine yakın ki uzaklara…
Baktığım zaman şöyle bir, Dârül’Beyzâ denilen diyâra
Kapkara bir tablo görürsün ismine inat; nurlardan uzak
İslâmın adı var her yerde; lâkin o güzel tadı caddelerden uzak
İslâm, bir remiz sanki sâdece; işin aslına, özüne kurulan tuzak!
Mağrip garip; mağrip, bütün coğrafyalarımızdan daha yakın garba
Mağrip yenik düşmüş büyük dalgalara; şurba, şarâba!
Mâmur görünürken ilk bakışta, esasta harâbe…
Ben de garipleştim ey, böyle görünce seni; anlayamadım neye uğradığımı!
Cezâyir’den sonra sen, çok farklısın; çok başkasın, çok!
Bir ikilisiniz sen ve Cezâyir; Âlem-i İslâm içre, zıtlıkta benzeriniz yok!
RABAT (Dârül’Beyzâ:Kazablanka) 25 Mayıs 1990
“Birkaç gündür Okyanus havaları teneffüs ediyoruz elhâmdülillâh. Allâh(CC) bize, bunu da nasîp etti. Bugün gezerken farklı duygular yaşadık. Zîrâ, her anlamda değişik yörelerdeydik. Karşıda İspanya toprakları gözüküyor. Büyük büyük gemiler seyrediyor uzaklarda. Bakalı, boğazdan karşı yakaya geçmek, Avrupa’ya buradan adım atmak nasîp olacak mı?
Bizler şu anda, Yüce Rabbimizin bolca nîmetlerle bezediği zengin ve güzel bir kenti dolaşıyoruz. Zengin, bakımlı ve lüks mağazalar. Çok çok ucuz meyveler; sebzeler, elektronik mâlzemeler. Her yer, her şey bolluk-bereket.
Evet, her şey güzel; lâkin her turistik yöre gibi, dînî hava zayıf. Cezâyir’deki havaya alıştığımız için, burası birden bire çok hafif geldi bize; mânevî anlamda zayıf gördük manzarayı. Lâkin yine de, derinden derine, bir şeylerin varlığı hissediliyor gibi. Çok yakın bir zaman önce ülkede genel tutuklamalar olmuş bu anlamda. Ondan dolayı bir sessizlik söz konusu ama, yine de duvarlara sinmiş bir güzellik kokusu yayılıyor gibi.
İslâm’la Hristiyanlığın hemen hemen aynı ağırlıkta olduğu, aynı kefeye konulduğu hissedilen, kiliselerle câmilerin yarışıyor görüntüsü verdiği bir yerde, -ki eczâne amblemleri hilâl içinde haç şeklinde!- Yahûdî varlık ve ağırlığının da mutlak olduğu bir beldede, kanunların açık tehdidi altında, bu kadarına da şükredilmeli.
Bu kader, tüm İslâm beldelerinin ortak kaderi zâten. Zaman zaman, değişik yerlerde, şartlara ya da gelişen olaylara göre, hafif ya da ağır olarak tezâhür etse de, temelde, olan şey, mâhiyet îtibârıyle aynı.
Burasının Avrupa kentlerinden farkı yok gibi. Hemen karşısı Avrupa kıtası zâten. Ayrıca burası, Cebel-i Târık boğazının beri ayağı ki, Afrika kıtasının yukardaki en uç noktası. Batı cereyanının en çok değdiği yer. Serbest pazarla birlikte her şey girmiş ülkeye. Turistler akın ettikçe her kes turistleşmiş. Başka türlüsü de olamazdı zâten.
Bu gün, hiç hesapta yokken Kamîs(yöresel uzun kıyâfet) aldım ve giydim. Biraz, öylece dolaştım. Arkadaşlar, yakıştığını söylediler. Yadırganmayan bir çevre olunca rahatlıkla giyilebiliyor. Demek ki, her şey, biraz da çevre meselesi. Çevre oluşunca, birtakım şeyler kendiliğinden oluşabiliyor. Kamîs giyilmeyen yerde, meselâ Türkiye’de bunu giyebilir miyiz? İlle de giyeceğim derseniz giyersiniz de, ama nasıl? Uyar mı?
Burada, çevrenin önemi bir kez daha anlaşılıyor. “Herkes kendinden sorumlu!” deyip bildiğini yapanlar haksız aslında. Çünkü, böylelikle sergiledikleri kötü örneklerle bana ve mâsum çocuklarımıza zarar veriyorlar. Kötülüklerin yaygınlaşmasına zemin hazırladıkları gibi, iyileştirme çabalarının da akâmete uğramasına sebep oluyorlar.
Bu güzel yerleri görmeyi her kese tavsiye ederim. İstendiğinde, buralara gelmek zor da değil üstelik. Ancak, bizim toplumumuzda seyâhat geleneği yok. Gezmek pahalı da değil aslında. Özellikle de buralarda.
Buralara, çoluk-çocuk ve yakınlarımla, sevgili arkadaşlarımla da gelebilmeyi, buradaki kardeşlerimizle, -sıkıntılar bitmiş hâliyle- tekrar ve çekinmeden kucaklaşabilmeyi çok arzu ederdim. Hak nasîp eder mi, devran el verir mi, şartlar imkân tanır mı, şimdiden kestirmek zor?!
Bizler tekrar gelemesek de, çocuklarımızın, yeğenlerimizin, sevdiklerimizin
buraları görmesi çok güzel olur. Keremi bol Rabbimiz, onlara da böylesi bol istifâdeli geziler yapmayı nasîp etsin inşâllâh! Âmin. Me’veş’Şebâb 26-27 Mayıs 1990 TANCA”
Bunlar, bir hafta süren FAS gezimizde aldığımız notların çok az bir kısmı. Yerimiz de doldu. Belki sonraları yine döneriz. Ancak, gezinin bitiminde Cezâyir’de yazdığım değerlendirmelerde bir ukde olarak not düştüğümüz şöyle bir nokta var ki, sizinle şimdi, burada paylaşmak isterim:
“Bir esefimi belirterek MAĞRİP konusunu kapatacağım. Okyanusu gördük, ufkumuz genişledi elhâmdülillâh; lâkin, elimizi suyuna daldırmadan dönüp geldik! İnşâllâh, o da nasîp olur diyerek sözlerimi bağlıyorum. 00.07 o2.06.1990 Cezâyir”
Böyle, hem gezdiren, hem kaynaştıran güzel bir duâya kim âmin demez?!
İnşâllâh, “hep birlikte!” diyelim, gönülden diyelim ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
26.05.2010 |
|
|
ESKİPAZAR’A FAYTON!
Dünkü yazım ESKİPAZAR;ORDU’NUN EYÜP SULTANI başlığını taşıyordu hatırlarsanız.
Bu konuya devam edelim isterseniz. Dünkü yazıyı Ankara HACI BAYRAM’da yazmıştım.
HACI BAYRAM Külliyesi restorasyonda. Namaz, çevreye kurulan çadırlarda kılınıyor.
Restorasyonu yapan da ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ! Bakalım nasıl olacak?
Perdeler kalkınca, ardından şaheser bir düzenleme çıkacaktır ortaya, inanıyorum.
Darısı bizim başımıza, ne diyelim?! Bir gün bizim de olur böyle belediyelerimiz inşâllâh!
Biz göremedik, çocuklarımız görür inşâllâh! Onlar da göremezse torunlarımıza nasîp olur!
Dünkü yazıda, aşağıdaki bölüm de vardı; yanlış anlaşılır diye son anda çıkarmıştım.
Ama, tamâmen silip atmaya da kıyamadım. Netîcede bir gerçeği vurguladık, samîmiyetle.
Mâlumunuz biz kıyıda-köşede durup kendi kendimize konuşmayı seviyoruz. Öyle,
meydanlara çıkacak, ortalığı inletecek, herkesi dinletecek özelliklerimiz yok. Belki olmalıydı,
ama yok işte! Zorla değil ki! Bu bir yetişme tarzı ve özgüven meselesi. O da bizde yok!
Her neyse, onun için, bu kısmı rahatlıkla alıyorum ardiyedeki yerinden buraya. İşte şöyle:
BENİ BAŞKAN YAPMADINIZ!
Ne yapayım? Beni, bana bırakmadınız! ESKİPAZAR’ı size büyük bir merkez yapacaktım!
Hattâ, Civil Deresi boyunu islâh edecektim. Kenarına mesîre ve gezi yerleri yaptıracaktım!
Onun bir yanına da, 2. bir yol olarak FAYTON güzergâhı düşünüyordum. Taş döşeli, otantik!
Hem Ordumuz için yeni bir kültürel figür ve de aynı zamanda farklı bir istihdam imkânı.
En az TELEFERİK kadar önemliydi benim için bu proje. KÜLLİYE zâten hazır olacaktı.
İnsanlar şehrin bir yerinden faytonla Eskipazar’a pikniğe gidecekler çelik-çocuk, akrabâ!
Ya da arkadaş grupları. Dere orada. Ağaç köprü, yeşillik, mâvilik, târih, coğrafya; her şey!
Oraya, târihî dokuya uygun yeni bir ŞADIRVAN, piknik, oyun ve diğer gerekli hâcet yerleri,
ip atlamaya, topa müsâit mekânlar, ihtiyâca göre ne gerekirse yapacaktım! Ama, neyleyim?
Tabî, bunlar benim dar pencereden gördüklerim. Bunun için uzmanlara başvuracaktım.
Toplumun ihtiyâçları noktasında, en uygun projeyi bulana kadar çaba gösterecektim. İnanın!
Ama, ben ne yapayım! Benim suçum yok! Çünkü, beni şu Ordu’ya bir başkan yapmadınız!
Az mı yazılar yazdım, nutuklar çektim. Gecemi gündüzüme kattım. Uğraştım, didindim!
Ama, ama; Sevgili okurlar, bu işte benim suçum yoksa, sizin de hiç mi hiç suçunuz yok!
Niye mi? Çünkü ben aday filan olmadım ki. Teşebbüs etmeyi dahî düşünmedim.
Öyle bir şey de yok! Hem haddime değil. Benim olmadığı gibi, benim gibilerin de!
Ne o öyle, varsa yoksa câmi, minâre, şadırvan! Vatandaş, âhirete mi başkan seçecek?
Olamaz da olamaz! Çünkü, Ordu, her zaman Ordu’dur. Askeriye Ordusu bile değişir ama,
Karadeniz Ordu’su değişmez! Sağdan dahî seçecek olsa sol ayaklısını tercih eder!
Bunlar çok da önemli değil aslında. Rabbim âhirette kitabı soldan almaktan korusun!
Bu benim uslûbum; İşin latîfesi!
Sevgili okurlar! Bu benim uslûbum. İşin latîfesi. Arasına düşünceler serpiştirilmiş.
Bu işler konuşurken kolay. Yapmak, hele yakıştırmak zor şey. Hele sorumluluk!
Bu kadar insanın hakkı, hukûku, ihtiyâçları, beklentileri. Sonuçta hesap-kitap!
Hem halk katında, hem de Hak katında. İhâleler, projeler, israflar, masraflar vs. vs.
Aman aman, bu zamanda kendimizi, çelik-çocuğumuzu çekip-çevirsek ne âlâ!
Koca şehrin yükünü çekmek, işlerini usûlünce yürütebilmek, hakkını vermek;
tüm bunlar bir yana, direkt ya da dolaylı yoldan, yememek! Akıntıya kapılmamak!
Kendin bir yana, çevrene hâkim olmak. İnce iş, sorumluluğu çok boyutlu ve kapsamlı!
Rabbim, mevkî-makam sâhiplerini bu tür kayma, kaydırma ve kayırmalardan korusun!
Sonuçta, ESKİPAZAR İstanbul’da EYÜP SULTAN, Ankara’da HACI BAYRAM,
KONYA’da MEVLÂNÂ KÜLLİYESİ mesâbesinde olsun. Yoksa, şehre, tutunacak
bir yer bulmazsanız fırtınalar alır da, nereye götürdüğünü fark bile edemezsiniz!
Tıpkı sâhildeki metrûk sandallar gibi. Koca gemiler bile bağlı değiller mi bir sâbiteye?
BAHAR YAPRAKLARI
YAPRAK DÖKÜMÜ hayât tarzı olma ve şehir tamâmen kozmopolitleşme yolunda.
Toplum olarak çıldırmadan, iyice dağıtmadan; çocuklarımıza yol göstermeliyiz.
Körpe yapraklarımız daha baharında, çılgınlık fırtınalarının önünde savrulup gitmesin!
Bir mânevî âidiyet merkezine âcil ihtiyâç var. En az bir psikiyatri kliniği kadar!
Bir hastâne düşünün ki nöroloji ya da psikiyatri bölümü yok; hele bu çağda!
O zaman, buraların önemi daha bir anlaşılıyor olmalı. Çalışmaları kutluyoruz.
Niyet nedir bilmiyoruz, ama sonuç îtibâriyle, gayretler faydalı. Tebrik ediyoruz…
Peki siz nasıl buldunuz, FAYTONLARLA ESKİPAZAR seferi fikrini?
İYİ FİKİR diyorsanız, biz de; inşâllâh, hep birlikte FAYTON muhabbeti de
yapabilmeyi umuyor, hepinize sevgi ve saygılar sunuyoruz, ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
25.05.2010 |
|