|
|
ORDU, GÖLKÖY; MÜBÂDELE…
Bu ayın ilk günleriydi. Dükkândan içeri bir adam girdi. 70-80 arası yaşlarda. Biraz tedirgin gibiydi. Buraya, ilk defâ geldiği anlaşılıyordu. Meğer o da, İrfan ÖZBİLEN gibi, gezide tanıştığı arkadaşlarındanmış babamın. Bir önceki hafta kâfileyle birlikte EGE taraflarına yaptıkları grup gezisinde tanışmışlar. Ayrılırlarken, babamın dâvetine, “gelirim” diye karşılık verdiği için burada şu an. Adı, soyadı; İLYAS ALTUNORDU. Neneli’den.
O sırada tevâfukan İrfan Ağabey de; o meşhûr “SALAAAMÜN ALEYKÜM”üyle girdi içeri. Muhabbet ortamı tamamlanmış oldu böylece.
Sohbet arasında, İlyas Amca’nın TURİST OTEL’de muhâsebeci olarak çalışıp emekli olduğunu öğrendik. O zaman ister-istemez şu soruyu sorduk;
TURİST OTEL, bizim talebelik yıllarımızda Ordu’nun dışa dönük tek oteli gibiydi. Hâriçten gelen siyâsîlerin, yetkililerin, ünlü misâfir ve turistlerin kaldığı yegâne mekândı. Bu anlamda, meşhurlarla ilgili hâtıralarınız olabilir. Bize neler söyleyebilirsiniz?
Biraz düşündü; sonra, ünlülerle ilgili değil ama, şöyle ilginç bir hâtırasının olduğunu belirterek söze başladı:
BOZTEPE’DEKİ EV!
“Kulaklarımla duydum, gözlerimle gördüm. Bir araba geldi otelin önüne ve durdu. Şoförle arkadaşı hemen inerek kapıyı açtılar. Yaşlı bir kadını arabadan indirdiler. Kadın 105-110 yaşlarında var. İner-inmez ilk işi, şöyle bir durup Boztepe’ye doğru bakmak oldu.
İşte, benim evim, daha orada! dedi ve hemen toprağa kapanarak öptü, öptü!
Memleketime geldim, ölmeden bir daha gördüm, çok şükür!
İki yanından koluna girilerek yürüyebiliyordu. Yunanistan’dan gelmişti.”
Demekki burada doğmuş kadıncağız, burada büyümüş. Ama sonra, mübâdelede gitmek zorunda kalmış tabiî!
GÖLKÖYLÜ YORGO!
İrfan Âbi! Gölköy’de de yaşanmıştır benzer örnekler değil mi?
Sen ne diyorsun?! Bi târih, Gölköy’e bir adam geldi; foterli, kravatlı. Gölköy’de doğmuş. Şu anda doğduğu ev hâlâ duruyor. Sâlim Âbi de bilir belki. Ama, adamı, şimdiki sâhipleri evine sokmadılar. Müsâde etmediler yâni. 20 sene kadar önce oldu bu olay. Ev, kim bilir kaç senelik?
Gayr-imüslim unsurların orada yaşadığı yıllardır işte!
Elbette. Rumların dönemi. En az 100 yıllık vardır. Her neyse; biz adamı 15 gün misâfir ettik. Gezdirdik, dolaştırdık.
SİZİ ÇOK SEVDİM! dedi bize. Bizi, siyâsîler birbirimize düşman etti. Bizim örf ve âdetlerimiz Türk Milletiyle aynı!
Nûri Bey, inanki adam ağladı; sicim sicim yaş döktü gözlerinden! Bâzı şeyler sordum, kendi antika meraklarımla ilgili. Giderlerken, çok özel bâzı eşyâları dışında hiçbir şey almadan, yine gelecekleri düşüncesiyle burada bırakmışlar. Sonra dedi ki;
Seni anlıyorum ama, BİZ KİLİSEDEN YEMİNLİ GELDİK! Yunanistan’a gel, orada bâzı söyleyeceklerim olabilir! Yedik-içtik; sağolun. İlginize teşekkürler…
Adam bize mektup yazdı oraya gittikten sonra. Mutlaka gelmemizi istiyordu. Hattâ, kara yoluyla gelirseniz İpsala’da karşılarım, hava yoluyla gidersek alandan bizleri alacağını, orada bulunacağımız süre içerisinde de bütün masraflarımızın kendisine âit olduğunu belirtti.
Bizim, bir dişçi arkadaş vardı. Gidelim falan derken, irtibat kesildi. Bu arada, adam da ölmüş.
BÜRÜK KÖY’DE KUYUMCU ATÖLYESİ!
Hele, bir köyü anlattı. Bürük Köyü. Mesûdiye’nin, Erik, Bürük diye köyleri vardır. Bu adamların BÜRÜK’te kuyumcu atölyeleri varmış. Yüzük, boncuk, küpe gibi şeyler işlerlermiş. O zamanki şartlarda, tâ İstanbul’a götürürlermiş satmaya!
O anlattı değil mi bunları; adı neydi adamın?
Evet ama, adını tam hatırlayamıyorum. Yorgo’ydu gâlibâ! Yorgo bilmem ne?!
BARIŞ EKSENLİ DEVLET GELENEĞİ
Sevgili okurlar. Hükümetin Yunanistan bağlamında batı, Îran bağlamında doğu komşularıyla ilişkilere getirdiği yeni çehre bir büyük bakış, komplekssiz yaklaşım ve asil duruşu ifâde ediyor. Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi.
Anlaşıldı ki, gitmemiz gereken yol, geldiğimiz güzergâh doğrultusundadır. Bunu keşfetmişçesine hareket ediyor gibi gözüküyoruz son yıllarda. Ancak tüm bunları kendi çıkarları için olumsuz gören ulusal ve de küresel odaklar boş durmayacaklardır. Rabbimiz, bir gram menfaat için tüm dünyâyı göz kırpmadan yakmaya hazır olan zâlimlere fırsat vermesin.
Hem biz, hem de komşularımız için, içte ve dışta süregiden bu dostluk, kardeşlik ve de sevgili-saygılı barış yürüyüşümüz, hayırlı olsun.
Eskiden olduğu gibi insanlarımız, civar coğrafyalarla birlikte yine, güzel güzel geçinenin yolunu bularak; topyekûn huzûrlarla dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
18.05.2010 |
|
|
İHL CÂMİİ, MESCİD ve ŞADIRVANI
Daha Perşembe gün akşamdan İmam-Hatip ve İslâmî İlimler Hizmet Vakfı Başkanı İbrâhim YÜKSEL aradı. Yarın Cumâ’da İmam-Hatip Lisesi Tatbikât Câmii’ndeyiz dedi. Tamam dedik. Burası çifte minâreli, cemaati bol gözde câmilerimizden. Her zamanki gibi neşeli bir günü civârın. Her şeyden önce günlerden cumâ ve cemaat oldukça kalabalık.
Murat SAYLAN Hoca hutbede. Her zamanki heyecanıyla okuyor hutbesini. Helâl rızık kazanmaya vurgu yapıyor. Rüşvet ve benzeri yolsuzlukların yasaklığından dem vuruyor. Onun, gerek tilâvette, gerekse hutbedeki o coşkusu gözden kaçmıyor. Mübâreğin hiç mi morâli bozuk olmuyor? Her zaman, her yerde ve ortamda performasını koruyor. Bunun için de cemaat tarafından tercih ediliyor. Allâh (cc) nazardan esirgesin. İnsanlarımız kalitenin farkında. Öyle olmasa böyle hep lebâleb olur muydu cemaat? Cenâzelerde tercih edilmesinin temelinde de bu özellik yatıyor kanaatimce. Halkla diyalog da iyi. Görevliler arasındaki uyum da çok çok önemli hizmetin âhenginde.
Ama, bu cumâ bir aksaklık oldu; bir zamanlar elektrikler çok kesilirdi memlekette. Şimdikiler bunu bilmezler; duysalar da inanmazlar. Muhterem Erbakan Hoca konuşurken eğer böyle bir şey olursa Hoca hemen espriyi yapıştırırdı:
<!--[if !supportLists]-->- <!--[endif]-->Biz konuşmaya başlayınca trafolar patlıyor aziz kardeşlerim!
Murat Hocamızda da öyle oldu bu defâ. Konuya kendisini öylesine kaptırmış, bu hafta daha bir öylesine üzerine basa basa okuyordu ki cümleleri, o arada ses düzeniyle ilgili bölümde aksamalar oldu. Sonra anlaşıldı ki sigorta atmış. İş namaz kılınmaya geldiğinde alt kattakiler duymadığı için sıkıntılar yaşandı.
Ama benim asıl vurgulamak istediğim şey, üst katta mikrofon çalışmamasına rağmen hem imam, hem müezzinin seslerini duymada herhangi bir problem söz konusu olmadı. Sizin anlayacağınız, çok daha küçük câmilerde, çok çok daha az cemaatin olduğu vakit namazlarında cemaatin kafasını şişirmenin anlamı yok. Okuyanlar bunu fark edemiyor ama, okumadığımız zamanlar kulakları, hattâ bâzen beyinleri tırmalıyor ses. Lütfen dikkât edilmeli. Bir de, sonradan katılıp da namaz kılmakta olanların şaşırması, okuyamaması söz konusu. Bence bunlar, işin içinde birisi olarak önemli. Bu sözler sonuçta hepimizi bağlıyor.
Namazdan sonra, başta sözünü ettiğimiz vakıfta, İmam-Hatip Lisesi şadırvan projesi konusu konuşuldu. Vakıf Başkanı İbrahim YÜKSEL Bey ve Okul Müdürü Âdil AKYURT konuyla ilgili olarak bizleri bilgilendirdiler.
Çok detaylı konuşamadık ama, kimin fikri olduğunu bilemediğimiz bir proje var ortada. Güzelce çizimi de yapılmış. İmam-Hatip Câmii’nin güney ve doğu duvarları tabanla birlikte mermerlenip kurnalar konularak şadırvan hâline getiriliyor; eskiden konferans salonu görevi yaparken olduğu gibi duvardan içeri giriş sağlanarak okulun mescid ihtiyâcı gideriliyor. Diğer odalar Kur’an Kursu olarak devam ediyor tabiî.
O an için çok irdeleyemediğim bu konu, sonradan kafamı kurcaladı. Bâzı çekincelerimi orada belirtmekle berâber kafamda tam olgunlaştıramadığım için ve cevap yetiştirme yeteneği noktasında zayıf olduğumdan meseleyi kendi açımdan net bir noktaya taşıyamadım. Proje de, benim hesap, biraz olgunlaşmamış gibi geldi bana. Düşünülmüş; güzel ama, yeterince taşınılmamış gibi sanki! Sonradan ve şimdi kendi kendime düşününce, şu düşüncelerin söylenip projenin yeniden gözden geçirilmesinin iyi olacağı kanaati gelişti bende. Belki yine aynı noktaya gelinir; olabilir ama, çekinceler görüşülsün, iş iyi kurgulansın, ortaya güzel ve net bir şey çıksın. Konu şu; Arz edeyim:
Bu projenin bedeli 25 bin TL. Az bir para değil. Ortaya adam akıllı bir şey çıkmalı. Şimdiki projede abdest alma yeri var. Güzel de, abdest alma yerimiz yok mu? Hem kış günü çocuklar dışarıda abdest alır mı okul varken? O zaman bu abdest alma yeri gereksiz gibi görünüyor. Siz orayı yapsanız da çocuk abdesti yine okulda alacaktır. Oralar mermerle yapılıp güzelleştirilecekse ona bir şey denilmez. Ancak sırf abdest yeri için bu kadar paraya yazık olur ki, zâten bu ihtiyâç okulda gideriliyor.
Denilirse ki, mescid de olacak! Nerede; câmiin altında! O zâten var değil mi? Mevcut projeye göre yeni bir şey yapılacak değil. Mevcut câmiin altındaki bir odaya dışardan kapı açılacak, tamam; bunun için masrafa gerek yok.
Bir şey daha diyeyim; gâye öğrencilere yönelik mescidse bu yine okulda olur. Salon dışarıya uyar, ama mescid okulun içinde olursa ancak okulun gibi olur. İlle de câmi denilirse, câmi zâten var; bir kapı açılsın; tamam. Bilmem haksız mıyım? Câmiin altında okul için, eskiden olduğu gibi, ancak salon uygun düşer bana göre.
Sonra bu mesele çok kişilere sorulmalı. Bilmem öğretmenlerden, okul âile birliğinden, mîmarlardan, işin erbabından ve çilesini çekenlerden görüş ve fikir alındı mı? Millî Eğitim’e, Bayındırlığa soruldu mu?
Sözün özü, harcanacak para az değil. Harcansın tamam, ama yaraya merhem değil bana göre. Koskoca Ordu İHL’ye adam gibi proje yakışır. Yoksa, bu gidişle bu proje, bu mevsimde ve bu hâliyle, ihtiyâca ciddî anlamda, tatminkâr bir çâre gibi gözükmüyor. Bir yama, bir pansuman gibi duruyor.
Bana bir şey sormayın. Ben işte yazdım. Meramım açık. Sizler konuşmaya başlayınca ben cevap yetiştiremiyorum. Bu çekincelerimin daha güzel ve mantıklı bir çözüme katkı olmasını dilerim. Bundan daha güzeli yok diyorsanız, ona da tamam; takdir sizin.
Zamânında orası okulun konferons salonuyken alındı, îtiraz ettik, yazılar yazdık, soruşturmalar geçirdik; ne oldu. Kim îtibâr etti? Şimdi de öyle olur, geçer, gider. Bizim kötülüğümüz bize kalır. Aslında bizim burada yaptığımız, düşüncelerimizi samîmiyetle ortaya koymak. Bunu da ancak yazı yoluyla yapabiliyorum. Kusura bakmayın.
Her şeyin hayırlısı olması dileğiyle cümleye sevgi ve saygılar ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
16.05.2010 |
|
|

KIRK KERE İRFAN…
Bizim bir İrfan Ağabeyimiz var. Saat ve antika işleriyle uğraşıyor. Adı, Soyadı İRFAN ÖZBİLEN. Adına da, soyadına da uyan birisi. Biz onu yeni tanıdık. Ama o bizi çok eskiden tanıyormuş. Ordu’da tanımadığı yok. Bâzen berâber dolaştığımız oluyor çarşılarda; selâm veren verene ona. Bir tanıştığını da bir daha unutmuyor besbelli. Bizim dükkâna bile gelen birçok insanı tanıyor. Çoğu onu hatırlamasa da.
“-Sen falan yerde şu görevde değil miydin?” “-Evet!” diyor öbürü. Girgin, müteşebbis, ilgili, irtibatları canlı bir insan. Çalışmayı, konuşmayı, yârenliği, dostluğu seviyor ve de önemsiyor. Arkadaşlarını, tanıdıklarını, her nerede olurlarsa olsunlar ziyâret etmeyi, onlarla muhabbeti bırakmıyor.
Daha geçen ayın ilk haftasında İstanbul’a gitmişti. Biraz uzadı. Trabzon, Tokat, Amasya günlük, ya da iki günlük kaybolmalarına alıştık da bu biraz fazla geldi. 10 günü falan geçti. Aradık, özledik dedik. Yarın akşam binip geliyorum dedi; işlerini bitirememiş. Neyse, geçen gün geldi; bir görüştük. Daha şöyle bir oturamadan aradık. Samsun’dayım dedi. Evet, böyle. Hep gidiyor. Her gittiği yerden de ayrı heyecanlarla geliyor. Gittiği yerlerle Ordu’yu kıyaslıyor. Oralarda görüp de burada olmayan şeylere vurgu yapıyor. Tüm bunlar bizim için de bir açılım oluyor. Neredeyse onunla gezmiş kadar tâzeleniyoruz. Ama, o, sanki, yorulmuyor da dinleniyor yolculuklarda. İstisnâlar hâriç, kendi arabasıyla ve kendi şoförlüğüyle dolaştığı hâlde. Biz mâşâllâh diyelim de nazar değmesin inşâllâh.
Onunla tanışıp kaynaşmamız, babamla birlikte bir Sûriye gezisi yapmalarından sonra oldu. O kaynaşmadan sonra dükkânımıza sık gelir, gider oldu. Derken, 100 m. yakınımızda açtığı saatçi dükkânı hemen hemen her gün görüşmemizin vesîlesi oldu. Konuşkan, kanlı-canlı, duygulu, düşünceli, târihten, coğrafyadan, eskilerden, yenilerden vs. şurdan-burdan, renkli sohbetleriyle dinlenmeye değer bir insan.
Bulunduğu ortama neşe getiriyor. Ümit aşılıyor. Morâl kaynağı oluyor. İlmi yok, yâni okumamış; daha doğrusu, şartlar gereği okuyamamış ama, hayat mektebini iyi mütâlaa etmiş; görgüsü ve irfânı var. Tam adı gibi yâni. Ne demiş atalar; “birine 40 defâ deli dersen deli olur!” İrfan Ağabey’e de, 65 yıldır, “İrfan, İrfan!” denile denile olmuş işte bir, sâhib-i İRFAN! Aynı zamanda, özünü de, sözünü de iyi bilen bir ÖZBİLEN!
İyiki de öyle olmuş. Biz de onun irfânından, bize ve yöremize dâir öz bilgilerinden istifâde ediyoruz. Anlattıkları enteresan geliyor. . Aslında, daha çok konuşturulup, söylediklerinin yazılması gerekiyor. Hattâ bir BİYOGRAFİ kitabı bile çıkar ortaya fazlasıyla. Zâten, her insan başlı-başına bir roman, bir hikâye, bir serüven değil mi?
Ve her insan kendi köyünün, yöresinin, memleketinin ve de çağının bir hikâyesi aynı zamanda. Bu yapılmalı, birileri yapmalı; herkes çevresindeki orijinâllikleri bir şekilde gün yüzüne çıkarmalı, zamâna ve geleceğe bir mesaj olarak sunmalı. İbret alma istidâdı olanlara bir takım veriler sunmak, çağına tanıklık etmek, eli kalem tutan her aydının ve yetişmiş insanın görevidir diye düşünüyoruz. Kendi güzelliklerimizi ortaya çıkaramazsak, başkalarının iyi mi, kötü mü olduğunu ölçemeyeceğimiz doneleri geleceğimizi kuşatır; bir de bakmışız ki, bizler, bizler olmasa çocuklarımız biz olmaktan çıkmış, tanımadığımız, bizden değil gibi bir gürûh çıkmış ortaya!
Tüm gayretimiz, necîp milletimizin, ilimden, irfandan, gelenek-görenek, ahlâk ve terbiye özelliklerinden kopmadan; asil geçmişiyle mütenâsip yürüyüşünü sonsuza taşıması içindir. Yüce Mevlâ sizleri ve bizleri, geçmişimiz ve geleceğimizle cümlemizi, yarın huzûrunda yüzü ak çıkanlardan eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
14.05.2010 |
|
|
SALIDAN CUMÂYA, YOLLAR SEMÂYA…
Salı akşamı 21.00’de hareket ettik terminâlden. Şehrin ışıltılı sâhillerini şöyle, ufak bir vedâ bakışlarıyla süzerek geçtikten sonra, Kumbaşı, Efirli, tüneller derken gecenin sessizliğine doğru akıp gittik. Sabah da AŞTİ’de indik hayırlısıyla.
Yolculuklarda, genellikle yanımdakilerle konuşurum. Bu sefer giderken de öyle oldu. Koltuğun yanına vardığımda, baktım; temiz yüzlü, hafif esmer, ince yapılı, duruşundan ünsiyet akan bir çocuk oturuyor pencere tarafındaki koltukta. Selâm vererek oturdum. Tebessümle karşıladı. Öyle bir müddet gittik, etrafı izleyerek. Bu arada, muâvin kimin nerede ineceğini soruyor ya; O, “Sungurlu!” dedi. Merak edip sorduğumda;
Memleketim orası. Okulum Giresun’da; öğretmen lisesinde okuyorum, diye cevâpladı.
Güzel, kaçta okuyorsun; adını da sormadık!
Adım Emre. 10. sınıftayım; yâni lise 2’de.
Halim-selim, efendi bir çocuk. Bir kardeşi daha varmış, adı Beyzâ. Babası öğretmen; branşı târih ve bir lisede müdür.
Bu arada otobüste ikram faslı başladı. Baktım, o da ayrıca bisküvi çıkardı. İlle bana da ikram etti. İstemedim, ısrar etti. Bir tâne aldım, teşekkür ettim. Sonra yine almam için ikramını tekrarladı. Ne yalan söyleyeyim; hoşuma gitti. Çocuk, ikramı öğrenmiş. Paylaşımı, insanlığı, edebi, saygıyı. Hayâtın çevredekiler dikkâte alınmadan, bencilce yaşanmasının şık olmadığını! İşin burası önemli, hem de pek çok.
Çocuğun yetişmesinde ve insanlaşmasında âilenin ne derece mühim olduğunu bir kere daha gözlemlemiş oldum. Zâten, verilen isimlerden, âilenin hassâsiyet kodları büyük ölçüde ortaya çıkıyor. İçimdeki duyguyu ifâdeden de kendimi alamadım;
Sen ne tatlı, ne hoş çocuksun; ne kadar çok Anadolu’sun böyle! Dedim, iltifat ettim.
Bilmiyorum, belki biraz abarttığım düşünülebilir! Ama, bir yandan da otobüste diziler oynuyor. Oralarda sergilenen tiplemelere, oluşturulan argomsu çarpık bir dile, ahlâksız, sevgisiz-saygısız edâlara, dîni-îmânı hiçe sayan tavırlara bakıyorsun; yanında da sanki onlardan hiç etkilenmeyerek sâfiyetini korumuş bir örnek görüyorsun, seviniyorsun.
Sabah Ankara’da dolaşırken de benzer duygular bırakmıyor sizi. Göz görüyor, söze geçince de adı gözlem oluyor! Binlerce insan; akıyor, akıyor… Hiç durmak yok. Her kes kendi âleminde ve kendi gerçeğine yürüyor.
Bir bahçede, bakıyorsun; bir kenarda, kendinden iri yapılı, kendine özel el arabasıyla getirdiği özürlü çocuğunu öğle vakti elleriyle yedirmeye çalışan bir baba, onun hemen öbür tarafında çimenler üzerine sere-serpe yayılmış kâğıt oynayan, çevresinin, sedyelerle, ambulanslarla gelip-geçenlerin hiç, farkında bile olmayan kendi âleminde gruplar.
Çantalarından, çevredeki fakültelerin öğrencileri oldukları anlaşılan kızlı-erkekli bu gençlerin ortak özellikleri, hepsinin de uzun saçlı, küpeli oluşları ve pervâsızlıklarıydı. Açığı örtülüsü, kendini örtülü sananı, ya da çağdaş geçineni, hepsi; yaşlısı-genciyle, herkes bir âlem, hepsi ayrı bir dünyâ…
Derken, bir ezan sesi çınlattı ortalığı. Oradan, öteden, beriden derken bir çağlayana dönüştü. Sıhhiye’desin. Oraya, buraya bakıyorsun; bir minâre göremiyorsun. Ne de olsa adı; MÂBETSİZ ŞEHİR’e çıkmış. Varsa bile binâlar kapatmış. Ama, yakından gelen sesin kaynağını araştırdım. Meğer, tam o üst geçidin üzerine bir direk dikmişler. Dört yanı hoparlör. Belediye mi, kim yaptıysa Allâh râzı olsun. Câmisi nerde diye aramak nâfile; bir iki yere baktım, çıkmaz sokak!
Bizim Ordumuz da Ankara gibi! Sevinse mi, üzülse mi? Başlıbaşına bir ilçe büyüklüğündeki DOĞAKENT ve onu 5’e katlayacak civar kentlerin ezansızlığı bir hoparlörle giderilmeye çalışılıyor. Ya Câmi?!
Dönüşte yan yana oturduğumuz arkadaş da 35 yaşında, 4 kardeş, 4 çocuklu, bakkal esnafı bir delikanlıydı. Adı Kemâl. Babası öleli çok olmuş. Ağabeyi akıl hastasıymış. Dolayısıyla âilenin tüm yükünün, üzerinde olduğu anlaşılıyor. Ortaokul mezunu. O da şuurlu bir Anadolu çocuğu. Namaza gittiğimde baktım orada. Ne güzel! hem genç, hem inançlı, bizzat çalışıyor, alnının teriyle kazanıyor. Çevresine faydalı. Yeni bir iş için gelmiş. Bir arkadaşıyla nakliyat işi yapacaklarmış. Rabbim yardımcısı olsun; yolunu ve bahtını açık eylesin.
Şimdi yollar çok gelişti biliyorsunuz. Bu gidişte daha da geliştiğini gördüm. Hele, Ankara ve çevresi. Otobüslerin yeni çevre güzergâhının etrafında da bayağı yapılanma olmuş. Hava da güzeldi. Her taraf yemyeşil. Siteler, TOKİ usûlü düzenli. Ağaçlar, parklar, mezarlıklar ayna gibi.
Şu bizim milletimiz ne kadar güzel bir millet. Hemen câmiyi konduruyor yerleşimlerin ortasına; hem de çifter minâreli dedim.
Doğru Âbi dedi yanımdaki. Bizim oralarda da öyledir. Ama, Ordu’nun bu konuda zayıf olduğu konuşuluyor, doğru mu? dedi.
Görüyorsunuz ya; elin gözünden bir şey kaçmıyor. Hele bir de lâz uşağıysa! Her gün buralardan gelip geçiyorlar. Biz de geçiyoruz. Karadeniz, sâhil boyu bir değerlendirme yapılsın bakalım;
Sizce bu genç haklı mı değil mi? Ne dersiniz?
Hiç düşünmeden, hattâ biraz düşünerek bile olsa, “haklı değil!” diyebilmenizi çok isterdim. Yine de bu konudaki karârı size bırakıyor, cumâmızın hayırlı, mübârek olmasını, gönüllerimizin inancımızın verdiği sevgi, sevinç ve neşveyle dolmasını diliyor, hepinize saygılar sunuyorum ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
13.05.2010 |
|
|
ORDU, KRİTİK BİR NOKTADA MI?
Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı(ÇEKÜL) Başkanı Prof. Dr. Metin SÖZEN, Vali Orhan DÜZGÜN’ün dâveti üzerine geldiği Ordu’da çeşitli incelemelerde bulunduktan sonra, geçtiğimiz Cumartesi gün de TESK OTEL’de ORDU, TÂRİHÎ ve TABİÎ ZENGİNLİKLERİNİ NASIL KORUYABİLİR? konulu çok faydalı bir konferans verdi.
Kürsüye ilk gelen Belediye Başkanımız Sn. Seyit TORUN Bey; “Târihî değerlerimizin kıymeti keşke daha önceden algılanabilseydi! Şehir, yaşayanlarıyla bir yere gelebilir. Geçmişiyle berâber yaşamak isteyenler sâhip çıkarlarsa çok iyi olacak. Çünkü, varlıklarımız gitgide kayboluyor. Acele etmek gerekir!” diyerek, işadamlarını çevre ve târih başlığı altında kendilerine destek olmaya çağırdı.
Vâlimiz Orhan DÜZGÜN de; “Târihî varlıklar, yıkılıp plâza yapılması gereken yerler değil, korunması gereken yerlerdir. 10 binâmız restorasyona hak kazandı. Sivil mîmârî örneklere sâhip çıkılmalıdır” cümleleriyle özetlenebilecek açıklamaların ardından misâfir konuşmacıyı mikrofona dâvet etti.
Gerçekleştirdiği ve öncülük ettiği çalışmalarla ülkemiz için bir değer konumuna yükselmiş, Cumhurbaşkanımız Mh. Abdullâh GÜL’ü ziyâretlerinde, yeni anayasanın ilk maddesinin, Türkiye bir kültür ülkesidir şeklinde düzenlenmesini teklif ederek târih, doğa ve kültürün önemine çarpıcı bir vurgu yapmış olan Sn. Prof. Metin SÖZEN’in sözlerinden, tespit edebildiklerimizi, ayrıntıya girmeden, –bölük-pörçük de olsa- buraya almakla yetineceğiz:
“Çok mutlu ve umutlu bir üç gün geçirdim Ordu’da.”
“Vâli Orhan DÜZGÜN Beyle çok öncelerden tanışıyoruz. Çok yerde karşılaştık.
O bakanlık elemanı olarak, ben de bu ve benzeri gezilerdeydim. Şimdi de burada.
Vâli Bey’den başka, Belediye Başkanımız da bizlere eşlik ettiler çoğu defâ. Kabakdağı,
Ilıca, Fatsa, Bolaman gibi yerlere uğradık. Gözlemlerde bulunduk.Tesbitler yaptık.
Şehirde, Nüfus Müdürlüğü binasını gördük. Daha sonra sırasıyla tarihi Saray Hamamı, Paşaoğlu Etnoğrafya Müzesi, Sağralar Konağı, Sıtkıcan Caddesi ile Menekşe ve Furtun Sokak’taki tescilli binaları inceledik.
Boztepe’ye de çıktık ama, Ordu’ya bakamadık! Çünkü SİS vardı!
Sis en büyük varlığınız. Sizler de sis gibisiniz; kapalı ama, aynı zamanda gizemli.
“İNSAN YAŞADIĞI YERE BENZER!” diyor Edip AKBAYRAM dostumuz.
Yaşadığı doğa, insanı etkiler. Onun karakterine bürünür.
Karadenizli müthiş bir topluluk. Şunu dünyâda başarabilen nâdir halklardan birisiniz:
Bu yamaçlarda, böylesine dağınık bir vaziyette doğayla mücâdele herkesin kârı değil.
Doğayla iç içe, yalnız başınıza, dikine yaşama örneğisiniz. Ancak sizler, üstünüze gelince, altında uyuyorsunuz! Ağacınız çok. Ahşap işçiliğinde teksiniz. Ancak, farkında değilsiniz.
Sâhili korumalısınız. Dağdan denize zenginsiniz. DAĞ, DENİZ, KARADENİZ!
Önce kültürü korumadıkça hedefi belirleyemezsiniz. Bu gün toprağa olan ihtiyâç apaçık!
Çünkü, artık anladık ki; KÖYLER YAŞAMALIDIR! Silkelenme başlamalı.
Topraktan kopan insan şehrin varoşlarında kaybolmaya mahkumdur.
Köylerde bile kültürel çabalar yaygınlaştı. Çok güzel. Dönüşüm açık ve sevindirici.
Gayretlerimizle ülkeyi bu gün böyle bir kültürel noktaya taşıdık. Bu dönem ara dönem.
Biz ülke olarak uygarlıklar ve de düşünceler geçidindeyiz.
Bizde neler olmaz; kıyımızda-köşelerimizde neler bulunmaz?
Şurası da bir gerçek ki; Türk toplumu sarsılmadan uyanmıyor ve de kalkınmıyor.
Batum’dan Sinop’a kritik bir noktadayız. Ordu bu anlamda, uçurumun kenarında.
50’lerden beri geliyorum buralara. Meselâ 71’de geldim gözlemci olarak.
O zamanlardan bu yana inanılmaz derecede çirkinleşme olmuş. Genel hava bozulmuş.
3-5 sene sonra mevcut ta kaybedilebilir. Bu işi çabuklaştırın. Mevcudu koruyun. Çünkü;
Kale düşerse kent düşer;
Çarşı düşerse bereket düşer;
Mahalle düşerse cemiyet düşer!
Bu gün Ordu niye böyle? Neler yapabiliriz? 3-5 eve el koyamıyorsak bu iş olmaz.
Geleceği iyi plânlamalı ve elimizi çabuk tutmalıyız! Ordu’nun her şeyi var.
Projeye ihtiyaç var; tanıtıma gerek yok. Tanıtım aslâ propaganda değildir.
Tanıtım kimlik ve somut mîrastır. Meselâ, Mesûdiyeliler bir araya geliyorlar.
Hiçbir şey yapmasalar da birliktelik önemli. Bu işlerin içerisinde Üniversite de olmalı.
Şu anda Ordu’nun gönüllülük ve dayanışmaya ihtiyâcı var. Tanıtım kendiliğinden gelir.
Dayanışmayan ve hâtıralarını tâzelemeyen toplumlar devamlılığını koruyamaz.
Herkes olmalı, katkıda bulunmalı. Biz ÇEKÜL olarak bunlara öncülük yapıyoruz.
Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma Vakfı’yız. Zaman acımasız; geçip gidiyor.
Biz size her anlamda yardıma hazırız. Siz üzerinize düşeni yapın. Gerisi gelir…
Bir daha Ordu’ya geldiğimde çok mesâfe alınmış olduğunu görmek isterim!”
Kaynaşmış, kenetlenmiş bir millet olarak kalmak istiyorsak SÖZEN Hoca’ya kulak vermemiz gerekiyor. Sözün özü, istikbâl göklerdedir ama, oraya yükselmek, sıçrama yapmak için, ayağımızın bastığı yerin, yâni köklerin sağlam olması gerekiyor.
Sözen Hoca’ya, şehrimizde gerçekleştirdiği kültür yolculuğu, yaptığı uyarılar ve getirdiği açılımlardan dolayı teşekkür ediyoruz. Bizim de özel önem atfettiğimiz, sık sık değindiğimiz bu ve benzeri konulardaki düşüncelerimizi, sizlerle paylaşmaya, buradan da alacağımız ipuçlarıyla yeni yorum ve tekliflerimizi sunmaya devâm edeceğiz inşâllâh, ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
11.05.2010 |
|