|
|
GÜLYALI’DA AÇAN GÜLLER…
Geçen Cumâ’yı Gülyalı’da kıldık. Biz bunu hep yapmaya çalışıyoruz bir grup arkadaşla. Bâzen Eskipazar, bâzen Yemişli veyâ YukarıTepe, kimi zaman Kumbaşı, Perşembe ya da Efirli, Beyli gibi köy câmileri. Bir bakmışsın Kışlaönü’ndeyiz. Her câmiin, her cemâatin, her yörenin kendine has özellik ve güzellikleri var. Rabbimiz lûtfetmiş. Güzellikleri yaşamak, verilen nîmetlere iltifat edip âdâbınca değerlendirmek güzelliklere güzellik katıyor.
Hem, Cumâ günü bayramımız ya; biraz açılma ihtiyâcı duyulur şöyle çevreye doğru, doğal olarak. Ziyâretler yapılır. Farklı yerlerde, farklı insanlarla ve değişik cemaatlerle kılınan namazlar yeni dostlar, yeni kucaklaşmalar, yeni tanışmalar ve kaynaşmalar demek aynı zamanda. İmkânı ve fırsatı olanlar için çok güzel bir şey ve hem, bulundukları yerde değişiklik arzulayanlar için, bir teneffüs anlamına geliyor bu.
Tıpkı, Ramazan’da çeşit çeşit yerlerde teravih kılmaya çalıştığımız gibi. Bu değişiklikler, çevreye açılmalar, yaşanan zaman dilimini bir mânevî şölene dönüştürüyor. Hayâtı monotonluktan kurtarıp, canlandırıyor. Dînimizin öngördüğü birlik-berâberlik, kaynaşma, kardeşlik rûhuna da çok uygun düşüyor bu hareket tarzı. Bu anlamda, en azından bu hafta bu câmideyse, öbür hafta bir başka câmide kılınması uygun düşebilir.
Evet, Gülyalı’ya vardığımızda ezan başlamıştı. Arkadaşlardan biri diğerine;
Hani, ezana yetişiriz, hem de biz okuruz demiştin! dedi.
Hele, dur bakalım; ezan bir tane değil ya, biz de öbürünü okuruz!
dedi öbürü de. İçeriye girdik. Müezzinlik boş. İmam Efendi minberin önünde. Ama, çok beğendiğimiz, ilmiyle, ahlâkı, meslekî edâsı ve duruşuyla beğendiğimiz Vehbi AÇIKSÖZ Hoca değil oradaki. Her hâlde bir misâfir derken, baktık ki, şimdiye kadar hep müezzinlikte gördüğümüz Burhan DUMAN Hocadan başkası değildi. Bu gün görev onda olmalıydı.
O arada ezan bitti. Gelen, Gülyalı’da görevli öğrencimiz Sezâyi YÜCESOY’du. Müezzinlikte, misâfir arkadaşla yan yanalar. Namaz başladı. Müezzinlik misâfire ikrâm edildi. Arkadaş da bu işi seviyor. O gün de sanki bir başka hâl vardı onda. Ezana bir asıldı ki, pek nâdir olur böyle durumları. Bir duygusal okudu, bir tizlere çıktı ki, anlatamam. Bereket ki iç ezandı. Kısa kesti. Yoksa dış ezan olsaydı 5 dakikayı geçerdi her hâlde.
Asıl konuyu getirmek istediğim yer Hoca Efendi. Tek kelimeyle Burhan DUMAN beni duman etti! Şaşırttı demeyeceğim, çünkü öteden beri zâten iyiydi de, bu defâ onu böyle bir merkez câmide imam ve hatip olarak ilk defâ görüyorduk. Bir de, Diyânet İşleri Eğitim Merkezlerinde 6 ay KUR’AN TİLÂVET UZMANLIĞI EĞİTİMİ almıştı bu arada. Bunun da fevkâl’âde etkisiyle, gerek Arapça metinleri, gerekse Türkçe hitâbeti son derece düzgün ve akıcıydı. Kur’an tilâvetleri de hârikul’âdeydi.
Müezzin efendi, dedim ya bu gün gününde olmalıydı, kâmette güzel bir makam tutturdu. Burhan Hoca da ona en güzeliyle ayak uydurdu. Ama, aslâ kıraat ve tilâveti makam ve teğannîye fedâ etmedi. Hattâ, yersiz tizlere girmedi. Gâyet ağır başlı, harflerin hakkını vererek, ama aslâ abartmadan namazı kıldırdı.
Hutbede ÜÇ AYLAR konusu işlendi. Orada geçen ve aslâ unutmamamız gereken bir Hadîs-i Şerîf’i sizlerle paylaşmak istiyorum. Özellikle cenâzelerde, öğüt dinlemeye hazır topluluğa mutlakâ ulaştırılması gerektiğini düşündüğümüz hadis şöyle:
Resûlu Ekrem (SAV) Efendimiz; Siz; korkmak ve gayrete gelmek için, şu 7 şeyden daha kötü bir şey mi bekliyorsunuz? İnsana her şeyi unutturan FAKİRLİK, azdıran ZENGİNLİK, aklı ve vücut sağlığını bozan HASTALIK, şuuru giderip, saçma sapan konuşturan bunaklık derecesindeki İHTİYARLIK, ansızın gelen ÖLÜM, korkulan ve ne zaman çıkacağı belli olmayan, tehlikelerin en fenası olan DECCAL ve fitneleri, belâsı en büyük, ürpertici ve en acı olan KIYÂMET" buyurdular. (Tirmizî/2307)
Evet, işte böyle. Namazdan sonra Ercan ŞAHİN Kardeş’in düğün dâvetine iştirak ettik. Yahni ve Keşkek yedik yâni. Mutluluklar dileyip ayrıldık. Çayı da Millî Eğitim Müdürümüz Murat ÇULFAZ Bey’de içtik. Eh, ne de olsa Cumâ ve de aynı zamanda “gezen tilki yatan aslandan yeğdir” bereketi.
İçimizde, mesâiye yetişmesi gereken arkadaşlar olduğu için Burhan Hocamızla yeterince hasbihâl edemedik ama, kazâsı mümkün. Biz buraya nasıl olsa yine geliriz inşâllâh. Gülyalı’yı seviyoruz. Câmide oluşturduğunuz kütüphâneli oda her şeye değiyor. Kitaplar arasındaki huzur, muhabbet ve sohbet bambaşka.
Son üç müftü hocamızı tanıyoruz, biliyoruz. Vâiz kardeşimiz Mustafa Bey’i de. Hepsi de ehl-i sohbet ve muhabbet şahsiyetler. Dâvet te alıyoruz devamlı kendilerinden. Özellikle kandilleri ve teravihleri birlikte idrâk etmek arzusuyla çağırıyorlar. Mâlum, mutluluklar da paylaşıldıkça çoğalıyor.
Onlar, Gülyalı’nın gülleri. Gülyüzlünün gül yolunun muhabbet fedâileri. Rabbim cümlesine selâmet versin. Tüm dostları buradan sevgi ve saygıyla selâmlıyoruz.
Cumâmız, ayrıca Pazar gün girecek olan ÜÇ AYLAR ve önümüzdeki Perşembe akşamı idrâk edeceğimiz REGÂİP Kandilimiz mübârek olsun.
Tüm dostluk ve arkadaşlıklarımız da bizi, sahabe efendilerimizle sohbete
Rabbimizin hoşnutluğu ve Peygâmberimiz (SAV)’in komşuluğuna ulaştıran
Hakîkâtli, gerçek dostluklar olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
10.06.2010 |
|
|
| BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ MAHALLESİ!
Hastâneye gidince ne tanıdıklarla karşılaşıyor insan. Muâyene sırası beklerken ki muhabbetin de apayrı bir tadı oluyor doğrusu. Sanırım bunu yaşamayan yoktur. Ama, her zaman da tatlı olamayabiliyor bu diyaloglar.
O gün, hafta başıydı ve çok kalabalıktı her zaman olduğu gibi. Hastâneye gittiğimizde bir amcaya rast geldik. Oturakta kaykılmış zar-zor duruyor gibiydi. Anlaşılan sırasını bekliyordu. Bağırır-çağırır, öyle sızlanır bir hâli yoktu ama yüzünden ızdırap akıyordu. Bizi gördüğünü tahmin etmiyorum. Babam;
- Ne haber ağabey. Ne yapıyorsun burada?
deyince farkımıza vardı ve tanımış olmalı ki, sıkıntının da verdiği can azlığı ile bir kıyıdan sıraladı sözlerini; sanki hepsini söyleyebilecek zamânı kalmamış gibicesine;
- Hakkınızı helâl edin. Sizlerle çok alışveriş yaptık. Hukukumuz oldu. Durumum hiç iyi değil. Bende kâlp vardı. Onunla uğraşırken prostat çıktı. Çok ağrım, sancım var. Ameliyat gerekli diyorlar ama, kâlp engel oluyormuş. İşim zor. Ne olacak bilemiyorum?! Yolcuyuz gibi görünüyor!
- O nasıl söz? Allâh'tan ümit kesilmez. Kimin önce yolcu olacağını yalnızca Allâh bilir. Şimdi tıp ilerledi. Bir kolayı bulunur inşâllâh. Ama yine de helâllik istemek güzel. Bizden yana helâl olsun. Sen de helâl et. Hadi geçmiş olsun. Allâh şifâ versin…
Oradan ayrıldık. Sırasını beklediğimiz kliniğe doğru giderken;
- Kim olduğunu çıkarabildin mi? dedi babam.
- Bakacak'tan Ömer Amca değil mi; rahmetli Boz Bayram'ın oğlu?
- Evet; çok değişmiş değil mi?
- Görmeyeli yıllar oldu. Bayağı yaşlanmış. Allâh yardımcısı olsun!
Aslında her zaman helâlleşmeli. Ölümün kime ve ne zaman geleceği bilinmez. Öyle ya, günde nice insanla karşılaşıyoruz, telefonla, yüz yüze ya da gıyâbında konuşuyoruz, gülümsüyoruz, kaş çatıyoruz. Bir şekilde çevremizdekilerle ilintiliyiz. Komşu olarak, arkadaş olarak, alan ya da satan olarak. Tüm bunlar hak sebebi. Mâliyeyle ilişkilerimiz var, sadaka, zekât, öşür, ölçü-tartı; hepsi hepsi hesap-kitap, hak-hukuk meselesi. Yerine getirdinmi, güzel. Fakat es geçtin mi; kendini kandırmaktan, kendini göz göre göre odlara yandırmaktan başka bir şey değil!
Zîra, Cenâb-ı Hak, huzûruma kul hakkıyla gelmeyin buyurmuyor mu? Bunu bilmeyen var mı içimizde? Yok, yok ama; davranırken hiç nazar-ı îtibâra alan da yok! Öyle değil mi?
Çok afedersiniz; yere tükürerek, sigara içerek, gereksiz taşkınlıklar yaparak insanları rahatsız ediyorsanız hak doğar. Arabanızla hızlı geçip korku salıyor ya da su sıçratıyorsanız, annelerin-babaların yüreklerine sokakta oynayan çocukları dolayısıyla ürperti veriyorsanız, bunlar hep haktır. Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeylerden yaptıklarınızın hepsi kul hakkı cümlesindendir.
Kötü ahlâkınızla, çirkin, argo konuşmalarınızla, edepsiz tavır ve giyim-kuşamınızla, namazsızlık, oruçsuzlukla vs. çocuklara, çevreye kötü örnek oluyorsanız, bunda kul hakkı, vebâl yok mu zannediyoruz?
Dinimizde öyle paldır-küldür yaşamak yok. Edep var, ahlâk var, ölçü var. İnsan insandır. Akıllı, ölçülü bir varlıktır. İşte bu sınır geçilirse, ötesi bir şekilde tecâvüzdür. Hakkı mûciptir.
Dolayısıyle mutlak, hayat tarzımızı gözden geçirmemiz gerekiyor. Yaz deyip yazlamamalı, edebi hayâyı azlamamalı! Tam aksine, artık insanlığı ele almalıyız. Onu yaşamalıyız. Müslümanlık bize bunu emrediyor. Gerisi boş; varacağımız yer, neresi?
ALLAH'IN KULLARI ÇOKMUŞ;
BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ MAHALLESİ!
Bindiğimiz dolmuş bizi nereye götürüyor sanıyorsunuz? Ya otobüsler, trenler, uçaklar? Avrupa'ya mı, Amerikaya mı? Sonra? Peki daha sonra, daha daha sonra?!
GİT, GİT, GİT; NERESİ? EN SON DURAK; KOSKOCA BİR BOŞLUK ! PEKİ YA NEDİR BU AKILSIZLIK, BU FİKİRSİZLİK, BU SARHOŞLUK?!
Değerli dostlar! Her zaman adâletli davranalım ki, hak terâzisi ağmasın. Hak terâzisi ağdığı sürece dengelerin bozulduğu, günâhların yağdığının resmidir. Bu anlamda, bir şekilde görüştüğümüz, tanıştığımız insanlarla aramızdaki hak-hukuk konusunu tatlıya bağlamaya çalışmalıyız. Aksi takdirde, Hakkın huzûruna hakla gitmek, hakkımızda hiç de iyi bir sonuç doğurmaz.
Gözler kapanmadan, sözler bağlanmadan, yollar açıkken yollara düşmek; alış-veriş ettiğimiz, bir şekilde görüştüğümüz, darılduığımız, barıştığımız, gücendiğimiz, gücendirdiğimiz insanlarla görüşüp, meseleyi daha burada kısmen de olsa hâlletmek en akıllıca bir iş gibi gözüküyor.
Haydi, rasgele! Yolumuz ve bu anlamda bahtımız, açık olsun ves'selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
09.06.2010 |
|
|
RAKAMLARIN DİLİ; BİR AKILLI, BİR DELİ!
Bu gün Ordumuzun geleneksel Pazar günü, yâni günlerden Çarşamba. Çarşı-pazar dolar taşar bu gün her zaman olduğu gibi. Hele bir de havalar güzelse, eski Tahıl Pazarı’nın olduğu meydan başta olmak üzere her taraf bayram yerine döner. İğne atsan yere düşmez tâbiri câizse. Ne muhabbetler kurulur orada-burada, çay evi önlerinde, banklarda, oturaklarda, kahvehânelerde, iş yerlerinde.
O zaman biz de biraz “havadan-sudan!” demeyelim de, nefes aldıracak, gerçekleri nüktelerle süsleyerek hazmettiren, ortalıkta dolaşan değişik anekdotlardan bir-kaçını buraya getirip sizlerle paylaşmaya çalışalım.
Böylelikle muhabbete omuz verelim inşâllâh diyeceğim ama, Çarşamba günü diyerek, alış-veriş diyerek hesapla başlattık işi. Lâkin bu hesap, Ordu Çarşamba pazarının hesabı değil, daha büyük bir hesap. Hesaplar üstü hesap yâni, sizin anlayacağınız.
Her neyse, önce hesaba bir bakalım isterseniz, içinden çıkılacak gibi mi?
HESAP ÖZETİ
“Eğer "9" canlı olsaydın bile
En fazla "8" kez kaçabilirdin ölümden
Bil ki, "7" düvele sultan olsan dahî
Yerin "6" mekân olacak sana
En fazla "5" metre kumaş götürebileceksin
Kapatacaksın "4" açsan da gözünü
Bu dünya "3" günlük dünya
Azrailin yanında "2" kat olup yalvarsan da nafile
Elbet "1" gün öleceksin!
İşte o zaman herşey "0" dan başlayacak!”
Nasıl; hesabı iyi görebildik mi? Anlayabildik mi? bu, Ordu Çarşamba pazarının değil, dünyâ hayat pazarının hesabı. Matematikle aramız niceydi okul yıllarında? Bizim yaptığımız hesaplarla arasında bir benzerlik var mı burada yazanların? Rakamlar aynı rakamlar da, dili, anlatmak istedikleri farklı gibi sanki, değil mi?
Her neyse; şimdi de harcama stiliyle ilgili bir şeyler döktürelim! Öyle ya, bu gün ticâret günü; alacağız, vereceğiz, satacağız! Ancak, her şeyin bir ığrıbı olması gerek; bakalım piyasada dolaşan, zaman zaman gündeme gelen, bizim de burada hatırlatacağımız bu anlamdaki ölçüyü nasıl bulacaksınız?
HARCAMA ÖLÇÜSÜ
Olma keser gibi: Hep bana, hep bana!
Olma rende gibi: Hep sana, hep sana!
Olursan testere gibi ol: Bir sana, bir bana!
Bilmem aklınıza yattı mı? Yatmadıysa biraz daha düşünme molası verelim. Bu arada da bir de deli fıkrası anlatalım ki, onlar oyalansın da; akıllı düşünürken, deli köprüyü geçmesin!
"DELİLERDEN KORKAR MISIN?"
Adı, kurucusu olduğu, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastânesi’yle özdeşleşen, aynı zamanda hastânenin uzun yıllar başhekimliğini yürüten ve ülkemizde psikolojik tedâviyle psikiyatri dalının öncülerinden kabul edilen Mazhar Osman'a arkadaşları bir gün sormuşlar:
"Delilerden korkar mısın?" O da şöyle cevap vermiş:
"Ben delilerden değil, akıllı geçinenlerden korkarım! Bilhassâ psikopatlardan çok çekinirim. Onlar vefâsızdır, onların dostluklarına hiç güvenilmez. Kendilerini dev aynasında görüp, başkalarını küçümserler; bu sâyede büyüyeceklerini sanırlar. Tek amaçları kısa zamanda şöhretin yolunu bulabilmektir. Bunu başarabilmek için, şeytânî zekâlarıyla, her şeye başvurabilirler."
Bu günlük de bu kadar sevgili okurlar. Bizim pazarımızda da olan bu!
Üç nükte, acabâ, kaç hisse eder? Kimler kulak verir, kimler hisseder?
Gününüz hayırlı, ömrünüz huzurlu;
pazarınız hareketli, kazançlarınız da bereketli olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
08.06.2010
|
|
|

‘YAŞ, OTUZ BEŞ’Tİ BİR ZAMANLAR…
Câhit Sıtkı TARANCI, “Yaş otuz beş; yolun yarısı eder!” dedi ama, 2. yarı, öyle tahmin ettiği gibi gitmedi! 10 yıl sonra vefat etti! Onun hesabı öyle, ya bizim ki! Kimbilir ne hesapları vardır her birerlerimizin?! Ama sonuçta hep; ALLÂH’IN DEDİĞİ OLUR!
Mâlum, bâzen akrostişler yazıyoruz ya, 36. yaşımıza girdiğimiz günlerde de bir OTUZBEŞ YAŞ AKROSTİŞİ yazmışız; geçen 35 yıla vedâ bûsesi mâhiyetinde!
Dünyânın gündeminde BOSNA SAVAŞI var. Vahşet son hızıyla devam ediyor. İçerde ise, hâlâ bu gün bile bitmemiş mâlum sıkıntılar şiddetini artırıyor. Sözü uzatmadan, o günlerin duygu, düşünce ve atmosferinden esintiler de barındıran o akrostişi, hâtıra defterimizden buraya alıp sizlerle paylaşıyoruz; 53’ü arkada bıraktığımız bu gün. 53’le 35 arasındaki simetrik tevâfuku da şimdi fark ettim! Ve işte, buyurun:
YAŞ 35 BİTTİ, 36’DAYIZ!
Yaşlar geçiyor bir bir; dakîka gibi, sâniye gibi
Anlayamıyoruz bir türlü, hesabını-kitabını
Şaşmaya bile vakit nerde; zaman öylesine hızlı?!
Ortada bir şey de yok hem; her şeyin olduğu dünyâda
Tekniğin büyüsüne kapılanlar, gerçeği kaybetmişler
Uçsuz-bucaksız imkânlar, anlamsızlığın emrinde!
Zehir kusuyor altın ağızlar gâyesiz, çâresiz kulaklara
Ben mi; bense, seyirciyim sâdece, olup bitenlere
Evet seyirci; hayır hayır, seyirci bile değilim!
Şâyet, seyirci olabilseydim, heyecânım olurdu!
Bir tarafı tutardım; bağırır, çağırırdım!
İtirâzım, infiâlim, ya da iştirâkim olurdu!
Topla birlikte koşardı, gönlümün ayakları
Taarruz ederdim rakip kaleye, hem de son tâkâtimle
İlgim olurdu, düşen-kalkanla; yenenle, yenilenle
Oturduğum yerde duramazdım; hop oturur, hop kalkardım
Takımım için kim bilir, ne fedâkârlıklar yapardım!
Upuzun kuyruklarda beklerdim gecelerden kalkarak
Zehir-zıkkım olurdu günler, mağlûp olunca bizimkiler
Açalım beyler, açalım; açalım gönüllerimizi
Lâfla kapamayalım iç dünyâmızın pencerelerini
Tuna’dan Nil’e, Hint’ten Fas’a perîşân coğrafya
Ipıssız ormanlarda, vahşîler elinde kuzu misâli
Doğranıyor, kesiliyor, eziliyor, çiğneniyor; oyuluyor gözleri!
Adamlara bir sor; “demokrasi, uygarlık, insancıllık!” her sözleri
Yaşlar geçiyor, yaş geçmiyor, gözlerden gönüllere!
Işıklı, pırıl pırıl dünyâyı karartmışız, karanlık işlerimizle
Zor, hem de çok zor, hedefe varmamız; bu gidişlerimizle…
10.06.1992 00.55, Yeni Mah. ORDU
İşte bir YAŞ OTUZ BEŞ hâtırası. Ayrıldıktan 3 yıl sonra, çok sevdiğimiz bir kardeşimizin düğünü dolayısıyla Akkuş’tayız. Damat Ordu İHL mezunu. Gelin kızımız da, Akkuş İHL’den öğrencimiz. Sevdiklerimizle bir aradayız. Târih: 05.07.1992, AKKUŞ
Soldan sağa: Rahmi SOYLU (Akkuş İHL, Öğretmen, Şimdi Gebze’de) Diğer yanımda Yaşar GEBEŞ (Akkuş, Öğretmen) Lütfi EFİL (Geçen Dönem Akkuş’da anlı-şanlı Belediye Başkanlığı yaptı. Ordu İHL mezunu) Yaşar GÜL (Damat. Hâlen Akkuş’ta Kur’an Kursu Öğreticisi olarak görev yapıyor.) Yüksel EFİL (İlâhiyâtçı-Psikolog. Hâlen İstanbul’da çalışıyor. O da Ordu İHL mezunu)
Yıl, 1992. Aylardan Temmuz. Kızım Betül’le Ordu İHL bahçesindeyiz.
Defterden devâm ediyoruz: “Ve işte, yaş 36. Çocukluk günleri çoook gerilerde kaldı. Artık, kendi çocukluğumuzu değil, çocuklarımızın ve yeğenlerimizin çocukluklarını yaşama dönemindeyiz yaşayabilirsek! Belki de biz, yine de çocuğuzdur ve de çocuklarımız bizim oyuncaklarımızdır! Sanki, öyle gibi mi yoksa?!
Çocuklarımızla ilgilenebiliyor, onların bizden beklediği yakınlık, sıcaklık ve güveni verebiliyorsak, biz de bir parça çocuğuz demektir! Rûhumuzun, çocuklukla örtüşen bir saflık ve temizlik yanı hâlâ var demektir.
Ne mutlu, bu anlamda çocuk kalabilenlere! Dünyâsına, duygularına, sevgilerine, tavır ve tutkularına yanlışlıklar bulaştırarak kirletmeyenlere… Ve, çocuk dünyâsının güzelliğini keşfedip, gençlik ve olgunluk ufuklarına ondan çeşniler katabilenlere…”
Yüce Rabbimiz bizleri, çocuk safiyetiyle yaşayıp, niyetlerini, tavırlarını, söylem ve eylemlerini kirliliklere bulaştırmadan, şu fânî âlemden gerçek âleme doğru bir iyilik güvercini misâli kanat vurarak, ufuklarda kaybolup gidenlerden eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
07.06.2010 |
|
|
BİR GÜZEL CUMARTESİ…
O gün, Öğle namazını, yakın câmilerden birinde kılıp meydana gitmeyi plânlamıştım. Tam abdest alırken İrfan PAK arkadaşımız aradı.
- Namazdan sonra bir yere gideceğiz, senin de gelmeni istiyoruz.
- Ama miting var biliyorsun saat 14.00’de.
- Oraya yetişiriz! “Tamam mı, tamam!” Öyle de yaptık.
Meğer bir açılış varmış. Otel açılışı. AKTUĞ OTEL. Sâhipleri İrfan Bey’in arkadaşlarıymış. Onun için buradaymışız.
Açılış merâsimi yapıldıktan az sonra, Ünye İlim Yayma Cemiyeti’nden İshak SÖZEN Bey aradı, mitingin yerini soruyordu. Biz de fazla beklemedik. Arkadaşlarla izin isteyip yola koyulduk.
Daha indiğimiz yerde mitingin meydandan taşan mekanik sesleri duymaya başladık.
Plâtform kurulmuş, anonslar, takdimler yapılıyor; müzikler yankılanıyordu. Türkiye ve Filistin bayrakları dalgalanıyordu her yanda. Ön kısımlarda, gerçekten heyecanlı bir grup vardı. Plâtform gitgide kalabalıklaşıyordu. Gelenler ve temsil ettikleri kuruluşlar takdim ediliyordu. Coşku doruktaydı. Hele Ordu Sporlu gençlerin sonradan topluca sahaya gelmeleri, havaya ayrı bir heyecan kattı.
İsrâilin vahşeti sloganlar atılarak lânetlendi. Kâtil yöneticilerin kuklaları yakıldı. İsrâil yapımı ürünlerle ilgili listeler dağıtıldı. Yanlışlıkla yazıldığı anlaşılan yerel bir ürünümüzün listeden çizilmesi anons edildi.
Sonuç îtibârıyle bu miting Ordu STK’ları adına yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Son bir hafta berâber yüründü, birliktelik kültürü oluştu. GEMİ OLAYI nasıl, dünyâ için bir mîlatsa bu MİTİNG de Ordu için aynen öyle oldu. Göreceksiniz ki, bunun peşi gelecek. Bu ilki çok güzel bir tecrübeydi.
Katılım belki azdı ama samîmî bir topluluk vardı. Bu biraz da doğaldı aslında. Çünkü, şehirde de kimse yoktu. Artık, niye yoktu; nasıl yorumlamak gerekir bilmiyorum? Çok da önemli değil. Bu iş kalabalıkla olmuyor zâten; aşkla ve inançla oluyor, içteki ateşle oluyor.
Bakınız, benim asıl dikkâtimi çeken şey; Ünye’den, Korgan’dan gelen o iki insanın farkıydı. Muhiddin AÇICI Bey’in yaptığı o konuşma, bizlerin, buraların alışık olduğu cinsten değildi. Ne insanlarımız var değil mi; elhamdülillâh?! Ciğerden mi geliyordu, kâlpten mi; her ikisinden birden ve son dozdaydı! Belki de gemide yaşadıklarının ateşinden kaynaklanıyordu her şey. Demek ki, onları oralara götüren ve bu kıvanca erdiren şey gemiden çok içlerindeki kıvılcımlardı.
Ya, Ünye’den Sümeyye ERTEKİN Hanım kızımız! Çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın kızıymış meğer aynı zamanda. Kendisi geçen senelerde vefat etti. Önceki günkü gazetelerden birinde adına anma proğramı yapıldığına dâir fotoğraflı bir haber vardı. Ben bildim bileli Ünye İmam-Hatip Lisesi’nin baş muâviniydi. Emekli olduğunu duyalı çok olmamıştı ki vefât haberi gelmişti.
Mehmet ERTEKİN Hocamız kibar, nâzik yapılı, ağırbaşlı, naif bir arkadaşımızdı. Şaka ve tebessümleri bile ölçülüydü. Lâubâlî hâline hiç şâhit olmadım. Aslâ rahatsız olmayacağınız ve güven duyacağınız asil bir duruşu vardı. Daha önce o da Akkuş’ta görev yapmış. O anlamda belki de biraz daha yakınlık hissederdik kendisine. Rabbimiz ganî ganî rahmet eylesin.
Akkuş’ta görev yaptığımız yıllarda gelip geçerken Ünye İHL’ye çok uğrardık. Çok ilgilenirlerdi bizlerle. O okulun havasına hep gıpta ederdim. Ne zaman Ünye’ye gitsem okula uğramayı arzulardım. Ordu’ya geldikten sonra da SENDİKA faaliyetleri ve ENSAR VAKFI konferans ve yarışmaları bağlamında Ünye’ye çok gittik. Okula çok uğradık.
Bizim ENSAR VAKFI olarak düzenlediğimiz yarışmalara en çok bu okuldan katılım olurdu. Kendi okulumuzda bu ilgiyi uyandıramazdık. Bu bizim beceriksizliğimiz miydi, yoksa bu iş bir kadro ve genel hava meselesi miydi, bilemiyorum?! Tabiî, derece ve ödülü de en çok onlar alıyorlardı.
Evet, bu Sümeyye ERTEKİN böyle bir yörenin, böyle bir okulun ve vakur bir idârecinin çocuğu. Rabbim selâmet versin. O şimdi artık hepimizin gurûru, Türk Milleti’nin, İslâm Âlemi’nin ve de tüm vicdan sâhibi insanlığın medâr-ı iftihârı. Böyle bir evlâdın peşinden hocaları da gelmişlerdi mitinge. Sağolsunlar.
Kızımızın ve Muhiddin Kardeş’in anlattıklarından birazını buraya yazmaya kalksam sığmaz. Benzerleri televizyonlarda çok var. Hem de canlı. Burada ne desek kuru kalır. Ama, her ikisinin de anlattıkları bir çok insanın hıçkırarak ağlamasına, bir çoğunun da gözlerinin yaşarmasına sebep oldu.
Kâlplerimizdeki tozu döktükleri, kardeşliğin gereklerine ve aslına, yaşadıklarıyla dikkât çektikleri için kendilerine çok teşekkür ediyoruz. “Bizim 2 güne sığdıramadığımız bu vahşeti, Filistinli kardeşlerimiz her gün yaşıyorlar!” mesajını verdiler ki; el’hak, doğrudur. Anlayana yeter de artar bile.
Bulancak’lı Nûri Hocamız da, günün anlam ve önemini vurgulayan veciz bir girişten sonra yaptıkları duâyla mitingi taçlandırdılar. Gerek GEMİ OLAYI, gerekse İSKENDERUN’da şehit olanlar için hâlisâne yapılan içli duâya bütün katılımcılar gözyaşlarıyla eşlik ettiler. Biz de burada tekrar tekrar yeniden âmin diyoruz.
Son olarak, İNSANLIK İÇİN AYAKTAYIZ plâtformunda görev yapan bütün kardeşlerimizi, göğsümüzü kabartan başarılı çalışma, organizasyon ve sunumlarından dolayı tebrik ediyorum.
Bilhassa, yöremizin çok muhtaç olduğu, uyarıcı, aydınlatıcı, hattâ sarsıcı böyle güzel faaliyetler etrafında, yeniden ve kardeşâne olarak buluşup, hep birlikte daha nice başarılı hizmetlere imza atmaları temennîsiyle bu yüzakı insanlarımıza kâlbî selâm, sevgi ve saygılar sunuyorum ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
06.06.2010 |
|